Numune-i imtisal bir üstad: Hasan Aycın

Sahipkıran nâm-ı diğer Hamzanâme ve Bin Hüseyin nâm-ı diğer Battalnâme adlı muazzam eseri güzidelerinden ehli zevk ve idrake şevk ve inşirah vereceğini ümid ettiğimiz bazı bölümler seçtik. Olur ki bazılarına tekrarı zevk verir. İlk okuyacaklara da tadımlık olur. Arzu Bosnevi yazdı.

Numune-i imtisal bir üstad: Hasan Aycın

Pek çok gazete ve dergilerde çizgileri yayınlanan Hasan Aycın üstadımız Balıkesirli olup 1955 doğumludur. Çizgilerini bir araya getirdiği kitapları ve efsane, macera tadında bazı eserleri vardır.

Mustafa Özel Hocamız Muhit Dergisi Ocak 2021 sayısında, üstadın çizgilerine dair hikâyelerin Hasan Akif Kaya tarafından derlendiği Çizgi ve Yazgı kitabından bahisle Hasan Aycın’ı şöyle anlatıyor: “Bazı sanatçılar tektir, biriciktir; onu karşılaştıracağınız başka biri yoktur kendi alanında. Bu durum, onun özgünlüğünden, içtenliğinden, derinliğinden ileri gelir. Zaman onu daha da önemli, vazgeçilmez kılar; merkezi bir konuma oturtur. Örnek, gerçek bir sanatçı kimliği ile herkesin saygısını sevgisini kazanır. Görüşleri, değerlendirmeleri, duruşu, bakışı, anlayışı önemsenir, dikkate alınır. Eskimeyen tabirle numune-i imtisal olur, üstad kabul edilir. Hasan Aycın, insani olan her şeyi insanla ilgili her şeyi çizgisine konu edinmiştir. Bunlardan biri de İslam dünyasında yaşananlardır.”

Üstadımız bir gün kitapçıda iken iki çarşaflı hanım müşteri olarak gelir. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi kitapların olup olmadığını sorar. Böyle bir talebin karşısında yazarımız kendi maceramızı yazmaya karar verir.  Ona göre Batı kahramanı “gölgelerin gücü adına” diyerek cesaret umarken, bizim kahramanımız “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” diyerek cesaret ve kuvvet bulmuştur.

Biz de Sahipkıran nâm-ı diğer Hamzanâme ve Bin Hüseyin nâm-ı diğer Battalnâme adlı muazzam eseri güzidelerinden ehli zevk ve idrake şevk ve inşirah vereceğini ümid ettiğimiz bazı bölümler seçtik. Olur ki bazılarına tekrarı zevk verir. İlk okuyacaklara da tadımlık olur.    

Sahipkırân nâm-ı diğer Hamzanâme’den:

“Bil ve âgâh ol ey oğul Hamzanâme nam bu hikâye

Hâşâ Hamza’nın değil baştan sona hâzâ Hamza’dan temsildir

Şarktan garba arzdan Kaf’a

İyi ile kötünün amansız kapışmasının hikâyesidir

Kulak kesil dinle ve bil ey oğul

Bu senin hikâyendir”

***

“Cebrâil, iyi insana yaraşır bir hayatın ilkelerini Âdem’e öğretirken; İblis, Kabil’e zıddını öğretmeye başladı. İyilik ve kötülük birer yol olarak böylece ortaya çıkıyordu. Kıyamete dek Âdem’in sulbünden gelenler bu iki yol üzerinde olacaklar ve iyilerle kötüler kıyasıya kapışacaklardı. Kötüler, iyileri kendilerine râm etmek için envâi çeşit kötülük icra edecekler; iyiler de korunmak için onlara karşı koyacaklar; böylece birbirlerinin kanlarını dökecekler.”

