Sahabe uzmanlığı değil, ihlası esas almıştı

Nureddin Yıldız Hoca, 'Hani Din Hepimizindi?' adlı kitabında insanların, kelime-i tevhit ile müntesip oldukları dinin sahiplenilmesi ve din adına yapılacak işlerin kimler tarafından yerine getirileceği konusunu irdeliyor.

Sahabe uzmanlığı değil, ihlası esas almıştı

Nureddin Yıldız Hoca, Hani Din Hepimizindi? adlı kitabında insanların, kelime-i tevhit ile müntesip oldukları dinin sahiplenilmesi ve din adına yapılacak işlerin kimler tarafından yerine getirileceği konusunu irdeliyor. Yazmış olduğu bu eserinde Yıldız, gerek Müslüman olarak gerekse insan olarak hayatımızın her merhalesinde çeşitli sorunlarla karşılaştığımızı, insanın sıkıntılar içerisinde yaratıldığını ve öylece yaşayacağını, bu yaşantı sırasında dostun ve düşmanın, hayatın ve ölümün, sağlık ve hastalığın aynı çizgide olduğu bir meydanda bulunduğumuzu hatırlatıyor. Tabii bu sıkıntı ve zorluklar karşısında mü’min bir tavır sergileyerek, olaylara bir imtihan gözü ile bakarak ezanla birlikte namaza davet edildiğimizdeki halet-i ruhaniyeti, sorunlar karşısında da muhafaza etmemiz gerektiğini söylüyor.

Özellikle modern yaşamın getirdiği fitnelerle elde tutulması zor iki müessese olan, aile ve gençlik üzerine yazmış olduğu eserleri ile yakalamış olduğu üslubunu muhafaza ederek verilmesi gereken mesajı insanları incitmeden, meseleyi özüne yoğunlaşarak anlatan Nureddin Yıldız Hoca, bu eserinde sorusunu bütün Müslümanlara yönelterek, “hani din hepimizindi?” diyerek muhataplarının dikkatini üzerine çekerek düşünmeye yönlendiriyor. Tahlil Yayınları’ndan çıkan bu eserinde, evvela sorunlarımızın ne olduğunu belirlemenin, işe başlamadan önce önemli bir adım olacağını, daha sonra da bu sorunları çözmek adına rahat bir siyaset yürütülebileceğini söyleyen Nureddin Hoca, nerede ne yapabileceğimizden önce, neyi nerede neden yapmamız gerektiğinin tespitindeki önemi vurguluyor.

Müslümanların bugün içinden çıkılamaz kimi durumlarının aslında çözümünün gayet kolay olmasına rağmen kimsenin üzerine düşenleri, bilerek veya bilmeyerek yapmıyor olması sıkıntıları içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Halbuki Allah’ın kullarına kaldıramayacağı yükü yüklemediğini bilen her Müslüman aslında hangi soruna karşı nasıl bir çözüm yöntemi uygulayacağını bilmediği için bocalıyor. Genel manada Müslümanların yaşadıkları sıkıntıların temelindeki yöntemsizlik ve durum tespiti yoksunluğundan bahseden Nureddin Yıldız Hoca, bu noktada asıl eksikliğimizin neyi nerede nasıl yapacağımızdan haberdar olmayışımızdan ve kendimizi görev sahibi olarak görmediğimizden ileri geldiğini belirtiyor.

Peki, sıkıntılar karşısında çözümcü ve yöntemli bir hareket edinimi kazanacaksak bunu toplumda hangi kesimler yapmalıdır? Öncelikle her şeyden önce olaylara mü’min bir tevekkül ile, imtihan nazarı ile bakmalı ve her zaman için sabır gücümüzü yitirmeden İslam’a hizmetin sadece bir ucundan tutmuş olarak değil de tamamen bu işin altına girerek var gücümüzle kendimizi adamalıyız. Meseleyi toplumdaki bir kesime veya sadece resmi görevli kişilere bırakarak kendi görevlerimizi de başkalarına yüklemek, işten kaçmak anlamına gelmektedir. Kitabın kazanımlarından en önemlisi olan bu hatırlatma ve uyarmayla birlikte görev bilinci kazandırma gayesi Nureddin Hoca’nın deyimi ile kitabın ve hasbi halinin asıl nedenini teşkil etmektedir.

Din adamı da kim olur?

