Yine farklı bir heyecanla bir kitaptan bahsedeceğim sizlere. Heyecanımın sebebi aynı: 21. yüzyılda bizler için çok sıradan olan bir hadisenin, eski zamanlardaki tezahürünü aktarmak. Nüfus cüzdanı ve pasaport kavramları hakkında ne düşünüyorsunuz? Nüfus cüzdanından ziyade pasaporta dair dönem dönem tartışmalar yaşanıyor hâlen. ‘Sınırların insanları birbirinden ayıran en büyük engel’ olduğu, pasaport olarak vuku bulan ‘diplomatik engeller’ sebebiyle ‘yüzlerce yıl evvel insanların ellerini kollarını sallayarak gittikleri coğrafyalara gitmek için şimdi türlü engelleri aşmak zorunda bırakılıyoruz’ söylemleri sıradanlaşmış durumda. Hakikaten böyle miydi bu durum?
Sınırları aşmak eskiden beri zor!
19. yy.’den 20. yy.’ye Osmanlı Topraklarında Seyahat, Göç ve Asayiş Belgeleri- Mürûr Tezkereleri isimli kitabında Nalan Turna, kitabın isminde geçen zaman aralıklarında coğrafyalar arası gidip gelmenin nasıl olduğuna, tarihî belgeleri baz alarak ışık tutmaya çalışmış. 2013’te Kaknüs Yayınları sayesinde kütüphanelerimize adım atan eser, heyecan verici gerçekten. Şu an türlü engelleri aşarak gittiğimiz coğrafyalara, 19. ve 20. yüzyıllarda, tahmin ettiğimiz ve belki de hayal ettiğimiz kolaylıkta gidilemiyormuş. Girişte temas ettiğimiz konuları hakikaten merak eden, Osmanlı Devleti’nde seyahat etmek isteyen bir Osmanlı’nın neler yaşadığını bu kitapta ayrıntılı bir şekilde görebilme imkânı buluyor.
‘Feodal düzen’den ‘kapitalist sistem’e geçişten, yani 16. yüzyıldan itibaren devletlerin halkı kontrolde tutmak amacıyla ortaya çıkardığı belgeler ile seyahat/ göç/ yer değiştirme kontrolü, ilk örneklerini 1548’te Prusya’da “pass” adı altında gösteriyor. İşsizlik, hastalıklar, fakirlik gibi etkenlerin tetiklediği durumlar sebebiyle, biraz daha ‘izole’ alan/lar hazırlamak amacıyla (her devletin yapabileceği bir reaksiyon diyebiliriz sanırım-E.E.) spesifik bölgelere gitmek zorlaştırılıyor zamanla. 16. yüzyıl Fransa’sında ‘iç pasaport’ bir iyi hali sahibi olmanın ispatı olarak ‘dinî otoriteler’ tarafından verilirken, 19. yüzyıla doğru ve 18. yüzyılın da sonlarında seyahat özgürlüğünü kısıtlaması yönüyle tartışılan pasaport, dünyada yavaş yavaş yayılmaya başlıyor. İlerleyen dönemlerde ise “pass” ve iç pasaport, yerini nüfus cüzdanlarına bırakıyor. Nüfus cüzdanları vatandaşlık haklarını talep etmek, yönetime katılımda bulunmak ve sosyal hizmek almak gibi konularda ön plana çıkan bir belge olurken, genel anlamıyla pasaport uygulamalarının da konjonktüre göre değiştiği belirtiliyor.
19. yüzyılda çıkıyor karşımıza ‘mürûr tezkeresi’
Osmanlı’da ise ‘hareketler üzerinde kontrol’, -'men’i mürûr' (geçişin engellenmesi) olarak geçiyor-, 19. yüzyıldan önceye dayanıyor aslında (mürûr, geçme ve geçiş anlamına geliyor). Osmanlı’da belirli bir süre tımar sistemi hasebiyle toprağını terk etmeyenlerin varlığının yanında terk edip kaçanlar da olmuş, bunlar cezalandırılmış. 16. yüzyılın ortalarında patlak veren Celâlî İsyanları’nın çıkması ile sistemin değiştiğini belirten yazar, 19. yüzyıldan önce İstanbul’a ciddi nüfus akışlarının olduğunu, bu sebeple göç hareketlerini kontrol altına almak amacıyla çeşitli önlemlerin alındığını söylüyor. (Kitaba yönlendirmesi anlamında bir ek: İsyanlar, Anadolu halkının İstanbul’a kaçmasına sebep oluyor; oluşan yığılmalar da İstanbul’a gidiş yollarına engeller oluşturmaya yönlendiriyor yönetimi.)
