Şibli Numani’nin Miladi 1892 yılının mübarek Ramazan ayında İstanbul ve sair yerlere yaptığı seyahatler, meraklı bir zihnin gezilerinden başka bir şey değildi. Bu gezileri sırasında gördükleri yerler ona göre harikuladelikler arz etmediğinden bir seyahatname kaleme almayı düşünmüyor ve irade etmiyordu aslında.
Fakat memleketine geri döndüğü zaman karşılaştığı kişiler ve orada fikirlerine önem verilen önemli kimseler, gördüklerini bir seyahatnamede toplamasının şart olduğunu ona söylediler. Zira uzun zamandır toplumlarında uzak ülkelere seyahat etme yolu kapalı olduğundan İslâm devletlerinin ve toplumlarının gerçek durumlarına ilişkin malumatlara erişemiyorlardı. Bu nedenle Şibli Numani de gördüklerini aktarmak amacıyla Anadolu-Suriye-Mısır Seyahatnamesi'ni kaleme almaya ikna oldu. Dağınık hatıra notlarını derli toplu bir biçimde yazmaya koyuldu.
Dünya Bizim Yayınları’ndan çıkan bu seyahat yazılarında o ülkenin genel durumuna, yönetim tarz ve hukuk sistemlerine, ticareti ele alış biçimlerine dair bilgilere ulaşmayı amaçlayan okurlar ise hayal kırıklığına uğrayabilir. Zira eserde bu konulara değiniler yoktur. Bunun yanı sıra gezilen yerlerde sürdürülen ilmi çalışmalara dair bilgiler mevcuttur.
Konu Türkler Olduğunda
Avrupa’nın Müslümanlar aleyhinde sürdürdüğü politikalar ve dini taassuplarından kaynaklanan karalayıcı düşünce ve iftiralar ileri boyutlara ulaşmıştı. Her alanda göze çarpan hatalar ve eksiklikler, İslâm devletlerinin ve İslâm toplumlarının kusurları olarak ele alınmak istendi. Bilhassa konu Türkler olduğunda farklı ideolojilerde ve kamplarda yer alan her Avrupalı entelektüel ortak dil geliştirmeyi biliyordu.
Türklere dair fikir beyan edecek olduklarında hepsi birden ağız birliği etmişçesine, onların sanayide ve teknolojide medeniyetin gerisinde kaldıklarından, ülkenin değişik bölgelerinde yükseköğrenime rağbet edilmediğinden, silah sanayiinde de Avrupalılara muhtaç olduklarından bahsedip durmaktadırlar.
Buna karşılık hazineye çeki düzen verilmesi, hemen hemen her bölgeye ziraat bankalarının açılması, rüştiye okullarının sayısındaki gözle görülür artış, akademik eğitim veren kurumların açılması, Avrupa’ya olan borçların ödenmesine yönelik düzenlemelerin yapılması gibi olumlu gelişmeler görmezden geliniyordu.
Avrupa olaylar ve durumlar karşısında tek taraflı tutum takınmakta son derece başarılı ve becerikli görünüyor. Bu hileli tavrı hemen hemen dünyanın bütün milletlerine gösteriyor. Elbette Avrupalılar arasında zihnini taassuptan arındırmayı başarabilmiş entelektüeller de mevcut. Olaylara gerçekçi gözle bakmaya gayret gösteriyor olsalar da yine de çocukluk dönemlerinden itibaren içinde bulundukları düşünceler, yanlış bilgi birikimleri ve dayatmalar nedeniyle sağlıklı düşünememektedirler.
Aralarından birisi çıkıp da yerleşik düşüncelere muhalif sözler söylese yahut yazsa bile, Avrupalının kulakları sağır eden bando gürültüsü arasında bu cümleleri duymak pek mümkün olmuyor. Düşünsel dayatmaların vardığı boyutu daha berrak biçimde anlamak adına şu örneğe değinmekte fayda var:
Bir İngiliz Prensi İstanbul’da on beş yıl kadar kaldıktan sonra “İkinci Abdülhamit İdaresinin 12 Yılı” adlı bir kitap kaleme almış ve bu eserde deneyimlerini aktarmıştı. Yazdıklarının gerçekliğini çeşitli delillerle temellendirme gayreti göstermişse de Avrupalının yerleşik kanaatlerine aykırı beyanlarla doluydu yazdıkları.
