Bir yazar için yaşayan birini yazmak zordur. Hele bu isim görünmekten uzak duran bir kişilikse işiniz daha da güçleşir. Tarih bize sürekli büyüyen insanlık ağacına bir çentik atarak iz bırakmış isimlerin ancak öldükten sonra değerinin anlaşıldığını hep göstermiştir. Fakat yaşarken kıymetini bilmemiz gerekenler vardır. Onlar kendilerini toplumun gözünün içine sokmaktan kaçınsalar bile yaptıklarının, düşüncelerinin insanlık için ürettikleri metinlerin bilinmesi, gelecek kuşaklara aktarılması gerekir.
Birçok biyografik kitap yazan Sıddık Akbayır, “Yoktur Gölgesi Türkiye’de: Sezai Karakoç” kitabında bu sefer Sezai Karakoç portresiyle karşımıza çıkıyor. Karakoç’u tanımak, anlamak için iyi bir giriş kitabı diyebiliriz. Biyografilerde genelde mekanik anlatımlarla kuru belgeler ve alıntılar yer alır. Fakat Sıddık Akbayır, akıcı bir üslupla Sezai Karakoç başta olmak üzere birçok farklı dünyaların isimlerinin iç resimlerini bize göstermiş. Şiir ve metin çözümlemeleri ise sade, anlaşılır kıvamda yapılmış.
Ömrünü ümmetin dirilişine adayan adam
Sezai Karakoç, kalemini, kelamını ve sanatını hayat gayemiz olan İslam için vakfetmiş özgün bir duruşun insanıdır. Kendine has tınısıyla her türlü düşünce dünyasında kabul görmüş bir isimdir. Edebiyatın ince enstrümanlarıyla sırladığı ilkeleri, ürettiği semboller üzerinden basamak basamak ilerleyerek yazmış, sorunlarımıza Müslümanca çare aramış, düşünürümüz ve şairimizdir.
Karakoç, yayın hayatına üniversite son sınıfta iken çıkardığı “Şiir Sanatı” dergisiyle başlar. Statükoyu reddeden bir arayış ele alınır bu dergide. Daha sonra Sezai Karakoç dendiğinde ilk akla gelen Diriliş dergisini çıkarır. Bu dergiyle uzun soluklu koşuya başlamıştır. Diriliş ismini koyduğu üst adlandırma geçmişe değil geleceğe vurgudur: Sezai Karakoç’da iki temel öge vardır: Diriliş ve medeniyet. İslam medeniyeti dendiğinde han, hamam, tarihi mekanlar ve camiler akla gelir. Karakoç’a göre bu donuk bir bakış açısıdır. Yapılmış, bitmiş ve paranteze alınmışlardır. Onun anlayışında diriliş ruhu mekândan öte bir şeydir. Ruh ve beden bütünleşmesidir. Örneğin camiye gelenlerde sürekli dirilik, bilinç ve tazelenme varsa bir bütünden bahsedebilirsiniz.
Karakoç’un tercihli yalnızlığı, tavizsiz duruşu, görünmenin kutsandığı bir zaman diliminde çok anlamlıdır. Kitapta hiçbir hediyeyi kabul etmediğini, televizyona, radyoya, gazeteye, dergiye çıkmadığını, öğreniyoruz. Kimse ile fotoğraf çektirmemesi, iltifatları sevmemesi, güç sahiplerinden uzak oluşu ödün vermediği duruşundan, örneklerinden bazıları. Şu açıklamayı yapmak gerekir diye düşünüyorum. Karakoç’un bu tavrında kendini gizemli bir kişilik olarak gösterme amacı yoktur. O, şiirini, düşüncesini ve ülküsünü kitaplarıyla, çıkardığı Diriliş dergisiyle iletiyor, sonra da köşesine çekiliyor.