![]() |
Osmanlı’da 15. yüzyıldan itibaren seyahatlere ve göçlere verilen izinlerle alâkalı olarak “îl-cân- nâme”, “icazet”, “izn- i şerîf”, “hükm- i şerîf” denilen belgeler görülüyor. Kaynaklarda Müslümanlar’a ait pasaport uygulamasına ilk olarak “sicill”, “cevâz”, “evrâk’t- tarîk”, “varakatu’t- tarîk” isimleriyle, İslâm’ın ilk yüzyılarında rastlanıyor. Ayrıca “yarlığ” ismindeki belgelere ise İlhanlılar’da rastlanıyor. Yukarıda da bahsettiğimiz “îl- cân”, “îl- cân mektupları” ve “îl- cân- nâmeleri” isimleriyle bilinen belgeler, Fatih Sultan Mehmed döneminde mevcut ve Osmanlı’nın ilk pasaport uygulaması olarak görülmekte. Dönem dönem çeşitli isimlerle farklı belgelere rastlamaktayız. Bu belgelerin kullanım amacı seyahat eden kişiye ve seyahatin amacına göre değişiklik gösteriyor. Süreç içerisinde 19. yüzyılda ise karşımıza “mürûr tezkeresi” uygulaması çıkıyor.
Kitabın detaylarını, her bir sayfasını anlatmamız mümkün değil. Daha çok beni heyecanlandıran, sizleri de kitaba yönlendireceğine inandığım birtakım hadiseleri aktararak ve aralarda tezkerenin, Osmanlı’da coğrafya değiştirmek isteyen bireyin devletle olan ‘diyalogunun’ aktarılması yoluyla devam etmeye çalışacağım.
Ülke genelinde meydana gelen kargaşa, yaşanan savaşlar, ülkenin o anki durumu yani... Hep göç’ün seyrine etki eden olaylar olduğu için ‘yer değiştirmek politikası’nın belgeye dönüşmüş hâli olan mürûr tezkeresini de bu gibi olaylarla bağlantılı olarak ele almak gerekiyor. Bu, dönemin şartlarına göre değişiklik gösteriyor. Merak edenlerin kitabı muhakkak incelemelerini tavsiye ediyoruz. Meselâ ‘Ermeni olayları’nın yaşandığı dönemlerde Anadolu’dan İstanbul’a gitmek isteyen bir Ermeni, yalnızca ticaret yapmak için gidiyor olsa bile ‘siyasî meselelere karışacağı ihtimâline karşı’ detaylı bir araştırmaya tabi tutuluyor yerel görevlilerce. Eğer ‘temiz’ bulunursa İstanbul’a giden yolda kendisine lazım olan mürûr tezkeresini alma yolunda ilk engeli aşmış oluyor. Ayrıca yurtdışından Osmanlı topraklarına gelme çabasında olanların hikâyeleri de okuyucunun hayretle okuyacağı kısımlardan olacaktır.
Bahsi geçen ve kitabın esas konusunu teşkil eden mürûr olayının istikrar kazanması, 19. yüzyılda oluyor. Sürece bakıldığında dönem dönem yayınlanan nizâmnâmeler, mürûr uygulamasının o dönemki güncel şartlarını halka arz ediyorlardı. Bir işini görmek veya işe girmek maksadıyla İstanbul’a gelmeyi planlayanların miktarının gereğinden fazla olmaması, özellikle de iskelelerde, hamamlarda ve sanat/ meslek sahiplerinin dükkânlarında çalışanlara dikkat edilmesi, mürûr uygulamasına dönük hazırlanan politikalarda dikkat edilen temel unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Tutulan kayıtlardaki hassasiyet, Osmanlı Devleti’nin o ünlü ve sürekli bahsedilen şekliyle karşımıza çıkıyor. “Kastamonu Jurnal Defteri”, Şer’i Mahkemesi sicilleri arasında seyahat izinlerinin yer aldığı jurnal defterlerinden, yani mürûr defterlerinden biri. Kadıların yanlarında taşımaları ile bilinen bu defterlerin çok azının devlet arşivlerinde bulunduğunu söyleyen yazar, 1836- 1837 ile 1838- 1839 yılları arasında tutulan Kastamonu Jurnal Defteri’nin bizlere seyahat izni verilenlere dair detaylı kayıtları gösterdiğini belirtiyor. İdari amaçlı tutulan bu defterde, bir yıllığına geçerli olan mürûr tezkerelerinde nereye, ne için ve ne kadar süre ile gidileceği yer almakta. Kişilerin kadın veya erkek, Müslüman veya gayrimüslim oluşları, bıyıklı yahut sakallı mı olup olmadıkları da kayıtlara alınıyor. Seyahat izinleri dışında bu defterlerde ölüm, doğum, eğitim, nikâh, çocuğa isim verme, erzak almak, ticaret yapmak, uygunsuz vaziyette olmak gibi kayıtların yer aldığı da belirtiliyor. Tezkereyi alabilmek için özel durumları olanlara (örneğin, ticaret yapan bir kişiye) anlayış gösterildiğini görüyoruz.
