Sahip olduğumuz hazineyi bizi modern bir örümcek ağına dolayıp “Medeniyet bizdedir!” yalanıyla kanımızı emerek bizden çalmaya çalışan Batı karşısında, elbette kafasını kuma gömmeyip göğe bakmanın ve güneşin yükseldiği yeri görmenin derdinde olan aydınlar da vardı.
“İnsanlığın Dört Zindanı”, “Dine Karşı Din” gibi kitaplarıyla üzerinde tefekkür etmeyerek çürüttüğümüz ve sahip çıkamadığımız için yabancılaştığımız kavramlara birer ışık damlası düşürmek için bizi rahatsız etmeye gelen adam Ali Şeriâtî, “Medeniyet ve Modernizm”de medeniyet kelimesinin içinin nasıl boşaltılıp modernleşmeyle eş değer tutulduğunu, modernleşmenin ne menem bir şey olduğunu dile getirerek başlıyor söze.
Ali Şeriâtî, medeniyet ve modernizm kelimelerinin kastettiği anlamları irdelerken üç temel terimi de açıklayıp tartışmaya açıyor: Aydın, Asimilasyon ve Alinasyon.
Aydının kaçışı sürecek mi
Yazar, aydını “Belli bir tarihi yer ve zaman diliminde kendi insanî mevkiinin bilincinde olan kimse” olarak izah ediyor. Ardından da bu bilincin aydına halkına zihnî, içtimaî, devrimci faaliyetlerde önderlik yapma ve kendinin kendinin farkında olma sorumluluğunu yüklediğini ifade ediyor.
Şeriâtî, asimilasyonu ise, “Müslüman ve Batılı olmayan bütün ülkelerin karşılaştığı zorluk ve gerilimlerin kökünde yatan bir kelime” olarak tanımlamayıp onu kişiye kendi kökenini, millî, kültürel ve karakterini çizen özelliklerini unutturan, hatırlasa dahi bu özelliklere nefret duymasına sebeb olan bir hastalık olarak ifade ediyor.
Mozaik olduk eyvah! Kitapta medeniyet perdesi altına gizlenip bize zehrini zerk eden modernizmin ne olduğunun ifade edilmesinde üçüncü önemli kavram olan alinasyon ise “Kişinin benliğini kaybederek içinde bir başka şeyin veya kişinin olduğunu sezmesi” olarak anlamlandırılıyor. Ali Şeriâtî, alinasyon kelimesini açıklarken “Aline Olma”nın aynı zamanda “Kötü Ruh” sahibi olma anlamına geldiğini de belirtiyor ve bu tabiri modernizmin kıskacında debelenen insan ruhu üzerinde yaptıklarının neticesini izah ederken şöyle kullanıyor : “Eskiden nasıl kötü ruhun insan ruhunda yer edip onu delirttiğine inanılıyorsa, bugün de üretim araçları, âletleri ve işinin şekli içinde yer ederek ruhunu elinden almaktadır.” Yazar, bu cümlenin ardından da kültür alinasyonu ve onun zararlı tesirleri üzerinde duruyor ve nihayetinde de kültür alinasyonun ardından ortaya çıkan “Mozaik Medeniyet” kavramını ele alıp bu ucubeyi şöyle ifade ediyor: “Mozaik, bir kalıba dökülmüş, farklı şekil ve renklerde yüzlerce küçük taştan oluşur. Bütün bunlar nasıl bir şekil ortaya çıkarır? Hiçbir şekil? Bu, mozaik parçası değişik renklerde olup, farklı şekilleri olan pek çok çakıl taşından meydana gelir; fakat hiç de tam bir şekil ortaya koyamaz. Bu medeniyetler de mozaik medeniyetlerdir, yani bünyelerinde geçmişten arta kalan parçalarla Avrupa’dan ithal edilen bozuk parçaları taşır ve bu ikilinin kombinasyonuyla ortaya yarı medenî, yarı modern bir toplum çıkarır.”
