Değişik tatlara alışkın olmamak, gittiği yerde yattığı yatağı yadırgamak, alışılagelmişin dışında bir şeyle karşılaştığında manasızca bakmak… Bütün bu fiilleri, yaptığımız okumalar karşısında da duyumsarız. Rutin okumalarımızın tadını kaçıran kitaplar dilimize değen yabancı bir tat gibidir. İçimizin girdaplarını bilen, tabiri caizse bir çatı gibi kalbimizin üzerine kurulan kitapların dünyasından; farklı bir yerden konuşan, bakan, anlatan kitapların dünyasına girdiğimizde sayfalarda garip garip geziniriz. Yadırgamak duygusudur bu. Kişisel okumalarım için böyle bir gözlem yaptığımda, Güray Süngü kitaplarının bende bir tat alamama ve yadırgama hâlini bıraktığını görüyorum.
Başlangıçta Süngü kitaplarını okumak çok zevkli gelmiyordu. İlk okuyuşlarım boyunca Süngü’nün anlatımını hep yadırgadım. Bir kitabını okumaya başladığımda defalarca pes ettim, kapattım kitabın kapağını. Bir insan neden kitap okumak ister? Öğrenmek, bilgilenmek, dinginleşmek, malumat sahibi olmak, manen-ilmen bir doyuma ulaşmak, gürültüden uzaklaşmak, kendini dinlemek ve saire… Süngü’nün kitapları karşısında ise gerilen, sürekli tedirgin olan bir insana dönüşmekti benim durumum. Bunun için kitap okumaz herhalde hiç kimse. Fakat okuya okuya bir aşinalık kazandığımın; bir şeyler duymaya, görmeye, tam olmasa bile bir şeyler anlamaya başladığımın farkına vardım. Vardıkça Süngü’yü inatla okumaya devam ettim. Klasik anlatım tekniğine ve düz anlatıma adapte olmuş bir zihnin, Süngü’vari bir anlatım karşısında başka bir tavır içinde olması beklenemez herhalde. Burada Şaban Sağlık’ın şu cümlelerini anmak isabetli olur: “Postmodern edebiyatın özelliklerinin başında, bu nitelikteki edebiyat metinlerinin anlaşılma sorunu gelir. Geleneksel edebiyatın rahat okunan kurgusuna alışmış okur, modernist edebiyatın katışıksız yaratıcılık anlayışının, avangardist biçim oyunlarının içinde kendini yitirir ve anlamadığı bu metinlerden giderek uzaklaşır.” (Hikâye/Anlatı/Yorum, Hece Y., s.65) Şimdi herhangi bir yerde bir şey okuduğumda “Güray Süngü’vari bir şey var bu cümlede” diyebiliyorum; “Sanki Süngü’nün etkisinde kalınmış, Süngü’den alıntı yapılmak istenmiş” gibi cümleler kurabiliyorum. Buraya kadar söylediklerim tamamıyla öznel düşüncelerimdir. İnatçı bir okurun, farklı bir anlatım karşısında hissettikleriyle yüzleşmesidir.
Güray Süngü romanları, sıkı bir beyin jimnastiği istiyor
Bir öykü/ şiir/ roman/ deneme yahut da kısacık bir cümle ilk okunduğu anda okuyan kişide duygu cihetiyle mâ’kes bulur. Bu nedenle ilk olarak nasıl söylenildiğindeki maharete değil de söyleyenin söyleyişinde duygu var mı yok mu ona bakarız. Bu duygu, önümüzde duran metne/ kitaba/ esere karşılık bizde bir okuma isteği uyandırır. Bilge Karasu’nun “Temel ilkem, herhangi bir kitabı, herhangi bir anda, istediğim için, istek duyduğum için okumak. İstek duymadığım bir kitap, karşımda duruyorsa, beni rahatsız bile edebilir” demesi boşuna olmasa gerek… Karşımızdaki metinle ilk bakışma hâlimiz, bir insanın bir insanla ilk bakışmasındaki hâl gibidir. Dolayısıyla metin ne kadar tanıdık şeyler söylüyor, ne kadar tanıdık duygular uyandırıyorsa her anlamda odağımıza yerleşir. Şu cümlelerdeki duyguyu yaşatır: “O vakit, yanı başınıza koymuş olduğunuz kitaplardan birindeki en beğendiniz filan sayfayı bularak onu yeni ve daha yüksek bir hazla tekrar okuyorsunuz.” (P.V.Tieghem, Mukayeseli Edebiyat, BüyüyenAy Yay., s. 24) İnsanın Acayip Kısa Tarihi’ne bu cümleler eşliğinde baktığımda, sıcak bir nesneye dokunmak üzere olan bir çocuğa yapılan o etkileyici uyarıyı yapıyor bana: cısss.
