Remzi Oğuz Arık, ülkemiz arkeoloji çalışmaları ve müzeciliğinin gelişiminde kuşkusuz önemli bir paya sahip. Yaptığı bilimsel çalışmalarının yanı sıra kültür ve tefekkür dünyamıza kazandırdığı eserleriyle de bilinen müstesna bir ilim adamımız.
Remzi Oğuz Arık’ın “Türk Sanatı ve Arkeolojisi Yazıları”, Ezel Erverdi ve M. İhsan Kara tarafından hazırlanarak Dergâh Yayınları arasında neşredildi. Eser, iki bölüm ve toplam 1027 sahifeden oluşuyor. M. İhsan Kara’nın kaleme aldığı “Remzi Oğuz Arık’ın Mesleki Hayatı” başlıklı biyografi mahiyetindeki kısa yazısı, müellifin yaptığı hizmetler ve kitapta yer alan konular hakkında önemli fikirler veriyor.
Kırk başlıktan oluşan birinci bölüm, Remzi Oğuz Arık’ın sanat tarihi, arkeoloji, müzecilik, müzelerimiz, Akdeniz ve Anadolu medeniyetleri üzerine kaleme aldığı inceleme ve gezi yazılarından oluşuyor. Bu bölümdeki önemli konu başlıklarından bazıları şunlar: “Türk Medeniyet ve Sanat Tarihi”, “Türk Sanatının Kökleri”, “Selçuklu Sanatına Bir Bakış”, “Selçuklu Mimarisinden Anadolu Beylikler Devri Mimarisine Doğru”, “Ön Asya’nın Sanat Zirvesi: Osmanlı Mimarlığının Sinan Devri”, “İstanbul’un Fethinden Sonra: Yücelen Mimarlığımızın Yanında Çöken ve Gelişen Sanatlarımız”, “Mimarlıkta Haşmetten Çöküşe Doğru” ve “Bugünkü Mimarlığımız…”
Remzi Oğuz Arık, ta Orta Asya’dan başlayarak sanatımızın başlangıç serüvenini, Anadolu’daki yansımasını, diğer medeniyetlerle etkileşimini, Selçuklu, Beylikler, Erken Osmanlı (1325-1480), Klasik Osmanlı (1480-1702), Türk Barok Devri (1702-1826) Çökme Devri (1826-1908) ve Günümüz Mimarisi’ni kapsayacak şekilde irdeliyor. Mimarimizin gelişim ve çöküş süreçlerini sebepleriyle birlikte detaylarıyla ele alıyor.
Türkiye’ye ve Türk sanatına dikilen mezar taşları
Remzi Oğuz Arık, Barok devrinin sonu ile çöküş devri mimarimiz hakkında şu tespitleri yapar: “Baştanbaşa her şeyi yağma edilen, bölüşülen, beklenmedik tuzaklara düşürülen bir milletin güzel sanatlarından bahsedilemez. Gerçekten de; musikimiz, yazımız ve etnografya malzemesi haline düşen halk sanatlarımız bir yana, Türk güzel sanatları diye bir şey kalmamış gibidir. Sultan II. Mahmud Türbesi, bu yeni devrenin ilk sınır taşı olarak alınmaktadır. İnce ve beyaz silueti denizin mavi fonu üstünde daima hoşa giden Ortaköy Camii, Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe Camii, Aksaray’da garip bir gotik ve Hint bulamacını andıran Valide Camii, Çırağan Sarayı, Haydarpaşa’daki Tıbbiye ve Galata’daki Osmanlı Bankası, Yıldız Camii bu bahtsız ve karaktersiz devrin, hemen hepsi ecnebi mimarlar eliyle Türkiye’ye ve Türk sanatına dikilen birer mezar taşıdır…” Bu devirlerin şekil sanatları bakımından tek harikasının “yazımız” olduğunu ifade eden Arık, Şeyh Hamdullah, Derviş Ali, Hafız Osman, Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Abdullah Zühdü ve Mehmed Şevki Beyler gibi üstatların ismini zikrederek, Hattat Mustafa Rakım Efendi’yi bu dönem yazımızın Leonardo da Vinci’si ilan ediyor.
Müellif, “Arkeolog Gözüyle Avrupa” başlığı altında Sorbonne Üniversitesi ve Louvre Arkeoloji Enstitüsü’nde eğitim gördüğü sıralarda Avrupa’da çeşitli ülkelere yaptığı bilimsel gezileri anlatıyor. Almanya, Avusturya ve Macaristan gibi Avrupa ülkelerinin önemli kentlerinde yapılan arkeoloji ve müzecilik faaliyetlerini ayrıntılı bir şekilde okuyucusuyla paylaşıyor.