Bir İngiliz Prensi olsa bile kendi toplumunda alaka uyandıramadı. Bu kitabın bir Türk tarafından uydurma bir isimle yayımlandığını ileri sürenler de vardı, o İngiliz Prensine padişahın para vermek suretiyle bunları yazdırdığını iddia edenler de. Türkleri övmeyip yerseydi elbette o Prens el üstünde tutulacak ve yazdıkları büyük itibar görecekti.
Her ne kadar seyahat yazıları insanın hoşuna giden nitelikte ürünler olsa da içlerinde büyük yanlışlıkların barınabileceği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Bilhassa birkaç kişide rastlanan hususiyetlerin tüm topluma mal edilmesi, seyahat yazarlarının bariz hatalarındandır. Hâlbuki o birkaç kişi toplumdan tamamen uzak ve onlarla ilgisiz de olabilir.
Seyahatname yazarları karşılaştıkları hadiselerden kapsamlı sonuçlar çıkarmaya meyillidir. Olayların başka nedenleri de olabileceğini inceleyecek gayreti göstermez. Zaten buna fırsatı da yoktur. Seyahatnamelerin bir diğer kabahati de yazarın gezdiği yere gitmeden önce oraya yönelik ön yargılar taşıyor olmasıdır. Gidilen yere karşı önceden ya dostça duygular beslenir ya da karşı düşünceler. İşte zihindeki bu olumlu ve olumsuz kanaatler, karşılaşılan hadiselerin yorumlanması esnasında belirleyici olmakta ve gerçeklerin üzerini kapatmaktadır.
Bir başka kusur ise ülkeleri dolaşıp gözlemlerini derleyen yazarların olayları inceleme ve gerçekleri ortaya çıkarma konusunda olağanüstü heyecan taşımalarıdır. Bu nedenle karşılaşılan hemen hemen her insandan bilgi edinilmeye çalışılır fakat bu insanların söylediklerinin güvenilir olup olmadığına bakılmaz. Bakmaya çalışsalar da gerek işin yoğunluğu gerekse zamanın darlığı gibi dışsal etkenler buna müsaade etmez.
Zaten Batılılar İstanbul’u gezmek için geldiklerinde seyahatlerini Beyoğlu ve Galata ile sınırlandırmak konusunda alışkanlık kazanmışlardır. Bir yeri görmeye gittiklerinde ise yanlarında rehberler götürürler. Bu rehberlerin Hristiyanlardan oldukları, sadece görülmeye değer buldukları yerleri gezdirdikleri ve günlük birkaç lira birden aldıkları hesaba katılırsa verecekleri bilgilerin ne denli güvenilir olabileceği de gayet iyi anlaşılacaktır.
İstanbul’un Kısa Bir Tarihçesi
İstanbul’un kuruluşu ve Bizans devleti olarak adlandırılması tarihsel anlamda çok eskidir. Miladi 476 yılında bu şehrin temellerini atan Büyük Konstantin’dir. Bu tarihten Fatih Sultan Mehmet’in şehri fethettiği zamana kadar da Bizans devletinin başkenti olarak kalmıştır. Eski İslâm coğrafyacılarının bu şehre ilişkin yazdıkları, tamamen işittiklerine dayalı iken İbni Batuta şehri bizzat gözleriyle görmüştür. Hicri 715 yılında şehri ziyaret ettiği zaman burası Hristiyan idaresi altında yönetilmekteydi.
İbni Batuta şehre dair gözlemlerini şu şekilde işlemişti eserinde:
“Burası harikulade muhteşem bir şehirdir. Arasından bir nehir(haliç) geçmesinden dolayı iki bölüme ayrılmıştır. Şehrin doğu yakasını oluşturan bölümüne İstanbul denilmekte ve Bizans İmparatoru, devlet yöneticileri ve idareciler bu bölümde kalmaktadır. Diğer bölümü ise Galata adıyla anılmaktadır. Genellikle burada Avrupalı (Cenevizli) büyük tüccarlar kalmaktadır. İmparator zorla bunları kendi emri altında tutmaktadır."
