Sayılı günlerden bize kalan bir Hüseyin Su portresi

“Sayılı Gündü Geçti” adlı kitapta Hüseyin Su, sadece bir öykü yazarı ve öykümüzün teorik izleklerine kafa yoran bir sanatçı olarak çıkmıyor karşımıza. Toplumsal öykümüzün tarihi ve sosyolojik tüm kırılma/parçalanma anlarına dair yaptığı tespitleriyle de dikkat çekiyor. Mustafa Köneçoğlu yazdı.

Sayılı günlerden bize kalan bir Hüseyin Su portresi

              ‘Sadakat yakışır insana görse de ikrah’   

Nehir söyleşiler sanat, edebiyat ve düşünce adamlarının derli toplu fotoğrafını ele vermesi bakımından oldukça önemli bir edebi tür. Anı ve günlüklerde olduğu gibi samimi ve otobiyografik bir yönü de var nehir söyleşilerin. Çeşitli eserlere dağılmış halde bulunan otobiyografiye ait bilgi, anı ve düşünce parçacıklarını nehir söyleşiler bir araya getiriyor. Bu açıdan bakıldığında bu söyleşiler, hem esaslı bir özet hem de oylumu geniş bir metin olma özelliği taşıyor. Hüseyin Su’yla yapılan Sayılı Gündü Geçti (Şule Yay. 2019) adlı nehir söyleşi de bu minvalde değerlendirebileceğimiz bir eser. Söyleşiyi yapan da bir öykücü: Ali Işık. Hüseyin Su gibi ‘ketum’ bir yazarı, yer yer edebiyatın mahrem mahallerine de çekerek konuşturmanın ve bunu dört yıl gibi uzun bir zamana yayarak yapmanın zorluklarını göze alması bakımından, Ali Işık’ın önemli bir iş kotardığını söylemek mümkün. Söyleşide; yazar, okur, öğretmen, öğrenci, baba, oğul, yayıncı, seyyah, tutuklu, yalnız, dost, yoldaş, yaşadığı çağın tanığı ve yankısı olarak bir Hüseyin Su portresi ortaya konuyor. Bu portrede beliren tüm özelliklerin laytmotifi ise sadakat… Sadakat evet; bizde karşılığı olan her şeye sonsuz bağlılık…

Evvelemirde söylemek gerekirse; Hüseyin Su, sadece bir öykü yazarı ve öykümüzün teorik izleklerine kafa yoran bir sanatçı olarak çıkmıyor karşımıza. Türk öykücülüğünün teknik, tarihi ve toplumsal tüm müktesebatına vakıf olmanın yanı sıra, toplumsal öykümüzün tarihi ve sosyolojik tüm kırılma/parçalanma anlarına dair yaptığı tespitleriyle de dikkat çekiyor. Geçmişi bir gelecek projeksiyonuyla irdeliyor, şimdiki zamanda ortaya çıkan problemlerin geniş zamanlarda izini sürmeye çalışıyor. Bir anlamda, edebi bir tür olarak öyküyle, toplumun özel hikâyesinde belirginleşen yazgının birbirinden ayrılmayacak ölçüde, nasıl iç içe geçtiğini ele alıyor. Bu, aynı zamanda ‘Müslüman öznenin’ sanatçı kimliğiyle, tarihi tavır alışının, vicdani tanıklığının ve insani sorumluluğunun, ‘sorumsuz anlatılara’ dönüşmemesi için verdiği varoluşsal mücadelenin de bir yankısı. Bu yankının içinde, Namık Kemal’den Nuri Pakdil’e kadar uzanan yerli/milli düşüncenin, inişli çıkışlı tasviri de var. Tanpınar’ın bir zamanlar söylediği, ‘Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor’ sözü, Hüseyin Su özelinde yeniden karşımıza çıkıyor. Evet, sanatçıyla yaşadığı ülkenin yazgısı içli bir ırmağa dönüşerek tarihin amansız satırları arasında akıp gidiyor, giderken kendisiyle birlikte bir sürü bireysel ve toplumsal tahkiyeyi de sürüklüyor; sonra da bütün bu tahkiye sanatçının dilinde bir ‘iç kanama’ şeklinde kıyıya vuruyor. 

