Bir yanda, 19. yüzyılın Paris’inde çirkinlik ve çelişkiler içinde güzellik arayan ve romantizmin coşkulu temalarından ayrılarak büyük kentin sancılarını ilk kez şiire sokan Baudelaire, diğer yanda medeniyet kaosunda ebedî gerçeği sorgulayan Necip Fazıl. İnsan ve tabiat üzerinden gerçeğin ne olduğunu anlatma derdindeki Yunus’tan;
noktanın sonuna kadar
bir sinir bir can yanmasıyla
bir parçamı
bir demir mengeneye
koyup sıkmak istiyorum mu nedir
dilimi (Ağartı-İşaret Çocukları)
mısralarının sessiz çırpınışı içindeki Cahit Zarifoğlu’na kadar; şiirin insan, tabiat, toplum, eşya, hayat ve ebedî gerçek arasındaki ilişkiler yumağını çözme gayreti bitmedi, bitmeyecek.
Yaşamanın coşkusu ve ölümün katı gerçeği arasında savrulan insanın gelip dayandığı duvara yansıyan şiirlerden kiminde vahdet olgusu, kimilerinde hayata biraz daha tutunma gayreti, bazılarında da korku, doyumsuzluk ve telâşa tanık oluyoruz.
Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika,
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek.
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek! (Ömrümde Sükût)
mısralarının sahibi Cahit Sıtkı’nın, onu bekleyen sondan duyduğu ürperti, insanın kendine ait olmayan bir emaneti taşıyor olduğu gerçeğinden ne kadar uzak değil mi?
Eserleri çokça okuyucu bulan Hüseyin Akın’ın özellikle şiirlerinde kendini belirgin biçimde ortaya koyan; ironi, lâtife ve homur (ince alay) arasında bir yerlerde; her birinden bir miktar tatlar barındıran ve aslında tek başına hiçbiri olmayan söylem; dünya, hayat ve ölüm arasındaki gel-gitler gibi en ağır, en ciddî, en taşınması güç temalarda bile hemen göze çarpıyor.
Yan Tesir adlı son şiir kitabında da Akın, bu baskın yönünü hemen her şiirinde olanca şiddetiyle ortaya koyuyor. Biraz önce yazdığım gibi, şair, dünya-hayat ve ölüm arasındaki bağlantıyı, çelişkiyi ve açmazı temanın trajik ağırlığına rağmen, yer yer gülümseterek; ama bir o kadar da üstüne basa basa servis etmekten geri durmuyor:
Açık kalmış bir mikrofon bu dünya
Kör kemancı çaldı, ben hep dinledim. (Anestezi)
Ölümden çalıp hayata veriyorlar
Bu kadarı da fazla dediğimiz şeyler
...
Oturma odası o büyük curcuna
Herkesi içine alacak kadar boş
Bir ad bulmak gerek belki bir kabir
Yanından geçtim, dünya zil zurna sarhoş (Fiske)
…
Dün rüyamda yün gördüm, o yünü örüyordum
Bir tek sen gelmemiştin, herkes gelmiş düğüne
Dünya bir plastik top, onunla oynuyordum
Dünya bu ya; inanır insan her gördüğüne (İğne Oyası)
…
Nasıl olsa öleceğiz
Ha şimdi öleceğiz ha yarın
Öyle deme öğle anlaşılır Sait
Nasıl olsa biz bu filmi
Yerinde göreceğiz. (Doğrusu)
…
Ben mesela bir bir geri veririm aldığım kiloları, yaşadığım yaşı
Okuduğum kitapları, ne varsa
Ölürsem çok laf olur
Yeterince yaşamadığımı söyler birileri
Bağrışır mevlithanlar
Dergilerde adımçıkar
Adamakllı susarım biri bir şey sorarsa (Ölürsem Ölürüm)
…
“Öldürülmüş adamların hâlâ işleyen bir saatleri olabiliyor kollarında, garip”
“Yok, bulamadım dünya gibisini, dolaştım bütün oyuncakçıları”
...
“Adamı çelenge ve ağıtlara sardılar borç yüzünden öldüğü anlaşılmasın diye” (Suçüstü)
Hayatı alaya alırken, ölüm gerçeğini de, hiç akıldan çıkmasın diye; ama kullanıla kullanıla hırpalanmış arketiplere başvurmadan hatırlatıyor Hüseyin Akın. O, şiirleriyle, modern hayatın, özellikle şehirlerin ortasında kaybolmuş insanın dramını resmederken, bir yandan da çevre dediğimiz duyarsız ve kendini seküler bir akışa kaptırmış toplumsal yığınları biçimlendiren zavallı bireyciliği, hayata karşı ölüm paradoksuyla alaşağı ediyor.
Hüseyin Akın, Yan Tesir, Şule Yayınları, İstanbul.
Şadi Kocabaş