İbni Batuta şehirde ticaret yapan ve ticari hayata yön veren tüccarların ticaret anlayışlarını ve düzenbazlıklarını eleştirmişti.
Müslümanlar, İslâm tarihinin hemen ilk asrından itibaren şehri ele geçirmek istemişlerse de bu zafer Fatih Sultan Mehmet Han’a nasip olmuştu. Surlarla çevrili ve korunaklı kapıları olan bu şehre ilk kılıcı Halife Abdülmelik oğlu Velid’in başkomutanı Abdullah bin Muttalip idi.
Şehrin bugünkü durumunu şu şekilde özetlemek mümkündür:
Şehir iki kanada ayrılmıştır. Bir kısmına İstanbul denilmekte ve burada daha çok camiler, kütüphaneler, velilerin ve padişahların türbeleri yer almaktadır. Aslında şehrin Müslüman çoğunluğu da bu bölgelerde yaşamaktadır. Buna karşılık ikinci bölüm Pera bölgesinden başlayıp Beşiktaş’a kadar uzanmaktadır.
Büyük Avrupalı tüccarlar ve yabancı elçilikler burada bulunduğu için bölgeye Avrupalılar bölgesi demek uygun olur.
Şehirde çok sayıda kıraathane bulunmakta ve bu kıraathanelerde her çeşit meşrubat satılmaktadır. Pek çok çayhane ve kahvehane konumu itibarıyla da büyüleyicidir, kimisi denizin kıyısında kimisi ise denizin içindedir. Oraya ulaşmak amacıyla tahta köprüler ve geçitler dahi yapılmıştır. İstanbul’da ve ülke genelinde kahvehaneler gündelik hayatın vazgeçilmez alışkanlıkları arasında sayılmaktadır.
Hindistanlılar ise bu tarz alışkanlıkların ve muhabbetlerin zevkini bilmiyorlar. Elbette dönem dönem ahbap ve dost toplantıları yapılmaktadır fakat bu beraberliklerin de kendi içerisinde bir dizi kusurları vardır:
Ferah yerlerde ve temiz-berrak alanlarda bir araya gelinmediği için rahat bir konuşma imkânı da mümkün olmamaktadır. Ayrıca bu konuşmalarda gıybet ve çekiştirmelere zemin hazırlandığından kötü sonuçlar doğurması da ihtimal dâhilindedir.
İstanbul’daki kahvehanelerde birbirlerini tanımayan insanların da aynı ortamda bulundukları dikkate alınırsa çirkin sözlerin ve dedikoduların buralarda yapılmıyor olması gayet anlaşılabilirdir. Konuşmalar latifelerle ve hoş sohbetlerle örülüdür.
İstanbul’a gelen gezginlerin ilk gözlemleri, şehrin iki bölgesi arasındaki derin uçurumların olduğuna ilişkindir. Galata bölgesinde yaşayan halk ve esnaf, yaşadıkları ve ticaret yaptıkları ortamları temiz tutmakta iken Müslüman mahallelerine gidildiğinde yollar temiz değildir, bazı yerler öylesine engebelidir ki yürümek bile zordur.
İki yerleşim yeri arasındaki bu tezadı anlamak pek güç değildir. Başlıca neden Müslümanların ekonomik anlamda zayıf olması, diğerlerinin ise zenginliğidir. Yolların ve caddelerin pisliği ile çöküntülerin çokluğunu da Müslümanların yaşadığı bölgelerde alınan vergilerin düşüklüğü ile açıklayabiliriz.
Galata bölgesinde yaşayan zenginler ve Avrupalı tüccarlar kendi iradeleriyle vergi ödemeye hazır iken Müslüman halklar gelir vergisinden dahi muaf tutulurlar.
Şehirde evler genellikle üç-dört katlıdır. Ahşap evlerin yoğunluğu hemen göze çarpar. Öyle ki anlı şanlı vezirlerin ve paşaların köşkleri de ahşaptan yapılmıştır. Bu nedenle olacak ki şehirde bir yangın çıktığında kısa sürede çevre mahallelere de sıçramakta ve yangının önünü almak epey zorlaşmaktadır.