İki türlü okuma şeklinin olduğunu düşünmüşümdür. Birisi mecburen yaptığımız okumalar, diğeri de tamamen haz almak, ruhumuzu kanatlandırmak için yaptığımız okumalardır. Aynı şekilde, bir eser karşısında iki tip okurun olduğunu düşünüyorum. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’ni haz duyarak, eserin atmosferine girerek okuyanlar olduğu gibi; söz konusu eseri tamamen incelemeci, çıkarımcı, çözümlemeci bir bakışla okuyanlar da olur muhakkak. Bu iki okuma şeklinin birleştiği eserler de vardır. İnsanın Acayip Kısa Tarihi karşısında meraklı bir okur tavrını takındım. Çünkü ciddi bir okur, filan bir yazarın anlatımının/eserinin kendisine neden heyecan verdiği, filanca bir yazarın üslûbunun kendisini neden sıktığı üzerinde durur ve düşünür. Yazarın söylediklerinin alâkasına değip değmediğini sorgular. İşte bu tavır benim en sevdiğim tavırdır.
Sıradan bir okur olmaktansa okuduklarından muhakeme etmeyi öğrenen, düşüncesini diri tutma gayretinde olan, şerh düşebilme cesaretini gösteren bir okur olmak her zaman daha iyidir. Öteki türlü olursa, yok sayan, görmezden gelen bir tavır içine girilir. Eser ve okur arasındaki ilişki salt beğeni duygusunun ötesine geçemez böyle olunca. “Beğendim” ya da “Beğenmedim” şeklinde yalnızca kişiyi bağlayan yorumlarla da edebî bir eserin hakkı teslim edilmez. Aksi hâlde Süngü’nün eserlerinin bendeki yorumu şu olurdu: “Durmadan hezeyanlarını sayıklayan, derin acılardan bile bir sürü absürt durumlar çıkaran bir yazar.” Fakat öyle mi? Güray Süngü, her şeyi ti’ye alan, yalnızca kendi psikolojik durumlarını anlatan bir romancı/öykücü mü?Böyle bir soruyu sormakla küstah bir cesaretin sınırlarında dolaştığımı, hatta o sınırı bile aştığımı düşünebilirsiniz. Fakat Derrida, “bir edebi eserin ya da kendi deyimiyle ‘metnin’ geçerli tek bir anlamı olmadığını, çünkü dilin, yazarın niyetlerinden bağımsız olarak serbestçe dolaştığını ve okuyucuların sayısı kadar fazla yorum, soru getirebileceğini savunur.” (Robert Fulford, Anlatının Gücü, Kolektif Y., s. 93, italik yazılan sözcük bana ait) Dolayısıyla bir esere, yazarının niyetinin ve görüşünün dışında yorumlar getirebilir ve sorular sorabilir okur. Bu cümleden hareketle yukarıda tırnak içinde söylediğim cümlenin arkasından böyle bir soru sorabilme cüretkârlığında bulundum. Vardığım sonuçlardan birisi, Süngü’nün metinleri karşısında ciddi bir gayret etmek gerektiği… Öykülerinden daha ziyade romanları, sıkı bir beyin jimnastiği istiyor. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’ninse Süngü’nün diğer romanlarından daha zor bir roman olduğunu, daha fazla zihinsel bir çaba istediğini düşünüyorum.
