Türkiye’de ve halkı Müslüman olan diğer ülkelerde tasavvufu bütün şubeleriyle topyekûn yok sayan bir anlayış ve zemin her zaman var oldu. Özellikle seksenli yıllarda İran İslâm Devrimi’nin etkisi ile ilmî olmaktan çok içsel bir tepki hâlinde, İslam’ı pratikte siyasal vechesiyle formülasyona tâbi tutan bazı çevrelerin tasavvuf karşısında takındıkları bu olumsuz tutum sürgit devam etti. Sadece İran İslâm Devrimi neticesinde değil, tasavvufun her şubesine karşı bir tutum, bir refleks olarak izahat getirme gayretinde olan ve bu izahatı Kur’an ayetleri ve hadislerle delillendirme uğraşısında bulunan bir topluluk her zaman var oldu. Elbette var olsun. Çünkü İslâm bütünlük söz konusu olduğunda, biri diğerini dışarıda bırakamayacak denli kuşatıcı, kapsayıcı bir ahenkle mündemiçtir.
Tasavvufun bir edep ve derinlik olduğu hususunda ittifak eden âlimler, modern zamanlarda tarikat, hakikat ve şeriat bağlamında İslâm’ın batın ve zahir yönü üzerinde geniş çaplı eserler vermişlerdir. Batında ve zahirde derinlik kazanan İslâm’ın bu edep dergâhı ile ilgili olarak ön plana çıkan isimleri yeniden hatırlamak gerekiyor. Bu bağlamda üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ‘bir nevi tercüme denemesi’ sayılan ve Şeyh Safiyüddin veya sadece Safi namıyla maruf hazretin Reşahat isimli kitabını okumamak kişi için bir eksiklik olabilir mi? Bu sorunun cevabını verebilecek tasavvufî tecrübem yok ve fakat Reşahat müellifi Mevlânâ Ali bin Hüseyin’in vasıflandırırken kullandığı, ‘Biçare Safî, sen tek ayağı yanmış bir köpeksin ki, / Üç ayağınla o şanlı kervanın ardında koşmaktasın’ mısraının, insanın ruh kalıbında şekillendirme uğraşısı verdiği nefs mefhumunun istiklalli bir mânâ kazanması yolunda bir arayışı işaretlediği apaçık bir gerçek olarak ortada durmaktadır.
Reşahat, Üstadın asliyle sadeleştirdiği bir tercüme denemesi
Mevlânâ Câmi Hazretlerinin yazdığı Nefahat ile birlikte anılan Reşahat, tasavvuf bağlamında söylenecek herhangi birkaç kelâmın menbaı hükmündedir. Üstad Necip Fazıl’ın Nefahat ile igili olarak, Halkadan Pırıltılar başlığıyla Büyük Doğu’larda neşrettiği sadeleştirmelerin ‘malzeme kaynağını teşkil eder.’ Oysa Reşahat, az önce de ifade ettiğimiz gibi üstadın asliyle sadeleştirdiği bir nevi tercüme denemesidir. Yine üstadın ifadesiyle, ‘fakat öyle bir tercüme ki, müellifini benim Türkçem ve üslûbumla ifadeye davet eder gibi bir şey…’
Reşahat Aynelhayat, yani ‘Can Damlaları’ şeklinde Türkçeleştirilen eserde, o güne kadar bütün tasavvuf büyüklerinin hayatları, istikametleri, irşad faaliyetleri ve zuhur eden kerametleri tafsilatlı bir değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Kitabın kaleme alınış gerekçesi hususunda Mevlânâ Ali bin Hüseyin kısaca, ‘Şeyhim Ubeydullah’ın sohbetlerinden bir süre uzak kalmıştım. Sonra tekrar halkaya dâhil oldum. O sohbetlerdeki inci tanelerine benzer hakikat cevherlerini, bu fakir, hafızasının sedef kabuklarında saklar ve tek noktasını örselemeksizin beyaz kâğıtlar üzerine dökerdi. O zaman düşündüm ki, saadet günlerim hikmet dolu anlarında o mübarek dudaklardan dökülen misilsiz kelimeleri bir arada toplayayım ve dertli kalblere aradıkları şifadan ilâç vereyim...’ Ve eser vücuda getirilir.
Eserin menbaı dedik ama marifet yolunun menzillerini zikretmemek olmaz. Eserde bu ‘Altun Silsile’ şu şekilde halkalanıyor: “Hoca Ubeydulah Taşkendî, ‘Hâcegân’ yolu diye isimlendirilen tarikat nisbetini ve zikir talimi ehliyetini Yakup Çerhî Hazretlerinden almışlardır. O, Şâh-ı Nakşibendi'den, o, Seyyid Emîr Kulâl'den, o, Hoca Muhammed Bâba, Semmâsî'den, o, Hoca Ali Ramitenî'den, o, Mahmut Emir Fagnevî'den, o, Hoca Arif Reyvegerî'den, o, Abdülhalik Gucdevânî'den, o, Yusuf Hemedanî'den, o, Ebû Ali Farimedî'den, o, Ebülkaasım Gürkânî'den…” şeklinde uzunca bir silsile takip ediyor.
Peki, kitabın müellifi Mevlânâ Ali bin Hüseyin kimdir? Kaynaklarda bilirtildiğine göre, Hüseyn Vâ’ız-ı Kâşifî’nin oğlu ve Fahrüddîn ve Safî isimleri ile meşhûr. Hicrî 867, miladî 1462’de Hirat’da doğmuş ve hicrî 939, miladî 1533 yılında yine Hirât’da vefât etmiştir. Reşahat, Şeyh Ahmed Allân-ı Mekkî ve sonra Muhammed Murâd-ı Kazânî tarafından önce Arapçaya, Üçüncü Murâd Hân zamânında, 1584 yılında, Muhammed Şerîf-i Abbâsî tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.
Arif Akçalı yazdı