Devlet tarafından birkaç yüz kişi bu yangınlarla mücadele etmesi için görevlendirilmiştir. Şehri tepeden gören yüksekçe kuleler yapılmış ve bu kulelere de nöbetçi görevliler yerleştirilmiştir.
Taş ev tercih etmeme nedenlerini ise kış mevsiminin çok soğuk olması ile açıklıyorlar. Halkın kılık kıyafeti Avrupai tarzda olduğu için dış görünüşü itibarıyla Müslüman ve Hristiyan kişileri ayırt etmek neredeyse imkânsızdır. Bu hususiyet bir bakıma iyi sayılabilir zira dünyanın değişik milletleri arasındaki farklar ne kadar aza indirgenirse insanlık ve medeniyet açısından o kadar faydalı olur.
Dini temsil etme makamında olanların bile Avrupai tarzdan etkileniyor olması son derece hayret uyandırıcıdır. Ceket yerine sadece yelek, yeleğin üzerine ise cübbe giymektedirler. Bu kıyafette bile Avrupai izler yer almakta ve cübbe ve yeleklerin ön kısmında düğmelere bulunmaktadır. Feslerinin üst kısmına da Arapçada adına Leffe denen beyaz bir tülbent sarıyorlar. İlim ehlinin özel işareti de bu giyim tarzıdır.
Sultanların malikânelerine saray adı veriliyor ve şehirde takriben 20-21 tane bulunuyor. Hepsi de birbirlerinden uzak mesafelere yapılmış görkemli yapılar olarak görenleri büyülemeyi başarıyor.
Devlet daireleri ise birkaçını istisna tutacak olursak bir arada toplanmış vaziyettedir ve adına Babıali denmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü Galata semtinde bulunmaktadır. Çok düzenli ve tertipli olan bu yapı için anlatılacak pek bir özellik yok. Toplantı salonu değerli Türk halılarıyla döşeli hâldedir.
Eski Tarz Eğitim ve Eski Medreseler
Türklerde eski tarz eğitim ve öğretim olarak adlandırılan eğitim anlayışı imparatorluğun kuruluşu ile beraber başlamıştı. Hiç şüphe yok ki bu eğitim metodu, en kaliteli ve en üst düzey eğitimleri vermesi itibarıyla benzersizdi. Bunu Kuşçu, Çelebi, Hocazade gibi ilim adamlarının ortaya koyduklarına bakarak anlamak mümkün.
Fakat bugün bu eğitim anlayışı son derece gerilemiş ve zayıflamıştır. O kadar gerilemiştir ki Hindistan’da verilen eğitim bunun yanında ganimet kalmaktadır.
Müslümanların milli ve toplumsal anlamda ayakta kalması ve yaşamaya devam edebilmesi için eskiden beri süregelen eğitim anlayışının devam etmesi şarttır. Osmanlı ülkesinde bu tarz eğitim veren kurumlara devam eden talebeler sosyal hayatta giyim kuşamları ile kendilerini hemen fark ettirebiliyorlar.
Bu sayede onların sayıca ne kadar kalabalık olduklarını da anlamak pek güç değil. Medreselerde senede üç aylık tatiller oluyor ve bu üç ay boyunca talebeler şehirden taşraya akın ederek köy ve kasabalarda zekât topluyor. Ve sene boyunca geçimlerini de topladıkları bu zekâtlar ile temin ediyorlar. Kimi medreselerde bir miktar ekmek veriliyorsa da elbise hiçbir surette verilmiyor. Konaklamaları için medreselerde onlara ayrılan son derece küçük ve karanlık odalar mevcut.
Medreselerin şekli ise şöyle:
Küçük bir avlu ve bu avluyu çevreleyen küçük odalar var. Avlunun ortasında ise abdest almaya yarayan şadırvan bulunuyor. Tüm basitliğine rağmen bugün Türkiye’de yüzlerce ilim yuvası dimdik ayaktadır ve eğitim vermeye de devam etmektedir.