Parçalanmış hayatlar, derinliğini yitirmiş yaşamaklar…
Otto Kernberg’e göre öznel boşluk yaşantısı çekenlerin hayatları “insan dünyası, insanlar arasında anlamlı ilişkiler açısından ya da en azından bu hastaları içeren anlamlı, sevgi ilişkileri açısından boşalmıştır. (…) Günlük çevrelerinin genelde beğendikleri ve sevdikleri cansız nesneleri, yabancı ve acı verecek bir biçimde anlamsızlaşır.” (Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm, Metis Yay., s.188) Yani bu tip kişiler, kronik huzursuz ve mutsuzdurlar. Süngü’nün metinlerindeki tip/ kişi/ karakter bana bu şekilde yansıyor. Hatta işi arabeske vuran bir karakter varmış gibi hissediyorum karşımda. Fakat Süngü’nün metinlerini olabildiğince aralamaya çalıştığımda, aslında şu zamanların insanını çok iyi karakterize ettiği sonucuna varıyorum: Parçalanmış hayatlar, derinliğini yitirmiş yaşamaklar, aklının şirazesi dağılmış ve kalbinin ritmi bozulmuş insanlar… İlkin alaysı ve ipe sapa gelmez bir dil ve anlatım gibi gözükse de insanî meselelere ciddi bir şekilde kafa yoran ve canını sıkan bir anlatıcı-yazar çıkıyor karşımıza.
Her zaman kurulan bir cümledir: Birinci tekil şahısla anlatmasından dolayı okur romandaki/ öyküdeki kişiyi yazarın kendisi zannedebilir. Böyle anlatımlarda anlatıcı ve yazarın ayırt edilmesi gerekir. Birinci tekil anlatımların etkisi anlatıdan anlatıya değişmekle birlikte çoğu birinci tekil anlatımlarda yazar ve anlatıcı birbirinin yerine geçebiliyor okurun muhayyilesinde.Bu tip anlatıların kiminde yazar, anlatıcıyı susturup araya girebiliyorken kiminde sadece anlatıcıyı dinliyor okur. Süngü’nün birinci tekil anlatımında da sadece anlatıcıyı dinliyoruz. Yani anlatıcı geri planda kalmıyor, sürekli olarak metnin merkezinde bulunuyor. Böyle olunca karşımıza iki şey çıkıyor: Birincisi anlatıcıyı yazarın yerine koymak, ikincisi anlatılan karakterle kendini özdeşleştirmek. İkinci durumu yakalayan okurun, yazarın dil ve anlatım açısından başarılı olduğu kanısına varacağı kesindir.
Absürtlükler, yazarın dehasını ortaya koymada bir aracıdır
Güray Süngü romancılığınıhem diğer romanları hem de İnsanın Acayip Kısa Tarihi isimli romanı açısından değerlendirecek olursak karşımıza iki tür roman çıkıyor: Postmodern roman ve psikolojik roman. Karakter ve kişilerin ruhsal durumlarını, hissettiklerini ve zihinlerinden geçenleri hâl ve tavra dökmede; dışavurum açısından kişinin içinden geçenleri anlatmada, tahlil etmede başarılıdır Süngü. Bu yönüyle romanları, psikolojik roman olma özelliği gösterir. İç konuşmalar, bilinç akımı, iç çözümleme gibi ruhsal durumların sunulmasında aracı olan yöntemler de romanlarının psikolojik roman olarak değerlendirilmesinde etkendir.
İnsanın Acayip Kısa Tarihi kurgu-teknik, somut ve soyut gerçekliğin iç içeliği, içerik-dil ve anlatım, ciddi konuların alaycı bir tavırla anlatılması, zamanın şimdi’de olması ve mekânın sürekli değişmesi, metinlerarası ilişkiler, kişiler arası diyaloglar gibi yönleriyle postmodern romandır. Postmodern romanlarda, mantıklı, birbirine bağlı sebep ve sonuçlar yoktur. Postmodern anlatımların absürtlükler yumağı olduğunu söylesek herhalde haksız sayılmayız. Bu absürtlükler, yazarın dehasını ortaya koymada bir aracıdır. Karakterin konuşmaları, zaman ve mekânın bir somut bir soyut şekilde olması, gerçek ve hayali karakterlerin konuşarak/görüşerek temasta bulunmaları absürt durumlardan bazılarıdır. Anlatıcının baş ağrısı, mide bulantısı gibi fiziksel bir rahatsızlıktan bahsederken aniden manevî bir acıya geçiş yapması yine postmodern anlatılardaki bir absürtlük örneğidir. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’ndeki karakterin belirsizlikler içerisinde hareket etmesi mesela tuvalet ararken “Çare arıyor da olabilirim” demesi, ciddi bir durumla alaycı bir tutumun postmodern anlatılarda bir arada olduğunu gösterir. Mekânların belirsizlik içinde oluşu da postmodern romanların bir başka özelliğidir. Karakterin düşevine gitmesi, sonra cennette olduğunu söylemesi, Rio ve Lizbon’dan bahsederken birden kendini İstanbul metrosunda Yenikapı’ya giderken bulması bu duruma örnek olarak verilebilir. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’ndeki düşevi, nesneyi iyileştirmek üzere kullanılan buğuevi gibi bir şeye benziyor sanki. Buğuevi, yani, “Hastalık dolayısıyla mikroplu sayılan eşyanın sıcak buğu ile temizlendiği yer.” (TDK)