Nureddin Hoca kitabına öncelikle zihinlerimizde yer eden bir yanlışın altını çizerek başlıyor.  Nasıl ki bizler aynı dinin müntesipleri olarak kıblesi bir olan, ibadeti ve emelleri bir olan insanlar olarak etrafında birleştiğimiz dinin her alanında kendimizi bir fert olarak eşit bir şekilde buluyoruz. Öyle de aynı şekilde bu dine yapılacak olan hizmet ve çalışmalarında da aynı birlikteliği göstererek, fert fert hayatın her yerinde dinin bize yüklemiş olduğu görevleri yerine getirmeliyiz. Zira İslam’da her Müslüman bir davetçidir. İrşad görevlisidir. Hayatımızda, “din adamı” veya “din görevlisi” olarak birilerini veya bir kurumu görevli kılarak kendimizi bu işten geri çekiyorsak şu soruyu da kendimize sormamız gerekir: Onlar din için çalışıyorsa diğerlerinin çalışmaları veya bizim uğraşlarımız din dışı mı? Hani din hepimizindi?

İşte bu noktada “din madem bizimdir, öyleyse onun yükü de bize aittir” yargısında bulunan Nureddin Yıldız Hoca, bu konuda misyonerlerce dinleri çalınan ve Hıristiyanlaştırılan bir Müslümanın haline üzülüp, Avrupa’dan birinin İslam’a girmesi olayına seviniyor olmamızı değerlendirerek durumu daha iyi anlamamızı sağlıyor. Birinci duruma üzülüp ikinci duruma seviniyor olmamız, dinin görev yükünün bizlerin üzerinde de bir yeri olduğunu anlamış olduğumuzu gösteriyor. Bu dinin Kâbe’si, Kudüs’ü bizim ise, oradaki Müslümanlar da bizimdir ve oraların yükü de bizim yükümüzdür. Onların haricinde veya kendi çevremizden ibaret olan bir din algısı içerisinde bulunamayız.

Bu noktada görevin tamamını hocalara, müezzinlere ve âlimlere bırakamayız. Elbette hocalar, müezzinler, âlimler çalışacaklar, görevlerini yapacaklar ama bu din bize ait olduğuna göre ona davet etmek, onu anlatmak, onu yaşamak ve tanıtmak da yine bizim görevlerimiz arasındadır. Cami ve ezan herkesin olduğu gibi caminin temizliği ve camiye davet etme görevi de herkese aittir. Bu işte diploma ve yetki belgesinin gerekli olmadığını belirten Nureddin Hoca, “iyi bildiğimiz ne varsa onu yaymaya ve uygulamaya yetkili kılınmış bulunmaktayız” diyor. Hiç mi bir şey yapamayız? İşte abdest biliyoruz ya, onu öğretiriz. İçkinin haram olduğunu biliyoruz ya, onu engellemeye çalışırız. Bir mü’mine yardım etmenin iman gereği olduğunu biliyoruz ya, onu yaparız. Bu işler için de hoca olmak, devletten yetki almak zorunda değilizdir. Müslüman, İslam’a girerken vermiş olduğu sözle yetkilendirilmiş bütün bu işlerle.

Gerçekte de içinde bulunduğumuz çeşitli ortamlarda dinden biraz olsun haberdar olan ve sorulan birkaç soruya doğru cevap veren kişilerin toplumda “hoca” lakabı alıyor olması, genel algılarımızın yanlışları içerisinde değil midir? Ya da hoca ismini verdiğimiz kişileri belli bir mesai saatleri içinde belli mekânlarda karşılaşılan görevliler olarak algılıyor olmamız bizi rahatsız eden bir durum neden değildir? İşte bu soruları da kitabın ilerleyen sayfalarında, kendi kendinize gayr-i ihtiyari sorma ihtiyacı duyuyorsunuz.

Şu ashabı bir anlayabilseydik

Nureddin Yıldız Hoca kitapta ayrıca, “benim bilgim çok fazla yok”, “ben ne biliyorum ki”, “dine nasıl hizmet edebilirim”, “en iyisi bu işi sadece bilenler yapsın” bahaneleri ardına sığınanlara ve görev almak istemeyenlere ibret olarak sahabe efendilerimizin hayatlarını örnek gösteriyor. Onlar, Müslüman olduktan bir saat sonrasında insanları Allah’a davete çıktılar. Sanki özel yoğunlaştırılmış bir kurs mu gördüler, seminerler mi aldılar? Kimisi Suffa’da sadece bir hafta kaldıktan sonra öğrendiklerini anlatmak için başka şehirlere öğretmen olarak gitmedi mi? Ebuzer (r.a.) iman ettikten hemen sonra henüz bir gün bile geçmemişti ki, kendi köyünü, ailesini akrabalarını, müşrikleri İslam’a çağırdı. Henüz ne biliyordu ki, ya da ne anlatabilirdi ki? Ama Ebuzer (r.a.) imanı ve heyecanı tam olduğu için hiçbir şekilde tereddüt etmeden, çekinmeden, bir nimet olarak gördüğü iman etmeyi kimi gördüyse anlatmaya çalıştı.