Sanatsal tavır alış noktasından bakıldığında Hüseyin Su, yazmayı ve okumayı Müslümanca bir hayatın mütemmim cüzlerinden biri olarak görüyor. Böyle olunca, yazmak ve okumak mümince bir eylem, bir ibadet ve bir ‘amel’ biçimini alıyor onda. ‘Din ayrı edebiyat ayrı’ inancında beliren modern seküler düşüncenin yerine, yapılan ve yazılan her şeyin insanın kulluğuyla ilgili derin bir hassasiyetin ürünü olduğunu özellikle vurgulanıyor. Bu durum onun edebiyatımızdaki müstesna yerini belirlemek açısından önemli bir veri olsa gerek. Zira inancın bu denli koyultularak vurgulanması ontolojik ve sosyolojik güven duygusuyla yakından ilgilidir. Bu güven, dinin; eşya ve olayları açıklamada yegâne değer olmasına da vurgu yapar. Diğer yandan belirtilen bu güven duygusu, neyi yazacağından nasıl yazacağına ve nasıl yaşayacağına kadar yazarın, hem edebi (bireysel) ve hem de siyasi (kolektif) ‘poetika’sını sorumluluk bilinciyle donatır. Düşünceden, değerlerden ödün vermeyiş; insani, vicdani ve İslami olanda biteviye ısrar, değerlere ve değerlerle temayüz etmiş şahıslara olan kalbi sadakat onun anlam haritasının uzamını oluşturuyor. Bu ilkeler ve ilkeler çerçevesinde oluşan hasbi bağlar ve ‘bağlanma’ biçimi bugünkü yazın dünyasının pek de anlayabileceği hususlar olmasa gerek. Hüseyin Su’nun değerlerdeki bu ısrarlı sadakati, sadece edebiyatla sınırlı değil, adeta onun bütün ‘varolma anları’nın kırmızıçizgilerini de oluşturuyor. İlkelerden ve değerlerden ödün vererek görünmektense hiç görünmemeyi tercih eden bir tutum, bir ahlaki tercih onunki. Bu tercih edebiyatın ‘iğfal’ edici,  nefsi yönünden korunmasını da mümkün kılıyor yazarın. Öte yandan, kadere rıza ve yazgının sonuçlarına mütevekkilane razı oluş, onun poetikasının ana fikrine açılan bir diğer kapı…

Hüseyin Su, edebiyatın toplumu değiştirmede diğer etkenlerin çok daha önünde ve üstünde olduğuna söylüyor. Ona göre, söz ve yazı insanın özüne, doğasına en yakın yerden doğmak bakımından, insanı ve toplumu dönüştürmede bilimin ve siyasanın kavrayamayacağı bir gizilgüce sahiptir. Bu gizilgücün ortaya çıkması, ‘kalemin ucu’nun insan kalbine değmesiyle mümkündür. Kalem kalpten beslendiği, kalbin mürekkebine batırıldığı oranda, muhatabında bir sıcaklık duygusu oluşturur, bir karşılık bulur ona göre. Bu karşılık bulma, samimiyetin ve sahihliğin bir ‘dil yaresi’ haline gelmesidir. Sanatçıyı okur nezdinde kalıcı kılan hususiyet dilin bu yaralayıcılık özelliğidir. Bu anlamda, sadece yaralanmış insanlar muhataplarında derin bir yara açabilir. Böylece ‘benim yazarım’, ‘benim öykücüm’, ‘benim şairim’ gibi sanatsal aitlik kipleri oluşur. Bununla birlikte yazar, yazdıklarının sonuçlarından bigâne olmalıdır Hüseyin Su’ya göre. Yazar ‘yazdığını bilmez’; yazmadaki ‘ihlas’, samimiyet ve doygunluk yazarın daha yazarken aldığı manevi hazzın peşin mükâfatıdır.  Onun vurguladığı anlamda ‘yazma dikkati’ bütün yazarlık serüveninin en belirgin özelliğidir, üslup ise yazarın bizatihi kendisidir. Bu yol üzerinde yetkinlik kazanan sanatsal duruş, yaratılıştaki incelik ve hikmeti arayış üzerinde ilerlerken çok farklı dalga boylarına ‘hayretle’ ulaşır. ‘Allah’ın boyasıyla boyanmak’ hakikatinde tezahür eden bu sanatsal çaba, sanatçının içsel dünyasındaki yansımaları açısından, bir nevi ‘seyr-i süluk’tur. Sanatçı bu yol ve yordam içinde olur, olgunlaşır ve eser verir.

Edebiyat Dergisi ve Nuri Pakdil çevresinde oluşan ‘okul’un ilginç öyküsü de, entelektüel dikkatler bakımından olduğu kadar; ortamı, dili, etkileri, birikimi, iletişim biçimleri ve sonuçları itibariyle oldukça öğretici bir şekilde anlatılıyor söyleşide. Hüseyin Su bu öykünün en yakın tanıklarından. Edebiyat Dergisinin ‘devrimci’ dili ve yaklaşımı, dindar çevrelerde bile kolay hazmedilemeyen diskuru, bununla birlikte oluşturduğu edebi/eleştirel vakum ve kapanışa doğru giden süreç, kırgınlıklar, hayal kırıklıkları, yaralanmışlıklar, sonu gelmez beklentiler… Ve bütün bunların Hüseyin Su’daki karşılıkları… Sonra Hece dergisi ve yayınları, bin bir emekle oluşan edebi katalog ve külliyatlar… Geleceğe dair onca umut! Sonra her şeyin anlaşılmaz bir şekilde aniden yarım kalması ve sukut… Okuyanda bu öykü böyle bitmemeliydi duygusunu oluşturan o garip ve tarif edilmez boşluk.    Elbet olanda bir hayır vardır.  Ve elbet ‘Sayılı Gün’lerin bizde bıraktığı burukluk…      

   

Mustafa Köneçoğlu             

          

YORUM EKLE