Çiçekler Kesmişti Selamı, Güneşin Doğduğu Yerde ve Azazil’in Kapısında adlı hikâye kitaplarıyla uzun zamandır tanış olduğumuz Recep Seyhan, öykü dünyamıza katkıda bulunmayı sürdürüyor. Seyhan’ın son kitabı Metal Çubukların Dansı, Ekim 2016’da Bilge Kültür Sanat Yayıncılık’tan çıktı.
Kaçılan bir şeylerin yok ettiği düşünceli adamlar, aynaları parçalayan kızgınlıklar, insanların yüzleşmekten korktuğu hatalar, unutulmanın ağırlığı, kaynağı kurumayan o muazzam çocukluk dünyası, ömür boyu ruhtan silinmeyen bir yara izi, uzak şehirlerdeki iyi giyimli adamların hayatına duyulan özlem, taşranın kendine has akan yorgun zamanında tene duyulan susuzluğun bile ertelenmesi, unutmak illetine maruz kalan anaların hengâmesi; yokluğun, savaşın, kıtlığın, kıranın bir taşa dönüştürdüğü kimsesiz ve suskun kadınlar kendine yer buluyor Metal Çubukların Dansı’nda.
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk”
Seyhan’ın bir önceki kitabı Azazil’in Kapısında’da sıkça gördüğümüz çocukluğa dönüş, anılar, geçmişteki yara ve kırılmalar, travma olarak kalmış çeşitli yaşantılar, Metal Çubukların Dansı’nda da güçlü bir izlek olarak sürüyor. Kahramanları gerek yetişkin gerek oldukça yaşlı olsun, kırgın çocuklukları onları daima takip ediyor.
Boyunda çıkan bir çıbanın çocuk muhayyilesindeki büyüklüğünü, yokluk içinde yaşanan bir geçmişin silinmeyen izlerini, oyuncaklarını kendisi yapan erken büyümüş bir çocuğun ruh halini, ilkokul töreninde şiir okurken bile bir fotoğrafı olmayanların hüznünü, Alzheimer olmuş bir beyinde kalan son anı kırıntılarını, babanın yonttuğu taşın kızın kaderi olmasını, insanın döşeğinde ölürken bile veda edemediği o kadim coğrafyayı illa ki okuyoruz satır aralarında. Çocukluk mahza yokluk, mahza özlem Seyhan’ın öykü dünyasında:
“Uzak şehirlerde, görmediğim kentlerde, bilmediğim adamların parlak siyah iskarpinlerinin gıcırtılarını duyardım; sonra bunlardan biri kasabaya gelmişti ve Radyocu Melih’in dükkânının önünde dayımla çay içerken önümüzden geçmişti; gıcır gıcır boyalıydı ve gırç gırç sesler çıkarıyordu adamın iskarpinleri. Sonra o uzak şehirlerde yine iyi giyimli adamların; şapkalı, dudakları boyalı, uzun etekli veya ceket takımlı zarif hanımların, mükellef sofralarda karınlarının doyduğunu; Ayhan Işık’ı gördüklerini; sonra o adamların, pantolonlarının ütülü olduğunu, kreuze ceket ve beyaz kolalı gömlek giydiklerini, köstekli saatlerinin zincirinin yeleklerin cebinden sarktığını; daima düzgün ve geriye taranmış dalgalı saçlara sahip bulunduklarını, düzgün bir Türkçe ile konuşurken ağızlarında tükürük birikmediğini, ellerinin nasırsız ve yumuşak, paltolarının yamalıksız olduğunu, içinde kırık ve çürük bulunmayan sağlam dişlere sahip olduklarını duyardım.”
“Yerel” olanın peşinden gitmeye devam ediyor
Recep Seyhan, bizi dünyasına konuk ederken durağan bir hikâye üslubu kurmuyor. Öykülerinin teknik arka planının oldukça hareketli, düşünülmüş ve çalışılmış olduğunu görüyoruz. Hikâyeler esnasında sürekli bir devinim, belirsiz noktalar, geriye dönüş teknikleri, çoklu anlatım, felsefi sorular ve yorumlamalar, kısalan/uzayan harflerin yarattığı duygu durumları, bilinç yarılmaları ve halüsinasyon, nesnelere katılan ruh ve birbirine dönüşebilen varlıklar daimi bir canlılık sağlıyor.