Eski tarz eğitim için yapılan en büyük yakınma ise müfredatlarına ilişkindir. Zira buralarda edebiyat tahsilinin adına dahi rastlanmamaktadır. Fıkıh derslerine her ne kadar alaka gösteriliyor olsa bile bu eğitim de müçtehitçe bir tarzda değil bilakis amiyane tarzda sürdürülüyor.
Büyük Camiler ve Önemli Mekânlar
İstanbul, muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olduğu vakit tahtta bulunan Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren ferman sahibi her padişahın şehirde bir selatin camisi vardır. Fatih Camii, Sultan Ahmet Camii ve Ayasofya Camii camiler arasında en seçkin konumda bulunur.
Sadece büyükçe bir kubbe ve yan kısmında bulunan yarım küçük kubbelerden ibaret gibi gözükse bile iç kısımları son derece genişçe ve ferahtır. Kubbelerin genişliği ve yerden yüksekliği görenleri adeta büyülüyor ve hayret uyandırıyor.
Genellikle camilerin duvarlarına dört büyük levha asılmakta ve harikulade yazı stilleriyle dört büyük halife efendilerimizin (Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali) mübarek isimleri bu levhalara yazılmaktadır. Bu bir bakıma Osmanlı padişahlarının ehlisünnet oluşlarını da gözler önüne sermekteydi.
Ayasofya Camii ise diğerlerine kıyasla hem göz alıcı hem de ihtişamlıdır. Diğer büyük camiler yapılırken de Ayasofya örnek alınmıştır. Aslında Ayasofya Miladi 325 yılında Kral Kostantin tarafından inşa edilmiş büyük bir kilise idi. Fatih Sultan Mehmet Han şehri fethettiği zaman üzerinde önemli bir değişiklik yapmadan burayı camiye tahvil etti.
Yeniçeri Olayı
Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahı olan Sultan Orhan Han, Hicri 763 yılında bir karar alarak fetih yoluyla ele geçirilen esirlerden bir ordu kurulmasını emretmişti. Orhan Gazi’nin mürşidi olan Hacı Bektaş, esir askerlerden oluşan bu orduya Türkçede yeni asker anlamına gelen yeniçeri adını vermişti.
Arka arkaya yapılan savaşlar ve elde edilen zaferler neticesinde bu askerlerin sayısı o denli arttı ki iki üç nesil sonra adeta devletin eli kolu oldular. Her ne kadar bu esirler orduda bulundukları dönem boyunca eski inançlarını yani Hristiyanlıklarını muhafaza etmiş olsalar da Osmanlı Devletine bağlılıklarında son derece samimi idiler.
Türkler ölümden korkmayan bu silahlı kuvvet sayesinde Avrupa içlerinde önemli zaferler elde edebilmişti. Miladi 1826 yılına gelindiğinde Sultan Mahmut Han, yeniçeri ordusunu Avrupa sistemine uyarlamaya kalkıştı. Zaten padişah daha evvelden de Nizam-ı Cedit adıyla bir ordu kurmuş ve şehir ahalisinin desteğini arkasına alabilmişti.
Velhasıl İstanbul’da şiddetli bir çatışma ortamı oluştu. Yeniçeri ordusu tamamen ortadan kalkmışsa da bu çatışmalar esnasında Nizam-ı Cedit ordusu da epey zarar gördü, bu olaylar esnasında Şeyhülislâm ve Sadrazam öldürüldü.
Türklerin Ahlak, Adet ve Toplum Yapıları
Türkler konuksever oldukları kadar iyi huylu ve güzel karakterlidir. Cömertlik, fedakârlık, yiğitlik gibi erdemlere sahiptirler. Kibir ve gurur gibi kötü huyların izine dahi rastlanmaz. Hemen hemen herkesten görebileceğiniz iyi hasletlerden birisi ise şudur:
Çarşıda, yolda, sokakta ve pazarda hangi sınıftan ve düzeyden olursa olsun gideceğiniz yere hangi yoldan gideceğinizi kendilerinden rahatlıkla öğrenebilirsiniz. Samimiyetle ilgilenecek ve yardımcı olmaya çalışacaklardır. Kimisi ise yolu göstermekle yetinmeyip size eşlik dahi edebilir.