“Sanatkârın Yalnızlığı” başlığı altında ise sanayi devriminden sonra Avrupa’da gelişen, daha sonraları dünyayı da etkisine alan, bireyselci, sınırsız özgürlük akımının sanatkârı nasıl yalnızlaştırdığını ve halk tabakaları ile irtibatının nasıl koptuğu hususunu zarif bir üslupla anlatıyor. Evet, bugün toplum ile sanatçı arasında anlam ve kavrayış sorunu vardır. Hatta aralarında bir uçurum vardır ve bu Batı’nın eseridir. Bu sorunun üstesinden bugün dahi gelinemedi. Kısa vadede de çıkılacak gibi görünmüyor. Müellif, “Türk Medeniyet ve Sanat Tarihi” başlığında bunun cevabını da veriyor. Diyor ki: “Büyük sanatkârlar, büyük dinlere dayanan, mabedi ve mabudu tanıyan, büyük medeniyetlerin meyvesidir…” Batı, uzun bir zamandan beri dini yok saydı, ona savaş açtı. Her olayı ve olguyu pozitif bilim anlayışıyla yorumladı. Bu feci durumdan sanat ve sanatkâr da nasibini aldı. Durum tersine dönmedikçe doğal olarak vaziyette bir değişim söz konusu olmayacaktır.
25 alt başlıktan oluşan 2. Bölüm, kazılar, hafriyatlar ve arkeoloji çalışmaları üzerine kaleme alınmış ve muhtelif dergilerde yayımlanmış yazılardan oluşuyor. Ankara, Alişar, Kurular, Göllüdağ, Alacahöyük, Truva, Çankırı ve Kusura, bu kazı-hafriyat çalışmalarından bazılarıdır. Eserde bunların dışında da o dönemde yapılan kazı-arkeoloji çalışmalarının yer yer kronolojisi veriliyor. Yine bu bölümde Arık’ın, tarih, müzeler, arkeoloji, inceleme ve araştırma üzerine bazı yazılarını görüyoruz. Eserde kazı ve hafriyatlarla ilgili yüzlerce fotoğraf da yer alıyor. Bu fotoğraflar arasında, kazı alanları, mekânlar, yapılar, planlar, haritalar, muhtelif sikkeler ve objeler bulunuyor.
İsmet İnönü’nün vakıf eserlerine yönelik hassasiyeti!?
Çalışmada Cumhuriyetin ilk yıllarında tarihi eserlerin korunmasına yönelik bazı yazışmalara, bildirilere ve belgelere de rastlıyoruz. Bunlar, Başvekillik, Maarif Vekâleti, Kültür Bakanlığı, Türk Tarih Kurumu, Müzeler Dairesi ve Antikite ve Müzeler Direktörlüğü arasındaki yazışmalardan oluşuyor. Yazışma içeriklerini hayli ilginç bulduğumuzu söyleyebiliriz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarihi ve kültürel mirasımızın yara aldığı, tahribata uğradığı ve büyük bir bölümünün yok edildiği apaçık gerçek. Bununla birlikte o devirlerde de artık bu tasalluta bir son verilmesi gerektiğinin altı çizilmiş. Yukarıda da dile getirdiğimiz üzere bu minvalde pek çok bildiri ve genelge yayınlanmış ve dağıtılmış. Ancak bunlar ne kadar etkili oldu? Bunu tam olarak kestiremiyoruz. Altında dönemin Başvekili İsmet İnönü’nün imzası bulunan bazı direktifler oldukça dikkat çekici. Bahse konu direktiflerden bazı bölümler şöyledir: “Müteaddid tebliğlere aykırı olarak yine bazı vilayetlerde idare amir ve belediye reislerinin vakıflar akar ve hayratına karşı kanunsuz ve yolsuz harekette bulundukları ve yıkılmak üzeredir diye sapsağlam binaları çarçabuk yıktırdıkları ve daha buna benzer hareketlerle hem evkafı, hem ulusal kültürü yaraladıkları anlaşılıyor. Kanunlarımızın gösterdiği yollar dururken bu gibi hallere sapanların kendilerini ağır mes’uliyete koymuş olacaklarını bildiririm. Türklüğün yüksek âbidatına ve yadigârına karşı saygı beslenmesini isterim…”
Bütün valiliklere gönderilen başka bir direktifte ise şu ifadeler yer alır: “Milli varlığımızı ve medeniyetimizi bugün ve gelecek asırlarda dünyaya tanıtan ve tanıtacak olan kıymetli abidelerin manalı, manasız bahanelerle yıkılması değil, bilakis beşerin ve tabiatın tahribatına karşı titiz bir itina ile korunması mültezemdir. Yalnız kanuni bir vazife değil, milli bir borçtur…”
Tek Parti döneminde camilerin ahıra çevrildiği, pek çok tarihi eserin yerle yeksan olduğu veya hoyratça kullanıldığı sürekli dillendirilir. Elbette sebep her ne olursa olsun yapılan icraatların en büyük sorumluluğu dönemin iktidarınındır. Bununla birlikte her dönemde olduğu gibi o devirlerde de durumdan vazife çıkaran, kraldan çok kralcı kesilenlerin varlığına bu vesileyle bir kez daha açık ve net şekilde şahit oluyoruz. Muhtelif raporların, analizlerin ve gözlem notlarının çalışmaya ayrı bir değer kattığını, bu yönüyle eserin dönemine ayna tutan bir belgesel niteliği taşıdığını da zikretmeliyiz.