İki farklı dünyanın arkadaşlıkları
Cemal Süreya ve Sezai Karakoç birisi Fırat’ın diğeri Dicle’nin suyunu içmiştir. Cemal Süreya solda konumlanmıştır: “yan yana akan, ancak birbirine karışmayan iki su” gibidirler. Ortak yönleri vardır, her ikisinin. Her ikisi de kaderin Ankara’da buluşturduğu hem parasız hem yatılı, hür hayalli doğulu çocuklardır. Zekâları, şiirle yoğruluşları, farklılıklarına rağmen birbirlerine açık dünyalarının olmasıyla benzeştirler. Arkadaşlıkları boyunca tartışmalar, küsmeler yaşamışlarsa da iplerin bütünüyle kopmasına neden olmamıştır bunlar. Cemal Süreya, Karakoç için şöyle bir portre çizer: “Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç elde edebilirsiniz” Sezai Karakoç ise Cemal Süreya için “Cemal’le arkadaşlığım, şüphesiz onun zeki ve yetenekli bir arkadaş olmasındandır. Sanat ve şiir konuşmalarımız pekiştirirdi bu arkadaşlığı” diyor.
İki dava arkadaşı Sezai Karakoç ve Necip Fazıl karşılaştırması
Ortaokuldayken bir duvar afişinde Büyük Doğu dergisinin çıkacağını öğrenmesiyle Karakoç’un içinde coşkun bir heyecan belirir. Dergi yayınlandığında her sayısını altını çizerek ve sindirerek okur. Üniversite yıllarında ise artık bir okuyucu değildir, dergide şiirleri yayınlanır. İki büyük usta arasında şiir ve fikir üzerinden başlayan ilişki zamanla dostluğa dönüşür.
Kitapta sınırlı fakat dikkat çeken ayrıntılara yer verilir. Mesela, Karakoç’un, Necip Fazıl’la ekonomik ilişkileri. Bilmeyenler için şaşırtıcı olabilir. Karakoç: “Diriliş dergisini kimseden yardım istemeden kendi imkânları ile çıkarırken Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu Adnan Menderes’in örtülü ödeneğinden destek alarak çıkarır. Sezai Karakoç, ödülleri kabul etmez, etse de ödül parası almaz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın verdiği Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü kabul eder; ancak tören yapılmamasını, plaketin adresine gönderilmesini, ödül parasının da bakanlığın uygun göreceği bir yere verilmesini ister. Sezai Karakoç; konuşmaya, görünmeye, güncele meraksızdır. Afişlerden reklamlardan, duyurulardan rahatsız olur. Necip Fazıl; hep görünmek, bilinmek, saygı görmek, önemsenmek ister. Tören provalarına tutkun bir yapısı vardır. Karakoç; kitleleri sürükleyecek, salonları coşturacak bir hitabet gücünden yoksundur. Konferansları, küçük salonlarda sohbet havasında geçer. Necip fazıl ise müthiş hitabet gücüne sahiptir. Konferansları, siyasi parti mitinglerini aratmayacak bir havada geçer.”
Sezai Karakoç’un gözünden Nazım Hikmet
Kitapta Türk şiirinde iki ayrı ucunu temsil eden Nazım Hikmet ve Karakoç kıyası da vardır. Nazım Hikmet; komünist ütopyanın şairidir. Sezai Karakoç ise İslami inancın doğrultusunda bir uygarlık ütopyasının izindedir. Karakoç’a göre Nazım Hikmet, Mehmet Akif gibi halkın yoksunluğunu halktan biri olarak ta yüreğinden duyan bir şair değildir. Onda, Mehmet Akif’in sıcaklığını, içtenliğini, yerliliğini bulmak mümkün değildir. Sezai Karakoç’a göre Nazım Hikmet’in realizmi, aslında marksizmin propagandası içindir ve ezbere tespitlerin ötesine gitmez. Dolayısıyla Türk toplumunun ideasına da yabancıdır. Nazım Hikmet’e bu eleştirileri yaparken ona yapılan haksızlıklara karşı tavır koyduğunu da unutmamak gerekir.
