Rabbini bilen, nefsini tekrar bilir

Tasavvufi eğitimin temelini oluşturan seyr-i sülük; aslında insanın, iç dünyası ile olan muhasebesi neticesinde başlanılan bu yol, içten dışa, parçadan bütüne ilerleyen bir sorgulamadır. Gönül Sığırcı yazdı.

Rabbini bilen, nefsini tekrar bilir

Şeyh Galip’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen”, Niyaz-i Mısrî’nin “Gökte uçarken seni indirdiler / Nur iken adın Niyazi dediler”, Yunus Emre’nin “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen” dediği ve tüm bu beyitlerin delalet ettiği nefis marifetine, kişinin (arifin) ancak kendi zatının hakikatine arif olması ile vakıf olacağını izah eder Muhyiddin İbnü’l Arabî. Ona göre arif, ancak gerçek bir arif olduğunda herhangi bir itikatla kayıtlı olmaz. Bir itikatla kayıtlı olmamak, yani arif kişinin inancında her türlü surete bürünmesi fakat zatında hiçbir değişiklik meydana gelmemesi ile beyan edilir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” kavlinden yola çıkılarak, Bursevî’nin de dediği gibi bu kavlin tam aksi dahi böyledir denilebilir. Yani “Rabbini bilen, nefsini tekrar bilir” Bu nefis marifetinin akabinde kitapta yedi tavır müşahede edilir.

Yedi tavır neticesinde ulaşılan asıl mana, İslam’ın ahlak temeli üzerine konumlandırılmış ve erken dönemde vücut bulmuş tasavvuf tanımının kapısını aralayacak ilk adımdır. İnsanın, iç dünyası ile olan muhasebesi neticesinde başlanılan bu yol, içten dışa, parçadan bütüne ilerleyen bir sorgulamadır aslında. Farabi varlığın var olup olmadığı ve ne olduğuna dair ilkeleri şöyle zikreder: “Şeyin ne olduğu, neyle olduğu, nasıl olduğu, neden olduğu ve ne için olduğu.” Tüm bu ilkeler, varlığın hem zatı hem sıfatları hususunda hakiki bir bilgiye ulaşmak için kullandığımız temel noktalardır.

Nefsini bilmek

Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin de bahsettiği, insanın kendi nefsine arif olması mertebesi, nefsini bilmesi, tanıması, kavraması ve onu tüm hakikatiyle idrak edebilmesi ile sağlanır. Bu kavrayış, mertebeler ilerledikçe kişinin kendi varlığının marifetinden geçerek yaratıcısının varlığının marifetine odaklanması ile son bulur. Bu son makam, cem makamı olarak adlandırılır. Bu mertebede yol alan salik, fena hali ile hiçliğe erişmiştir. Artık zat ne bir makama konumlandırılır ne bir sıfata tabi tutulur ne de bir hal ile mütealliktir. Hatta vahdet ehli bu makamı açıklarken “makam” kelimesini yalnızca tabir niyeti ile kullanır, bu noktanın esasında ne bir makam ne bir nişan olduğunu söylerler.

Kendimi kendim yitirdim yine bulayım kendimi
Hep olursun hiç edince yine kendin kendini

Yedi tavır nihayetinde beş ilahi mertebe (alem) söz konusudur. Bursevî’nin izah ettiğine göre “Allah Teâlâ'nın zatına ve sıfatına nihayet olmadığı gibi hakikatte âlemlere dahi nihayet yoktur. Zira âlemler O’nun tecelligâhıdır. Fakat bu âlemlerin varlığını anlatmak için on sekiz bin demişlerdir...”. Bunlar, mutlak bilinmez olan “Mutlak Gayb”, nurani akıl ve nefisleri barındıran “Ceberut”, arzdan arşa kadar her şeyi kapsayan “Melekût”, göz önünde bulunan “Mutlak Şuhud” ve kendisinden önceki bütün mertebeleri içerisinde toplayan ve ism-i azam makamında bulunan “Kâmil İnsan” âlemleridir.

Sen kendini küçük bir cürm sanarsın
Halbuki büyük alem sensin ve o sende gizlidir

Menzil vuslata ermek

Arifin bu sülûk faslını nihayete erdirmesi ancak nereden gelip nereye gideceğini bilmesi ile bu da üç kısma ayrılan seferlerin izahı ile mümkündür. Bu seferlerin başlangıcı, Allah’ın şehadet âleminde zuhurunu dilediği hakikatin külli akılda tasavvur edilişidir. Külli akıl bu noktada Allah’ın aynası ve ilmi gibidir. O hakikat ise külli akılda terbiye olduktan sonra külli nefse gelir. Bursevî bu mertebeyi şöyle izah eder: “Bu mertebe, aşağıların en aşağısıdır fakat aynı zamanda külli akıl ve yücelerin yücesi olan mertebelerin başlangıcıdır.” Bundan sonraki sefer hakikat i Muhammedîye de denilen müşahede mertebesidir.

Yine Bursevî’nin izahı ile bu mertebe has vuslattır ve “Pirlerin gayreti ve himmetiyle vasıl olmak gerekir.” Bu mertebe salikin yetişkin hale gelmesi olarak adlandırılır. Son sefer olan üçüncü sefer ise Hakk’tan halka seyir ve seferdir ki bu Allah’tan başlayıp Allah’ta beka olma manasına gelir. Arif bu noktaya geldiğinde artık diğer insanların irşadı ile iştigal etmek durumunda olduğu için mertebesinden manevi bir nüzul gereklidir. Zahirde halk ile batında Hak ile olmak da derler. Kâmil insanın bu makama inişi, yükseliş olarak adlandırılır.

Büyüyenay Yayınları tarafından geçtiğimiz aylarda yayımlanan Lübbü’l-Lübb (Özün Özü) adlı esere göre insanın kendi nefsine arif olması meselesi, insan-ı kâmilin Tanrı tasavvuru, yine insanın hakikat bilgisine ulaşabilmesi için vakıf olması gereken yedi tavır, beş mertebe ve üç seferden oluşmaktadır. Kitap, İsmail Hakkı Bursevî’nin, Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin Fütuhatü’l Mekkiye adlı eserinden birtakım pasajları şerh etmesi ve bu şerhin yanında soru ve cevaplar, faydalı bilgiler ve hikâyeler sunması ile konuyu dikkat ve rikkatli bir şekilde ele alıyor. Eserin yazım sebebi ise, Arapçaya hâkim olmayan kimselerin bu gizli hazineden faydalanabilmesi olarak açıklanmış. Bu izah-ı izah niyetiyle kaleme alınan yazı ise esere bir nebze olsun ışık tutmak adına sizlerin huzuruna sunulmuştur…

Gönül Sığırcı

YORUM EKLE