*** 

Raviler derler ki Nuh aleyhisselâm gemiyi inşa ederken gerekli malzemeyi dağdan indirmekte naçar kalmış. O devirde Avc bin Unuk adında, insanların dillerine kolay geldiği için Uçbunuk diye çağırdıkları, kaddi kaameti dağlardan yüce, hâzâ dev bir insan azmanı varmış. Uçbunuk, karnını doyurması karşılığında, gereken malzemeyi indirivermeyi Nuh aleyhisselâma teklif etmiş. Teklifi kabul eden Nuh aleyhisselâm Uçbunuk’un önüne bir tabak azık koymuş. Bir ordunun doyduğuyla bile doymayan Uçbunuk,

-Ben bununla doymam ki demiş.

-Bismillâh deyip yersen doyarsın, demiş Nuh aleyhisselâm.

-Ben müşriğim; demem demiş Uçbunuk.

-Ne demezsin? demiş

-Bismillâh demem.

-Dedin bile; şimdi ye ki doyasın. Yemiş ve doymuş.

***

Kitapta Nuşirevân’ın etrafında Keykubat’ın da güvenini kazanmış âlim bir şahsiyet olan Hocâ-i Dânâ ile bir takım hile ve ayartmalarıyla Buhtın yer alır. Bu ikisi arasında hak ve batıl, kötü ile iyinin mücadelesini de kitapta görüyoruz.

Binhüseyin nâm-ı diğer Battalnâme’den:

Şehr-i İstanbul… Üsküdar sahillerinde Adalar’a kadar temaşa etmeden günümün geçmediği Marmara Denizi’nin yerinde gayet görkemli Makedonya ülkesi varmış efsaneye göre.

Bir savaşta Makedonya prensesi ünlü Zülkarneyn’i her nasılsa alt etmiş ve zincire çekip zindana atmış; sonra ne düşünmüşse, kendine kılıç çekmemesi şartıyla azat etmiş.

Böylesi azatlığı zebunluktan beter sayan adamları, ahdinden dönmesi için hayli yüklenmişler Zülkarneyn’e.

  • Onun emânıyla mı dolaşacaksın güneşin altında? demişler.
  • Sözüm var, demiş.
  • Bir eksik eteğe verilene söz mü denir?
  • Ama o benim sözüm.

Adamları muannitmiş doğrusu, sürdürmüşler itirazlarını ve sonunda geri çeviremeyeceği bir teklifte bulunmuşlar:

-Karadeniz’i Makedonya’nın üstüne salalım…

Sayısız amele toplanıp Hızır Nebî’nin emrine vermişler.

Makedonya’nın bir konak ötesinden, kuzey istikametinde azim bir kanal açmaya koyulmuşlar. Hayli zaman sonra, işin sonuna doğru Hızır Nebî amele arasında inananları, inanmayanlardan ayırmış. İnananların yarı yevmiyelerini kesmiş, inanmayanlarınkiniyse iki misli yapmış. Berikiler küsüp işi bırakırken diğerleri canla başla çalışmışlar. Hızır Nebî’nin istediği buymuş zaten; çok geçmeden böyle yapmasının hikmeti anlaşılmış. Karadeniz birden patlayıp önce ameleleri, sonra Makedonya ülkesini yutuvermiş… Marmara Denizi böyle oluşmuş işte.

*** 

Takkeci İbrahim Efendi Camii… Râvîlerden mervîdir ki bir vakitler Kapalı Çarşı’da takkecilik yapan İbrahim Efendi nâm kendi halinde âbid bir zat varmış. İşbu câmii yaptırmak ister, fakat bir türlü emeline nâil olamazmış. Zira kese kese altın gerekirmiş câmi için o da onda yokmuş. Bir gün Fahr-i âlem Efendimiz’i âlem-i menamda görmüş. Bağdat’a gitmesini ve Asmalı Kıraathâne’nin üzümünden yemesini söylemiş Efendimiz kendisine.