Nuri Pakdil ile farklılıklar, benzerlikler
Sezai Karakoç, sakin bir kültür ve düşünce adamıdır. Nuri Pakdil ise muhalif, entelektüel bir tavrın insanıdır. Sezai Karakoç, dirilişçidir; Nuri Pakdil, direnişçidir. Her ikisi de seçilmiş, sağlıklı müstakil, aktif bir yalnızlığı tercih eder. Her ikisi de kirli mülkiyet düşmanıdır. İrfani bir derinliğe sahip yalnızlığın, mülksüzlüğün gücüne inanırlar. Her ikisi de Türkiye’de İslami-İslamcı ana damarı, klasik sağcılıktan, sığ milliyetçilikten ve resmi ideolojiden keskin hatlarla ayıran iki isimdir. Her ikisi de Batılı yazarların etkilediği ancak Batıcılığın büyüleyemediği Müslüman birer kalemdir. İkisi de aynı kuşağın aynı kumaşın insanı olarak hayat, kamera, ödül karşısında muhkem ve klas duruşlar sergiler.
Diriliş dergisi
Dergiler, düşüncenin doğum yerleri ve vitrinleridir. Düşünce hayatının kalbi gibidirler. 1960 yılı DP ve CHP arasında siyasi gerginliğin yaşandığı, öğrenci olaylarının hız kazandığı bir dönemde vergi dairesinde memur olan Karakoç, Beyazıt’taki kahvehanelerde arkadaşları ile konuşup tartışırken muhalefet etmek ve komünistlere çatmakla yetinmenin bir fayda sağlamayacağını söylüyordu. Yerli bir hareketin başlatılması gerektiğine inanıyordu. Bundan dolayı 20 sayfa olarak çıkardığı Diriliş dergisinin ilk iki sayısında yayınlanan yazılar, medeniyet eksenli ve metafizik içeriğe sahiptir. Karakoç, Diriliş dergisinin ilk sayısında derginin duruş ve tavrına yönelik şu ifadeleri kullandı: “Hep doğmak, yeniden doğmak, tekrar ve tekrar doğmak. İnsanoğlunun, nasibi bu diriliş ki, toplumun yeniden ayağa kalkması için ta yüreğimizden gelen bir sesleniştir.” Ancak dönemin siyasi gerginliğinden dolayı devamı gelmez. 1966 yılından itibaren 48 sayfa olarak toplamda on iki sayılık ikinci dönem başlar. Çeşitli nedenlerden dolayı yayına ara vermek zorunda kalır. 1988 yılında sekizinci ve son döneminde yüz otuz üç sayı çıkararak 1992 yılında son bulur.
Diriliş Partisi
Karakoç, dönemin siyasi, ekonomik ve kronik sorunlarından dolayı düşünce hareketi olan Diriliş Partisini kurar. Fakat şair-yazar Karakoç kadar partisi beklenen ilgiyi görmez. Hatta bu girişimi İslami kesim tarafından milli görüş varken Diriliş Partisi’nin kurulması fantezidir eleştirisini alır. Partinin kuruluş amacı hakikat, adalet ve fazilet ilkelerini hayata geçirerek medeniyet devletini oluşturmaktır. Karakoç, İslam coğrafyasına bir bütün olarak bakar. İslam medeniyeti ümmetin toplam değeridir. Kendisi partinin bir araç olduğunu söylemiş partiye evet ama particiliğe hayır prensibini benimsemiştir. Muhsin Yazıcıoğlu yedi milletvekili ile MHP’den istifa ettikten sonra Karakoç ile görüşmüş ancak birleşme gerçekleştirilememiştir.