Teknik anlamda çağından hiç de geri kalmayan bu metinler, kullanılan kelimeler açısından da oldukça cüretkâr. Seyhan, “Okur anlamaz, elinden bırakır.” şeklinde bir endişeye kapılmadan, “yerel” olanın peşinden gitmeye devam ediyor. Çocukluğunun, gençliğinin kelimelerini serazat kullanıp geçiyor hikâyelerinde. Sadece coğrafyasının değil, yaşadığı zaman diliminin de çocuğu olan yazarın kelimeleri, var olduğu ve kimliğini bulduğu sosyal zeminden geliyor. “Anadolulu” olan bu zemin aynı zamanda ve elbette hepimizin. Hikâyelerde geçen itdirseği, çiğit, sokurdanmak, cağlık, (evin bölümü anlamında kullanılan) hayat gibi kelimeler hangimizi çocukluğuna götürmüyor ki?
Seyhan’ın hikâyelerinde yaşlı kadınlar etekliklerinin gizli cebinden ya da anahtarını boyunlarında taşıdıkları sandıklardan torunlarına ceviz, halkalı şeker, kuru üzüm, tarak, mendil, çorap, bayram şekeri çıkarıp veriyor. Seyhan’ın öykü diline ve Anadolu’ya kınalı ellerin açtığı o sandık da dâhil.
“Taş”, özel ve yoğun bir okumayı hak ediyor
İllet adlı hikâyede; evinde, işinde, bindiği araçlarda, yürüdüğü caddelerde, davetli olduğu sokaklarda peşini bırakmayan bir varlığın takibini ve bu takip esnasında kahramanın yaşadığı tedirginliği görüyoruz. Bu varlığın ne olduğunun belirsiz bırakılması, dikkati daima canlı tutuyor. Geri dönüşlerde saklı olan ipuçları bile sonunda duyduğumuz şaşkınlığı engellemiyor. Aynalar ve Perdeler’de yine korku çıkıyor karşımıza. Öykü boyunca felsefi argümanlarla gayet yolunda ilerleyen gündelik yaşamın bir anda kaybolduğunu ve bilinçaltındaki korkuların insanı tüm yoğunluğu ile içine aldığını görüyoruz. İskelede adlı hikâyede ise, korkunun sonundaki yok oluş, post modern hamlelerle güçlendiriliyor.
Metal Çubukların Dansı, Alzheimer olan ve unutmaya yakın geçmişinden başlayan yaşlı bir kadının bilinç düzeyi ve bilinçaltı yansımalarını veriyor bize. Kadın, geçmişini; yani çalışmayı, çalışmayı, çalışmayı hatırlarken fonda sürekli orak, ellik, dirgen, tırmık, çapa sesleri duyuluyor. Kısa olan ama uzun süren günlerin hikâyesi. Yaşamak masasına son bir hamle olarak aklın köşelerinde kalan son hatıra kırıntıları da sürülüyor. Kitabın en dikkat çekici öyküsü olan Taş ise özel ve yoğun bir okumayı hak ediyor.
Kitapta ayrı bir bölüm olarak yer verilen Dağ Öyküleri toplam on hikâyeden oluşuyor. Bu öykülerde yoğun bir duyuş ve düşünüş varlık gösteriyor. Felsefi soruların ve sembolik anlatımların hikâyeler boyunca ağırlığını hissettirdiği bu bölümde, 15 Temmuz direnişi de ihmal edilmemiş. Mankurtlaşma ve beyin tutulması süreçleri Kayıp Güneş’te farklı bir şekilde irdeleniyor.
Recep Seyhan, Metal Çubukların Dansı, Bilge Kültür Sanat Yayınları.
Gülhan Tuba Çelik
Metal Çubukların Dansı kitabındaki hikayeleri okudum. Gülhan Tuba Çelik'in tespitine katılıyorum;TAŞ , çok özel bir hikaye. Taşa kişilik vermiş bu hikayede Recep Seyhan. Ve diğer hikayeler de çok güçlü. Hikmetli hikayeye farklı bir form kazandıran yazarın kalemine saygı...