Bağdat neredir, sefer kaç gün alır bilmezmiş, amma; sora sora yolu bulmuş, vara vara Bağdat’a varmış. Bağdat’ı bulan Asmalı Kıraathâne’yi bulamaz mı? Kıraathânenin önünde yaprakları zümrüt yeşili, salkımları yakut kızılı görkemli bir asma görmüş. Altında bir arabî otururmuş. Arabîyi selamlamış: Arabî onu gölgeye buyur etmiş. Hoş-beşten sonra rüyasını anlatmış İbrahim Efendi. Arabî tepeden tırnağa kendisini şöyle bir süzmüş de “Behey bîakıl bir rüyanın peşine düştün de buralara mı geldin?” demiş “Nicedir ben de bir rüya görürüm. Bana da denilir ki İstanbul’a var, Takkeci İbrahim nâm miskinin hânesine mihmân ol, eşiğinde bir küp kızıl altın gömülü, git onu al… Bağdat nere, İstanbul nere? Şimdi bende mi yollara düşeyim. Tövbe tövbe...” Rüyanda sana İstanbul’a gitmeni söyleyen kimdi? –Fahr-i âlem Muhammed Aleyhisselâm’dı. “Üzümünden ye” dedi, yedim elhamdülillâh; gayrı durmak olmaz, deyip gittiği yolları gerisin geri gelmiş. Hânesinin eşiğini kazıp altınları bulmuş ve onlarla bu mütevazı câmii bina eylemiş.

***

Surda gedik açan altı yüz okkalık taş gülle, şimdi iş bu cami olan yerin az ilerisinden atılmış olmalı. Genç Sultan Mehmet beyaz atını şaha kaldırıp şuradan kükremiştir Allah-ü âlem şehre doğru: “Ya sen beni alacaksın, ya ben seni!..”

Fetih geciktikçe de oralarda bir yerde çıkışmıştır paşalarıyla hocalarına: “Be hey paşalarım ve ulu hocalarım bu şehir niçün düşmez?...”

Râvîlerin rivâyetine göre Hoca Akşemseddin söz alıp; “Sultanım bu surların altında Seyyid Cafer neslinden Yâvedûd nâm, duası makbul bir derviş vardır, sabah akşam gâvurcuklarım ölmesin diye Hak Teâlâya niyaz eder; o fevt olmadıkça fetih müyesser olmaz” der. Dört hafta sonra Uluâbâdlı Hasan nâm koç yiğidin burçlara sancağı diktiği gün Yâvedûd fevt olur. Şimdi şu geniş yolun şehre girdiği yerden bir gedik açılır ve o gün fetih gerçekleşir. Genç Fatih oradan girer paşalarıyla, hocalarıyla… İlk iş olarak Yâvedûd’u gaslederler ve namazını kılıp defnederler…

O ne mübârek zatmış ki Fatih gibi bir kumandan, muzaffer askeri ve ulu hocalarıyla gelmiş, hem de aşılmaz surları aşarak gelmiş, cenazesini kaldırmış, diye düşün. İşbu Yâvedud Hazreti, Hüseyin Efendimiz’in torunlarındanmış. Rumlarla birlikte şehri savunmuş ve hep onların Müslüman olması için çabalamışlar. Yâvedûd onların sonuncusu işte. Yani asırlardır şehri içerden fethetmeye çalışan bir neslin sonuncusu.

***

Seyyid Cafer’in naaşını surların dışında Haliç’in kıyıcığına defnetmişler. Çocukları Kostantiniyye’de kalmış o günden sonra, bir daha Bağdat’a dönmemişler. Gayet muhkem surların içinde Rum ahaliyle beraber yaşamışlar hep ve onların Müslüman olması için gayret göstermişler.

İsm-i şerifi geçen göçmüşlere rahmet niyazıyla, Hasan Aycın ve Mustafa Özel üstadlarımıza da selam ve hürmetlerimizi arz ederiz.

Arzu Bosnevi

YORUM EKLE