En alt ekonomik sınıfa mensup aileler bile misafir ağırlama söz konusu olduğunda son derece cömert ve tok gözlüdür. Türkleri bu karakter ve ahlak güzelliklerini bazı kişilere yönelik değil her vatandaşa karşı gösterirlerdi. Üst düzey devlet idarecileri ve herkes tarafından saygı duyulan kişileri bir tarafa bırakacak olursak; basit bir insan bile son derece temiz, özenli ve tertiplidir.
Kadınların gezip dolaşmalarında da genel bir serbestlik havası hâkim. Çarşılara, pazarlara ve gezi yerlerine özgürce gidiyorlar. Fakat yine de tedbirli hareket etme prensiplerini de ihmal etmiyorlar. Hemen hemen her toplantıda kadınlar erkeklerden ayrı yerlere oturuyor. Zaruri durumları istisna tutacak olursan bir kadın yabancı bir erkekle rast gele konuşamıyor.
Beyrut ve Beyrut’taki İlmi Gelişmeler
Kuruluşu çok eskilere dayanan bu şehrin kuruluş tarihini tarihçiler bile net olarak kestirememektedir. Fakat şehrin Hazreti İsa doğmadan önce de var olduğu biliniyor.
Miladi 222 yılında İskender Sefiros, Büyük Roma İmparatorluğu tahtına geçince burada hukuk eğitimi veren büyük bir üniversitenin temellerini atmıştır. Hicretten sonraki on üçüncü yılda ise şehir Müslümanlar tarafından fethedildi ise de birkaç kere yeniden Hristiyanların eline geçti. Fakat en nihayetinde 1517 yılına gelindiğinde Yavuz Sultan Selim Han tarafından fethedilen Beyrut şehri, asırlar boyunca Türklerin idaresi altında bulunmuştur.
1842 yılından sonra hızla gelişen şehir, ticaret ve şehircilik anlamında da epey yol almıştır. Şehrin eski görünümünde bozukluklar ve viranelikler hemen çarparken cadde ve sokaklar son derece basık ve çukurlarla doludur. Yeni hâlinde ise şaşaalı ve güzel görünüm hemen fark edilir.
Çoğunlukla Arapça konuşulur. Kılık kıyafette de Arap usulüne benzerlikler göze çarpar. Müslümanlar da Hristiyanlar da Dürziler de 9-10 metre kumaştan yapılan şalvarları tercih ediyorlar. Muhakkak ki yeni eğitim gören kişiler ceket ve pantolon giymeye başlamışlardır.
Bölgedeki havanın sağlık anlamında çok faydalı olduğu söylendiğinden hava değişimi için başka bölgelerden insanlar da buraya gelmektedir.
Her ne kadar Beyrut’ta bilimsel gelişmeler gecikmiş olsa da hızlı yol alınmış ve diğer İslâm ülkelerinde İstanbul dışında hiçbir şehir ona yetişememiştir. Halkta edebiyata olan eğilim ve tutku o denli ileri boyutlara varmıştı ki çocuklar bile şiirden hoşlanıp şairliğe heves etmektedirler. Pek çok kişinin şiir kitabı da vardır.
Orta ve yükseköğretim veren büyük okullar ve fakülteler Arapça eğitim veriyorsa da doktora eğitimleri Fransızca’dır. Bunun nedenini ise şöyle açıklamak mümkündür: Modern ilimle ilgili gelişmeler öyle hızlı ilerliyor ve o kadar çok eser kaleme alınıyor ki bunların hepsini tercüme etmek imkânsız hâle geliyor.
Asıl üzücü hadise ise bu şehrin Müslümanlar tarafından idare ediliyor olmasına rağmen kültürel ve entelektüel anlamda Hristiyanların çok gerisinde kalmamızdır.
Kudüs ve Mescid-i Aksa
Mübarek Kudüs şehri Hazreti Davut ve Hazreti Süleyman peygamberle beraber anılır. O kadar ki şehrin var oluşu bile bu iki peygamberle başladığı sanılır. Hakikatte ise o dönemlerden çok daha önce bu şehir vardır. Evler ve binalar basit yapılıdır ve yollar da pek geniş değildir. Şehrin etrafı ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1543 yılında yaptırılan taştan örülü surlarla çevrilidir.