Gaflet, hakikat, gerçek-hayal, olgunluk, cahillik, ihtiyarlık, unutuş-hatırlayış-arayış gibi durumları postmodern bir dille anlatan İnsanın Acayip Kısa Tarihi kafamızı bir hayli karıştırıyor. Karakterin “belki bir deliyim, belki bir balık adamım, belki de bir doktorum, belki de bir deli doktoruyum, belki bir fizikçiyim” şeklinde kendisinin ne olduğunu ayrımsayamaması postmodern aklın şaşkınlığını anlatıyor. İhtiyar karakterin kendi romanını yazarken yaşadığı durumu İnsanın Acayip Kısa Tarihi’ni okurken yaşabilirsiniz: “Bazen böyle oluyor. Roman bir yerde tıkanıyor. Devam edemiyorum. Uzun bir süre. Gövdeme iki tonluk bir kaya koymuşlar da elimi kolumu oynatsam da altından kalkamıyormuşum gibi.” (İAKT, s.25)
Postmodern roman ve İnsanın Acayip Kısa Tarihi
Postmodern anlatılarda aristokratik, incelikli, üst perdeden bir dil ve üslubun yanında argo sözcüklere de rastlayabiliriz. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’nin karakteri, bir kentsoylu gibi konuşurken; “şordan, çimmek, küttedenek, de get, diğel” şeklinde konuşarak köylü ya da kendi deyimiyle “şehirli bir hödük” olarak çıkıyor karşımıza. Ayrıca karakter, bilinçli ya da bilinçsiz İtalyanca, Portekizce, Yunanca, Türkçe gibi diller biliyor ve konuşuyor. Konuşmasa bile anlıyor. Postmodern anlatının bir özelliği olarak bir dizi tuhaflıklar dizisi vardır Süngü’nün romanında: İhtiyar kadının sağır ve dilsiz olmasına rağmen konuşması gibi. Karakterin acıkma duyusuyla insanlaştığını hissetmesi ve bunun sonucunda elini çantasına atıp tomar tomar para yemesi de yine tuhaf bir sahnedir. Karakterin romandaki diğer kişilerle yalnızca kendilerinin anlayabileceği bir lisan ile konuşması bir başka tuhaflık örneğidir. “Kontotorikolokombotis dedim. Selam yani.” (İAKT, s.75)
Nurullah Çetin’in postmodern roman konusunda şöyle bir yorumu vardır: “Postmodern romanda tarih, siyaset, felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi unsurlar iç içe yer alır. Özellikle tarih, değişik açılardan irdelenir. Tarihi edebiyat malzemesi olarak değerlendirip onu yeniden üretmeye çalışırlar.” İnsanın Acayip Kısa Tarihi’nde, psikolojik ve sosyolojik çıkarımlar bir yana felsefî cümleler oldukça fazladır. Karakterin ontolojik sancılar çekmesi de felsefi açıdan ele alınabilir. Coğrafya, matematik, geometri, fizik gibi bilimlerin yansımalarını cümlelerde görebiliyoruz: “Ama mekânın algoritmik algısı düzlemsel açıdan paralellik arzeder, bu kuraldır. Onun bulunduğu coğrafya ya da benim bulunduğum coğrafya eşleşme açısından önem taşımıyor.” (İAKT, s.91) Tarihin değişik açılardan irdelenmesi ve yeniden üretimi/kurgulanması bahsine şu cümleler örnek olarak verilebilir. “Elmaların nerdeyse hepsi aynı boydaydı ama bir tanesi, hem de benim durduğum yerden bir kol uzanma mesafesinde olan bir tanesi, hepsinden daha büyüktü ve daha kırmızıydı. Gerçi benim içimden o an sanki ben kırmızı elma değil de sarı yeşil elma arası elma severmişim gibi bir hiscik geçti. Neyse, aldırmadım, mevzu netti, uzandım ve elmayı kopardım. Elimle sildim azıcık. Şöyle bir baktım. Evet, şimdi ısırıyoruz. Ağzıma götürdüm ve tam ısıracaktım ki… ağacın altında nereden çıktığını bile göremediğim bir afet, bir ahu, bir güzeller güzeli, bir inanılmaz şey, bir piridi vumın belirdi ve dur, dedi.” (İAKT, s.65) Romanda buna benzer, telmih türünden anlatımlar oldukça fazladır.