Medeniyet sömürüyor
Ali Şeriâtî , “Medeniyet ve Modernizm”de sadece medeniyet ve modernizm arasındaki farklı açıklamaya çalışmakla kifâyet etmiyor. Aydının toplumların medeniyet perdesi altında sömürülürken buna nasıl göz yumduklarını; hatta kimi zaman buna maşalık ettiklerini de ortaya koymayı unutmuyor yazar. Makineleşmenin yarattığı üretim canavarlığının önünün sömürüyle alınmaya çalışılması da kitapta mevzubahis olan bir başka mühim nokta. Batı’da makineleşme sonucu ortaya çıkan üretim fazlasını Asya ve Afrika’ya akıtabilmek için kurulan kurt kapanları ve bu kapana kısılan insanın içine düştüğü durum kitapta çok canlı ve etkileyici bir şekilde gözler önüne seriliyor: “Bir halkı değiştirmek zorundaydılar: Elbisesini, tüketim alışkanlığını, süslenmesini, evinin döşemesini ve yaşadığı şehri değiştirmek için bir insanı değiştirmeleri gerekiyordu. Önce hangi parçası değişmeliydi? Cevap, ‘ruhu ve düşünceleri’ olacaktı.” Peki makinelerinin kustuğunu Afrika ve Asya’nın üzerine boca etmeye çalışan Batı’nın buralardaki halkı “muasır medeniyetler” seviyesine çekmek için o fevkalade projesinin soylu(!) taşıyıcılığını kim yapacaktı? Şeriâtî’nin buna cevabı bizim Batılılaşma serüvenimizin değişmez baş aktörleri olan “Aydınlar” oluyor. Ve insanları göğe bakmaları için rahatsız eden adam modernizmin, kendisine göre, ayırdığı üç insan tipinden de söz açıyor bu mühim kitabında: Düşünebilen ırk, yani Avrupalı… Yalnız mistik ve ruhanî duygulara sahip, sadece hissedebilen ve şiir yazabilen Doğulu… Ve üçüncü olarak dansedip şarkı söyleyerek güzel caz yapabilen zenciler…
Ali Şeriâtî, medeniyet perdesinin altından hakikatiyle direnenlere sopa gösteren modernizmin kurt kapanlarını ve üretim azmanlığını boşaltmak için başvurduğu sömürü yalanlarını ifşa etmekle kalmıyor elbette. Bir de yine modernizmin başımıza sardığı, günümüzün başımızdan bir türlü eksik olmayan belâsı modadan söz açıyor kitabında.
Çıkış yolu insanlara!
Yazar, kitabının Kurtarıcı Bekleyen Sanat” kısmında çıkış yolunu bulacak olan insanın niteliklerine de değiniyor ve şöyle diyor: “ Kendisinin zindan olan insan, iradesini fizikî istekler tuzağında nefs, güdü ve eğilimlerinin ağına bırakan insan demektir. Bütün bunları bir kenara iten insan, mutlak iradeye, seçme iradesine ulaşan ve Allah’a daha çok yaklaşan insandır. Allah’ın kendisini yarattığı surete böylece daha çok yaklaşır.” Yine bu kısımda şiirin insanın kendi zindanında kaybolmasına mani olmadaki işlevi de dikkatle okunması gereken bir diğer kısmı teşkil ediyor.
Kitabın ikinci ve son bölüm ise dikkate değer üç başlıktan müteşekkil: Aydın, Entelektüel ve Peygamber. Yazar bu son kısımda aydın, entelektüel ve peygamberin tanımlarını yapıp üstlendikleri görev ve sorumluluklardan bahsederken köprü kurmada nereden başlanacağının sorusuna cevabını “Önce kim başlayacak?” sorusunun cevabının içinde arar ve buna karşılık olarak da aydını gösterir. Evet aydın toplumların “muasır medeniyetler seviyesi”nin atış alanına sokulup kültürlerinin, dillerinin ve yaşam alanlarının delik deşik edilmesinde bir piyon olarak kullanılsa da, aydının gerçek mânâ ve mükellefiyetini üzerinde taşıyanlar toplumların yeniden uyanışlarında onlara önderlik edeceklerdir.
Ali Şeriâtî’nin insanları rüyasız uykularından uyanıp kendi medeniyetlerinin görkemli göklerine bakmaya davet ettiği bu kitabı kavramların yerine oturtulması sağlayan bir sözlük olarak okunabileceği gibi, Batı’nın sömürü tarihi ya da modern dünyada kendi zindanına hapsolan insanın güneşe kaçış haritası olarak da okunabilir elbette.
Kitap ve onun anlatmak istedikleriyle alakalı son cümlelerimizi Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” isimli eserinin sonundan (ç)alalım : “ Haydi kardeşler! Avrupa’yı, mide bulandırıcı ve maymunca taklitten vazgeçelim. Asya’da ve Afrika’da yeni bir Avrupa yaratmamalıyız. İnsan için Amerika tecrübesi yeterlidir. Bizim için, Avrupa için, insanlık için yeni düşüncelerin yaratılması gereklidir. Yeni nesil yaratılmalı ve bunun için çaba sarfedilmelidir ki böylece yeni insan kendi ayakları üzerinde durabilsin!”
Cahit Saçak yazdı
"Adamın göğe bakmayı unutması bu beni boğacak" (E.Beyazıt)