Nureddin Hoca’nın “Ashab yetkilendirilmeyi, görevlendirilmeyi, uzmanlaşmayı beklese idi İslam kaç asırda 23 yılda geldiği noktaya gelirdi?” sorusu, içinde bulunduğumuz durumdaki pasifliğimizi yüzümüze vuruyor. Onlar uzmanlığı değil, ihlâsı esas aldılar; çok bilmeyi değil, bildiği ile amel etmeyi yeğlediler. Dinleri için yapabilecekleri bir işin mutlaka bulunacağını görebiliyorlardı. Hiçbir iş yapamayacak zenci bir kadın en azından Resulullah’ın mescidini süpürebilirim düşüncesinde idi. Dini için verebileceği bir şeyi olmadığını gören dul bir kadın, on yaşındaki biricik yavrusunu Hazreti Peygamber (s.a.v)’e hizmetçi olarak verdi.

Hal böyle iken, böylesine örnekler gözümüzün önünde iken, bir Müslüman nasıl olur da dini için elinden yapacak bir şeyin gelmediğini düşünür? Yapacak onca iş varken, bu ucuz bahanelerle vebalden nasıl kurtulur?

Mevsimlik değil sürekli hizmet!

Müslüman olarak yaşadığımız sürece her zaman dinin her aşamasında hizmete hazır olunması gerektiğini söyleyen Nureddin Yıldız Hoca, Ramazanlarda, bayramlarda, depremlerde, mahalleye cami yapılırken, Afrika için kampanya başlatıldığında yapılan hizmetlerin mevsimlik olarak kalmaması gerektiğini, kendisi mevsimlik olmayan dinin hizmetinin de mevsimlik olamayacağını, nasıl ki din ebedidir, hizmetin de ömür boyu sürmesi gerektiğini vurguluyor. Asıl mesele dine bir kez hizmette bulunmuş olmak değildir, asıl mesele son nefesimizde bile hizmeti gündemimiz yapmamızdır. Bir insan zamanı geldiğinde dünyevî işlerinin hepsinden elini eteğini çekerek bir köşeye çekilebilir fakat din için yapılan hizmetten bir nefes olsun ayrılamaz. Bedenen ayrılsa bile fikren, düşünce ile onun derdini içinde taşımalıdır.

Bu noktada böylesine bir hassasiyetin oluşmasının gerekli olduğunu söyleyen Nureddin Hoca, ayrıca Allah’tan, “din için becerebileceğimiz iş her ne ise onu yaparak ölmeyi temenni etmeliyiz” duasında bulunmayı tavsiye ediyor.

Din için yapılması gereken işler varsa bu görev kime aittir? İşte bu sorunun cevabına da kitapta geniş bir yer ayrılıyor. Cennete girmenin bedeli imansa, o bedele talip olan herkes din hizmetinde sorumludur. Bu işi hocalara ısmarlayarak kurtulamayız. İş çok, görev çok! Onun için evvela ne işe yarayacağımızı, ne yapıp ne yapamayacağımızı belirleyerek içinde bulunduğumuz durumu iyi bilmeliyiz. Bundan sonra bilgi, birikim ve imkânlarla birlikte heyecan ve şuurumuzu arttıracak birliktelikler kurmalıyız. Bundan sonrasında ise hayatımızın her noktasında yapacağımız her işte ihlaslı bir şekilde malımızla, bedenimizle, hiçbir şeye gücümüzün yetmediği noktada ise duamızla hizmetimize devam etmeliyiz. Çünkü bu din hepimizin ve onun görevlileri bizleriz.

Sefa Toprak yazdı

YORUM EKLE
YORUMLAR
onur
onur - 10 yıl Önce

Hocamızın tespiti doğrudur günümüzde herkes Allah rızası için uğraşıyoruz diyor sonra birbirine karşı olmadık tahammülsüzlükler, karalamalar, tekfirler, bütün gücü kendi içimizdeki düşmalığa harcarsak Allah'ın düşmanı dediğimiz insanlarla kim uğraşacak...