Metinlerarasılık açısından baktığımızda Süngü’nün eserlerinde Kur’an-ı Kerim’den izler görmemiz mümkün. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’nde Âdem ile Havva kıssasını farklı bir kurgu ve teknikle anlatması; insanın unutucu, nankör ve aceleci oluşunu vurgulaması; “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab-72) ayetini kendine has anlatımıyla kurguya yedirmesi ve dile getirmesi konuya ilişkin verebileceğimiz örneklerden birkaçıdır. İnsanın Acayip Kısa Tarihi’nde metinlerarasılığın pek çok tekniği mevcuttur: Alıntı-gönderge, anıştırma, gizli alıntı gibi. “Ellerim ellerim ve parmaklarım, bir narçiçeğini eziyor gibi değildi.” (İAKT, s.118) diyerek Sezai Karakoç’un “Ellerin ellerin ve parmakların bir narçiçeğini eziyor gibi” mısrasını dönüştürür. Böylelikle Monna Rosa şiirine göndermede bulunur. “Hayattan acıyı çıkar geriye ne kalır ki?” cümlesi Filli Boya reklamındaki “Hayattan rengi alın geriye ne kalır ki” sloganının dönüştürülmesidir. “Söyleyene değil söyletene bak” cümlesinin dönüştürülmesi ve yorumlanması şu şekildedir: “Ne söylendiği değil, söyleneni kimin söylediğine bakıyordu. Bütün cahiller gibi. Son insan ne söylendiğine bakmaya başlardı biraz olgunlaşınca. Daha sonra ise daha da olgunlaşınca yine ne söylendiğine değil, kimin söylediğine bakmaya başlardı. Çünkü söylenenin kimin söylediğine göre anlam taşıyacağını da öğrenmiş olurdu. En son en olgun hâlinde ise kimin söylediğinden ne söylediğine dönüş olurdu. Hayat bu döngüyle sürüp giderdi.” (İAKT, s.112) Aristoteles’in “İnsan düşünen bir hayvandır” sözü alıntılanarak “İnsan özgür bir hayvandır” (İAKT, s.81) şekline dönüştürülmüştür.
Kederli bir kitap
Postmodern metinlerde müellifin zekâsı ön plandadır. Yazarın metnin çatısını nasıl kurduğu, nelerle zenginleştirdiği, nasıl söylemeye çalıştığı önemlidir. Ne anlattığı ise tam bir kafa karışıklığına yol açar. İnsanın Acayip Kısa Tarihi, alışkanlıklarımızı, düz mantığımızı, hayata bakışımızı, yaşanılanları yorumlayışımızı bir süreliğine rafa kaldırmamızı isteyen bir roman. “Bir de bu açıdan bak” diyen bir roman. Kendi içerisinde değerlendirmeye çalıştığımızda postmodern tekniğin/tarzın birçok imkâna kapı araladığını söyleyebiliriz. Çünkü postmodern dediğimiz şey yalnızca yeni’den beslenmiyor, klasik olandan da besleniyor.
İnsanın Acayip Kısa Tarihi kederli bir kitap. Fakat kederden çok cümle yapıları ve anlatımla ilgilenmek, insanı o kederi duyarak okumaktan alıkoyuyor. Postmodernin istediği de bu galiba. Mehmet Narlı’nın Süngü öyküleri için söylediği “Evet, cümlenin ters yüz edildiği, kurgusal oyunların denendiği, zaman zaman anlatı-yazar-okur arasında bir ortaklığa imalarda bulunulduğu doğru olabilir. Böyle de olsa ben Süngü’nün ‘yazdığım roman ya da öykü bende şimdilik ve geçici olarak bir ağrıyı dindirecek, aynı şekilde hayata benim gibi bakan benim dışımdaki birkaç adamın da ağrısına iyi gelecek’ şeklindeki sözünün” İnsanın Acayip Kısa Tarihi için de geçerli olduğunu düşünüyorum.
Güray Süngü, İnsanın Acayip Kısa Tarihi, Dedalus Yayınları
Hatice Ebrar Akbulut