Müellif çalışmalarının büyük bir kısmını erken cumhuriyet döneminde yapmıştır. Bilinen bir gerçektir ki bu dönem kültürel mirasımızın korunamaması ve kimi vakıf eserlerinin akıbeti açısından gayet tartışmalıdır. Bu sebeple çalışmayı dönemin tamamı için referans kabul etmek doğru bir tespit sayılmaz. Tarihin bütün dönemlerinde doğrular ve yanlışlar hep olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Meşhur bir deyim vardır: “Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Tarih bir bilgi ve tecrübeler birikimidir.” Tarihe küfredilmez ve tarihle övünülmez. Bize düşen tarihe ibret nazarıyla bakıp ondan ders çıkarmaktır. Gerisi laf-ı güzaftır.
Mesleğine âşık hakiki bir arkeolog
Eserde, arkeoloji çalışmaları ve 1950’li yıllara kadar olan gelişim süreçleri hakiki bir arkeolog hassasiyetiyle inceleniyor ve gelecek kuşaklara aktarılıyor. Müzeciliğimizin Osmanlı’daki ahvali, Cumhuriyet döneminde bu alanda atılan adımlar ve 1950’li yıllara kadar gelişim süreçleri mesleğine âşık hakiki bir arkeolog tecrübesiyle inceleniyor ve gelecek kuşaklara aktarılıyor. Adana, Erzurum, Kayseri, Diyarbakır, Ankara, Konya, Eskişehir, İzmir, Hatay ve Mardin gibi pek çok şehrimize olan seyahat, inceleme ve araştırma yazıları da ilgi ile okunması gerekli bölümlerden.
Sanat tarihi açısından ufuk açıcı bilgiler içermesi ve ülkemizde arkeoloji çalışmalarının gelişim sürecinin incelenmesi bakımından kıymetli bir eser olarak gördüğümüz bu çalışma, özellikle sanat tarihi ve arkeoloji öğrencileri için adeta bir başucu kitabı özelliği taşıyor. Sadece sanat tarihi ve arkeoloji öğrencileri için mi? Elbette hayır. Çalışma, tarih, kültür sosyoloji, müzecilik, etnografya ve coğrafya gibi daha pek çok bilim dalı için de rehber niteliği taşımaktadır.
İnanç, azim, kararlılık
Eserle ilgili bir hususun daha altını çizmekte yarar var. Yukarıda değindiğimiz üzere çalışma oldukça hacimli. Sanat tarihi yazıları ve arkeoloji-kazı yazıları iki ayrı kitap halinde basılsa daha iyi olur muydu, diye düşünmeden edemiyoruz. Hem elde rahat dolaşması, taşınması kolay olurdu hem de kimin hangi alana ilgisi varsa o bölümü okurdu. Şahsen ben sanat tarihi bölümüne daha ilgiliyim. Eminim kazı ve arkeoloji çalışmalarına ilgili olanlar da bu bölümü tercih edeceklerdir. Bunun yanında böylesine devasa bir eserin sonunda dizin bölümüne de yer verilseydi herhalde daha şık olurdu. Bu eksiklik sanırım ikinci baskıda ele alınıp giderilebilir.
Adamakıllı bir makale yazmadan kariyer planlaması yapanların, bir an önce makam işgal etme telaşında olanların sonradan pişman olmamaları için bu ve benzer çalışmaları inceleyip vaziyetlerini buna göre almalarını tavsiye ediyoruz. Zira her zaman söylendiği gibi “hiçbir başarı rastlantı değildir.” Arkasında inanç, azim, kararlılık ve büyük gayretler vardır. Çalışmanın her sayfasında buna şahid oluyoruz.
Alanında önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız böyle bir kaynak eseri kültürümüze kazandırdığı için Dergâh Yayınları yöneticilerini, hazırlığını yapan Ezel Erverdi ve M. İhsan Kara’yı tebrik ediyor, teşekkürlerimizi sunuyoruz…
Remzi Oğuz Arık, Türk Sanatı ve Arkeolojisi Yazıları, Dergâh Yayınları
Nidayi Sevim
Teşekkürler.?