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Hikâyesiz göç mü olur?
Seyahate dair bir mevzu söz konusu olduğu zaman, orada hikâye eksik olmaz. Mürûr tezkeresi alma çabasında olan insanların hikâyelerine de yer veriliyor kitapta. Bir arşiv belgesine göre Hüseyin ve eşi Şerife Safiye, kızları Hatice Münife için dilekçe vermişlerdi (bu kısımda, o dönem yaşanan ve üzerinden yüzlerce yıl geçmiş bir hadiseyi, Münife, Hüsetin ve Safiye’yi izler gibi okumak gerçekten okuyucu olarak bana farklı bir haz verdi; sanırım, tarihin ‘tozlu’ sayfalarında kaybolan ve fakat o dönem gerçekten etkilediği kişiler için oldukça öneme sahip olan olaylar beni heyecanlandırdığı içindi bu durum- E.E.). Hüseyin ve Şerife Safiye, Divriği kazâsına giden kızlarının İstanbul’a dönmesi için izin istemekteydi. Belgeye göre Hatice Münife, “Kapan-ı Dakîk” (Unkapanı) tüccarından İsmail ile evli. ‘Hava değişimi’ için birlikte Divriği’ye gidiyor karı- koca ama İsmail, eşi Hatice Münife’yi küçük çocuğuyla beraber bahsi geçen yerde bırakıyor ve İstanbul’a dönüyor. Bu sebeple anne baba (Hüseyin ile Safiye), kızlarının başkalarının kapılarında perişan bir halde kaldığını söylüyorlar ve zorluk çekip ağladığını, “âh ü figân eylediğini” ifade ediyorlar ki geri dönülmesine müsaade edilsin.
Bu şekilde, sefalete düşmek, zor durumda kalmak gibi ifadeler içeren mürûr tezkeresi taleplerine sıkça rastlandığını ifade eden Nalan Turna, kayıtlarda geçen hikayeleri alıntılamaya devam ediyor. Tüccardan Mehmed Emin, eşinin ve kızının bakacak kimseleri bulunmadığından dolayı, ‘duçâr- ı sefâlet’ olduklarını belirterek İzmit’ten İstanbul’a gelmelerini isterken Duhan tüccarından Tekelioğlu Ahmed Ağa da eşi ve iki kızının Kastamonu’dan İstanbul’a gelmesini isterken benzer ifadeleri kullanmayı tercih ediyor. Yine Ali Efendi, Boyabad/ Sinop’ta vergi alınır emlâk ve hânesi olmadığını, kendisinin hayli zamandır İstanbul’da olduğunu, eşinin yalnız ve “bî- mekân” kaldığını ve zorluk çektiğini belirterek durumunu -yazarın ifadesiyle- ‘dramatize’ etmekte.
Hatice adlı bir başka kadının öyküsü ise daha farklı. Üç sene evvel aşçı esnafından Kâhyaoğlu Hacı Mustafa ile evlenen, daha sonra da eşiyle birlikte Bolu kazâsının bir köyüne giden kızı için yazıyor dilekçeyi Hatice. Dilekçeye göre dâmâdı eşine kocalık vazifesini yapmıyordu, Hatice’nin tabiriyle eşi hanımına “muâmele- i zevciyyet üzere” değildi ve daima karısına hakaret ediyordu. Hatice, kendi durumunun da iyi olmadığını eklediği dilekçesinde iş görecek durumda olmadığını, “alîle ve ihtiyâre” olduğunu belirterek kızının gelmesini -yine yazarın tabiriyle- ‘garantiye almak’ çabasındadır. Hatice ayrıca kızının babasından kalan mirası koruması gerektiğini de yazıyor dilekçeye. Sevdiğine kavuşmak arzusuyla dilekçe yazarak tezkere talebinde bulunanlar da mevcut. Havva, İstanbul’a sözlüsü Mehmed Şaban’ı görmek için gitmek isterken Emine, Trabzon’dan İstanbul’a, talibi çıkması dolayısıyla annesi ile gitmek istiyordu.
Eğitim amacıyla başvuranlar da görülüyor: Sivas Belediyesi tabibi Artin Efendi’nin iki oğlu tatillerini geçirmek için memleketlerine gidiyorlar ve İstanbul’a geri dönmek amacıyla mürûr tezkeresi talebinde bulunuyorlar. Yine Sivas Katolik cemaatinden olup eğitim almak amacıyla Dersaadet Katolik Rahibehânesi’ne gitmek isteyen ve biri 14, diğer 18 yaşında olan iki kızın mürûr tezkeresi talepleri de var ve kabul ediliyor. Bir başka öyküde ise konu Kayseri Katolik cemaatinden Serpuhi adlı rahibe ve 8 yaşındaki yeğeni, Sebastiyan Esteban Efendi refakatinde, Beyoğlu’ndaki rahibeler manastırına kabul olunmak üzere İstanbul’a gitmeleri. Türlü türlü amaçlarla tezkere başvurusunda bulunulduğu kitap boyunca da okuyucunun dikkatini çekecektir. Yazıyı renklendirmesi ve kitabı ilgi çekici bir hâle getirmesi anlamında birkaç tanesini paylaşmış olduk. Ama kitabın arkasında geçen ve anlatmadan geçemeyeceğimiz, Mustafa’nın, yani Nişan Ohannes’in koşturmaca hikâyesi ise başka bir tat bırakıyor yüreklerde.