Bahçeli evlerin ve konakların sayısı da son derece fazladır. Binaların çevresinde çiçekli ve yeşillik alanlar çoktur. Şehrin tamamında kullanılan dil Arapçadır ve kılık kıyafette de Arap usulü benimsenir. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi burada da dergâhların ve tekkelerin varlığı dikkat çekmektedir.
Temellerini Hazreti Davut’un attığı mübarek mescit Mescid-i Aksa’nın inşaatını ise Hazreti Süleyman tamamlamıştır. Mescidin binası epey büyük ve azametlidir. Burası uzun süre peygamberlerin durağı olmuş, Allah’ın vahyi de burada gelmiştir. Bu anlamda ilahi tecellilerin yoğunlaştığı bir yer olarak anılır her zaman.
Kudüs’ün etrafında da ziyaret edilecek mübarek yerler mevcuttur. Hazreti İsa’nın doğduğu yer olan Beytü’llahm, Hazreti Meryem’in defnedildiği Vadi Cehennem, Hazreti İbrahim, Yakup ve İshak peygamberlerin kabrinin bulunduğu Makam-ı Halil buraya yakındır.
Kahire’nin Genel Durumu
Mısır’ın başkenti olan Kahire Hicri 358 yılında Fatımiler devletinin başkomutanı olan Cevher tarafından kurulmuştur. O günden beri de şehir sürekli olarak büyümüş ve gelişmiştir. Yolların genişliği, binaların yüksek, havadar ve güzel oluşu dikkati çekmektedir. Kılık kıyafet ise son derece yakışıksız ve sevimsiz bir görünüm arz etmektedir.
Burada halk daima yakası açık olan açık mavi renk entarileri tercih ediyor ve şalvar, pijama hiçbir surette giymiyorlar. Yeni tarz eğitim görmekte olanlar ise ceketi ve pantolonu tercih ediyor ve bu tarz günden güne daha da benimsenir oluyor. Kadınların da pek çoğu o açık mavi uzun entarileri giyiyor. Buna karşılık zengin ailelerin kızları yeni modaya uygun Avrupai bir görünüme sahip.
Ahlaki anlamda ise insanların pek çoğunun düşük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öyle ki en basit eşya dahi alınırken pazarlık esnasında Hazreti Hüseyin yahut Abdulkadir Geylani Hazretlerinin isimlerinin arkasına saklanılıyor.
İklimsel anlamda ise acayip bir sıcağı var bölgenin. İnsan bedeni bu havalarda hiçbir şey yapmak istemiyor ve çabucak bitkin düşebiliyor.
Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi burada da eğitim anlamında bir ikilik söz konusu. Eski ve yeni tarz eğitim ayrımı derin yaraların açılmasına sebebiyet vermiştir. Mısır’da yeni eğitim öğretim anlayışına önem veriliyor, pek çok öğrenciye burs imkânı sağlanıyor ve hem de öğrencilerin yüzde kırk birinden öğretim için herhangi bir ücret talep edilmiyorsa da yine de eğitim varması gereken yaygınlığa erişememiştir.
Şehir ve çevresinde yer alan büyük ve küçük tüm okulların öğrencilerinin toplam sayısı 10 bine bile ulaşamamıştır. Oysaki eski eğitim anlayışını sürdüren Camii Ezher’de bile tek başına on binden fazla öğrenci mevcuttur.
Eski tarz eğitimin mahiyet ve boyutlarını anlamak için Camii Ezher’i ele almak yeterli olacaktır. Burası, dünyada kendisinden daha eski hiçbir eğitim kurumunun bulunmadığı ileri sürülen bir yerdir. Kahire’de ilk inşa edilmiş cami de zaten budur. Her ülkeden ve her milletten insan burada eğitim görebilmek için yoğun istek gösteriyor, rağbet ediyor ve dönemin en iyi eğitimini alma fırsatı elde ediyordu.