“Gül Muştusu”
Şiir, İslam medeniyetinin ufkunu, derinliğini hissettiren ifade biçimidir. Söz, insan ruhunu etkileyen, inşa eden, harekete geçiren önemli bir işleve sahip. Müslüman kimlik için sözün özünde vahyin belirleyici olması esastır. Karakoç da hakikate şiir elbisesi giydirerek insanlığa sunmuştur. Gül Muştusu kitabı üzerine değerlendirmelerin yapıldığı bu bölümde simgesel bakışla gül imgesi açıklanmıştır. Farklı isimlerin bu uzun şiir üzerine söylemlerine de yer verilmiş. Gül, baharla birlikte açan bir çiçek olarak yeniden dirilişin, yeniden cisme kavuşmanın sembolüdür. Gül, simgesel bakış açısıyla divan şiirinde sevgilidir. Bölümde kısmen divan şiirindeki gül mazmunuyla Karakoç’un gül muştusundaki soyut ve manevi kavramlar üzerine kurulu gül imgesi arasındaki farklılıklara yer verilmiş.
Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine
Hz. Peygamberin insanlığa miras bıraktığı İslam medeniyetinin çağımızdan sürgün edilişine yakılan bir ağıttır bu şiir. “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin” dizesinde sürgün üzerinden yaptığı gönderme Hz Peygamber’in çağrısına duyarsız olma, duyarsız kalma halidir. Kendi özbenliğini unutmaktan kaynaklanan bir ruh halidir. Başkentler başkenti ise İstanbul’dur. Karakoç, İstanbul başkent olmalı diyor. Suriye ve Irak halkının milletimizin bir parçası olduğunu söylüyor. İstanbul’un İslam âleminin New York’u olmasını yeğleyeceklerini düşünüyor. Şöyle açıklama getiriyor bu düşüncesine: New York, hem Amerika’nın bir şehri, hem de BM’in başşehri gibi Ortadoğu’nun başkentidir İstanbul; bu, biz istesek de böyledir istemesek de böyledir.
Masal şiiri
İki asırlık Batılılaşma hikâyemizi hesaplaşma üzerinden anlatan bir şiirdir. Batı karşısında trajik mağlubiyeti Doğulu bir babanın (baba medeniyeti temsil eder) Batıya giden yedi oğlunun yedi ayrı halini anlatmıştır. Doğu-Batı kültürlerini karşılaştırmıştır. Yedinci oğul hariç altı oğul, Batının değiştirme gücü karşısında aslını, medeniyetini unutarak yenilir. Kimi oğul zenginleşerek kimi Batılı kıza aşık olarak kimi geçmişini küçümsemesiyle kimi Batının yaşam tarzına teslim olmasıyla kimi iki kimlik arasında kalmasıyla karşımıza çıkar. Yedinci oğul ise ideal bir diriliş eridir. Batıya gittiği halde değişmeden doğulu kalarak ölür. Mehmet Akif’in Batı karşısında hakikati haykıracak Asım’ına karşılık gelir. Herkes kendine bakmalı. Herkes sahip olduğu bilinci, yaşam stili ve zihniyet açısından doğunun kaçıncı oğlu olduğuna karar versin der adeta.
Ve Mona Roza
Okuduğunuzda yüreğinizi titreten Doğulu bir çocuğun kimseye itiraf edemediği imkânsız aşkını sevgi, hasret ve sitem ile anlatan on dört kıtalık efsaneleşen şiirdir. Karakoç, 19 yaşında aşık olduğu ama açılayamadığı Muazzez Akkaya için akrostij şiirini yazar. Ama bu sır tam elli yıl sonra anlaşılacaktır. Şiir, 1980 kuşağının dindar, milliyetçi gençlerinin içe kapanık olmalarından söyleyemedikleri platonik aşklarının acısından sığındıkları can simidiydi. Ama tek gül anlamındaki Monna Roza sadece İslamcı, milliyetçi kuşakların değildir. Yılmaz Güney bile Nebahat Çehre’ye aşkını “benim Mona Rozamdır” dediği bu şiirle anlatmıştır.
Sezai Karakoç’un hayatını, eserlerini, fikirlerini, poetikasını sürükleyici bir dille okuyabileceğiniz bu kitabı beğeneceğinizi düşünüyorum.
Güzel bir değerlendirme