1898’de Mustafa isimli bir adam Hicaz taraflarına gitmek amacıyla mürûr tezkeresi amacıyla başvuruda bulunuyor ve herkese yapılandan farksız bir şekilde, nizâmnâmenin gereği olarak tahkikat yapılıyor. Aslında adamın Erzurumlu olduğu ve Kayserilioğlu Nişan Ohannes isminde bir Ermeni olduğu ortaya çıkıyor. 7 yıl evvel, yani 1891’de Batum’a gidip orada 2 buçuk sene kalan Ohannes Bey memleketi Erzurum’a geri döner. Kendi ifadesiyle ‘Ermeni işleri’ henüz son bulmadığından, 15 gün kadar Saraç ustalarından Arif adlı bir adamın evinde saklanmak zorunda kalır ve sonrasında Sivas Kasabası’na, oradan da Yozgat ve Kayseri yoluyla Adana’ya gider. Burada 2 ay kadar pamuk tarlalarında çalışıktan sonra İskenderun’a, daha sonra sonra da Magosa Kasabası’na gider ve 1 buçuk yıl kadar Şamlı Ebu Reşid adlı birisinin yanında yazmacılık yapar. Mustafa Bey’in, yani Nişan Ohannes Bey'in macerası Lefkoşa’da devam eder. Uzun yıllar Lefkoşa Kasabası’nda kalır ve Nalband Hacı Ali adında birisinin nasihatleriyle Müslüman olur. Devamında 9 ay kadar kalacağı Beyrut’a geçen Mustafa Bey, burada Beyrut İskelesi’nde kömürcülük yapar. Sultaniye Kasabası’ndan sonra Kıbrıs’ta Tuzla İskelesi’nde tütün ameleliğine girer. Kendi ifadelerine göre, Halep Vilayeti’nden Lefkoşa’ya firari giden bir Ermeni cemaati bulunmakta imiş. Yapılan tahkikatta adamın durumunun karmaşık olduğu ve diğer Ermenilerle ‘siyasi’ bir ilişki içerisinde olabileceği kanısına varılıyor ve ilgililerden, adamın hâl ve hareketlerine dikkat edilmesi istenmiştir.
Esnek ve akışkan bir yapıda Osmanlı toplumu
Kafalarda canlanma ihtimâli bulunan ‘elini kolunu sallayarak’ gezme hadisesinin en azından son 5 asırdır olmadığını görüyoruz. Elbette şu anki gidip gelmelere nispeten daha kolay bir sistem izlenimi var. Yine de denetimin, göçleri sınırlandırmanın bir ‘devlet refleksi’ olarak görülmesi gerektiği apaçık bir gerçek. Yazarın son kısımda da belirttiği gibi bilgi ve yazılı belgeler üzerinden iktidarı pekiştirme veya kurma süreci yaşanmıştır. Bu Osmanı Devleti de olsa, bir iktidar mevcut ve bir şekilde denetlemesi gerekiyordu. Tabi ki bu denetim beraberinde bazen de direnişleri meydana geldi. Bu tip direnişler, iktidarın da değişikliklere gitmesine sebep oldu. Farklı farklı nizâmnâmeler ve farklı isimde belgeler de bu ‘dinamizm’in sonucu olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, Turna’nın da söylediği gibi Osmanlı toplumunun kapalı bir yapısının olmadığı, kurulan ilişkilere bakılarak esnek ve akışkan bir yapının varlığından söz edilebilir. Zira bu dinamik süreç, devlet ile beraber imamlar, muhtarlar, patrikler, hahambaşları, kethüdâlar, odabaşılar, konsoloslar, seyahat edecek bireyleri ve daha birçok kişiyle meydana gelen kaçınılmaz bir gerçektir. Mürûr tezkeresine ait ciddi detayları merak edenlerin, yazar Nalan Turna’nın ciddi emek vererek hazırladığı izlenimini ilk satırından son satırına kadar verdiği bu kitabı kaçırmamasını tavsiye ederiz.
Esad Eseoğlu seyahat ediyor heyecanıyla aktardı
Not: Görselleri büyütmek için üzerlerini tıklayınız.