Bugün bile okuyan öğrenci sayısı itibarıyla hiçbir kurum Ezher’e ulaşamaz. Öğrencilerin yatıp uyuması için Ezher’in avlusu müsaittir. Değişik yerlere oturan bilginlerin etrafında 30-40 kişiden oluşan talebe grupları öbekler oluşturuyor. Öğrencilere ekmek verilse de yemek verilmiyor, yemeklerini kendileri hazırlıyorlar.
Burada insanı asıl üzen şey ise verilen eğitimlerin belli bir metot dâhilinde ilerlemiyor oluşudur. Ortada ne bir sınıf sistemi vardır, ne öğretilenler bir imtihana tabi tutulur ne de öğretimi modernleştirmek adına bir gayret gösterilir.
Antika Eşyalar Müzesi
Bu müze 1835 yılında Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa tarafından şehirden yirmi kilometre mesafe uzağa kurulmuştur. İçinde sayısız oda bulunan bu binada Hazreti İsa’dan bile daha önceye ait eserler mevcuttur. Tabaklar, bardaklar, binlerce yıl öncesine ait hatıra eserler…
Hepsinden daha ilginç olanı ise mumyalanmış iki cesettir. Üzerinden binlerce yıl geçmiş bulunan bu cesetler asıl şeklini korumayı da başarabilmiştir. En ufak bir bozulma ve dağılma yoktur. Saçlar kadar tırnaklar da olduğu gibi yerli yerinde durmaktadır. Esasında burayı ziyaret edenler için gayet anlamlı ibret vesikası olarak Antika Eşyalar Müzesinde sergileniyor.
Yusuf Aleyhisselam Hapishanesi
Kutsal Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de adı geçen ve Yusuf peygamberin de senelerce içinde yattığı yer olmasından ötürü İrem bahçelerinin kıskandığı bir yerdir burası. Büyük İslâm bilgini Makrizi de doğru rivayetler ve akla yatkın düşüncelerden hareketle Yusuf aleyhisselamın hapsedildiği hapishanenin burası olduğunu açıkça söyler. Burada İslâm dönemine ait diğer pek çok eser de vardır. Camilerin sayısı belki de binleri bulmaktadır.
En çok alaka uyandıran camii ise kalenin yakınında bulunan Sultan Hasan Camii’dir. Ünlü İslâm bilgini ve tarihçi olan Makrizi, İslâm ülkelerinin hiçbirinde dahi böyle hacimli yapı yoktur, hiçbiri bunun seviyesinde değildir demektedir.
Böylesine muhteşem bir yapı bakımsızlık nedeniyle harap olmaktadır ne yazık ki. Geceleri bir lambanın bile aydınlatmadığı camiinin kapıları her zaman kapalı. Bir İslâm ülkesinde bu denli kıymetli bir camiinin ilgisizliğe terk edilmiş olması izahı kabil bir hâl değil elbette.
SONUÇ
Şibli Numani, İstanbul, Beyrut, Kahire gibi İslâm devletlerinin ve milletlerinin egemen olduğu şehirlere seyahat etmiş ve bu seyahatleri esnasında aldığı notları ve gözlemlediği hadiseleri bu eser ile bir araya getirmiştir.
Dönemin toplumsal ve siyasal havasını ele alması bakımından tarihçiler kadar tarih ilmine alaka duyan okurlar için de seyahat yazılarının kıymeti büyüktür. Öyle ki bu metinler aracılığıyla şehirlerin nüfus özellikleri, toplumun yaşayış biçimi, ticari hayat ve giyim kuşam tarzı başta olmak üzere pek çok hususiyet hakkında malumat sahibi olunabiliyor.
Bilhassa modern çağ öncesindeki iletişim olanaksızlıkları ve ulaşımda yaşanan büyük zorluklar da göz önüne alındığında toplumların birbirlerini tanıma, anlamlandırma ve ilişkiler kurması hemen hemen imkânsıza yakındır.
İşte tam da bu anda devreye seyyahların aktarımları işlevsel hâle gelir. Bu metinler sayesindedir ki çok uzak coğrafyalarda bulunan halkları tanıma fırsatı bulunabilir, teknik ve teknolojik gelişmeler karşısında çağın gerisinde kalmak gibi mühim riskler aşılabilir.