Bazı kitapların ve bazı insanların arkasından bir şeyler söylemek, bir kaç satır da olsa yazabilmek hiç kolay değildir. Bazı kitaplar ve bazı insanlar, bizi bu dünyadan başka, bambaşka dünyalara götürür getirirler çünkü. İşte Ebu'l Hasen Ali en Nedvî de o insanlardan. Üzerinde duracağımız değerli eseri de öyle…
Pek çok insan, bir yazarı, bir âlimi, bir gönül ehlini, sadece bir eseriyle tanımanın mümkün olmadığını düşünür. Bu bir nebze doğrudur da. Ancak nice eser vardır ki bir cümlesi bin cilt mana içerir, müellifine dair pek çok malumat verir. Müellifinin zihin dünyasını ayan beyan resmeder. İşte Nedvi’nin Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti? eseri de bu cümleden değerlendirilebilir. Kitabın kapağını araladığınızda, üstad Nedvi'nin o engin gönül dünyasında buluveriyorsunuz kendinizi. Üstad Nedvi, o babacan, munîs üslûbuyla karşımızda konuşuyor gibi. O her zamanki dertli, bir o kadar da heyecanlı haliyle, anlatıyor anlatıyor. Sayfalar birbiri ardınca aktıkça, daha da bir hayran kalıyorsunuz bilgisine, bakış açısına, gönül derinliğine... Hele diğer eserlerini de okuyunca ve onu tanıyanlardan onu dinleyince, taşlar biraz daha yerine oturuyor.
Nedvî'nin İslam'a bakış açısı, İslam'ı öğrenirken, yaşarken ve öğretirkenki ufku
Üstad Nedvî 1914'te Hindistanlı seyyid bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası vefat ettiğinde henüz on yaşında bile değildir. Şair ve yazar kimliğiyle de bilinen, şuurlu bir annenin ellerinde nadide bir nakış gibi işlenir, büyütülür. Hafızlık eğitiminden sonra, değerli âlimlerin rahle-i tedrisinden geçer. Leknev Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, daha sonrada Nedvetü’l-ulemâ’da eğitimine devam ederek, hadis, tefsir, mantık ilimlerini tedris eder ve icâzet alır. Arapça ve İngilizceyi çok iyi bir şekilde öğrenir. Daha sonra, Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ’da hocalığa başlar ve burada tefsir, hadis, Arap edebiyatı ve mantık derslerini okutur. Mevdûdî’nin daveti üzere Cemâat-i İslâmî’nin kurucuları arasında yer alır.
Ebu'l Hasen en-Nedvî'nin hayatındaki dönüm noktalarından biri de Lahor'da Muhammed İkbal'le tanışmasıdır. İkbal düşünceleriyle, sözleriyle ve eserleriyle Nedvi’nin anlam dünyasında derin izler bırakır. Bununla beraber, eğer üstad Nedvî'nin anlam dünyasını, iç âlemini anlamaktan bahsedeceksek, Muhammed İkbal'i andığımız gibi, üstad Nedvî'nin etkilendiği diğer değerli isimleri de zikretmemiz gerekir. Öyle ki bu zatlar, İbni Teymiye, Ömer bin Abdülaziz, Ahmed bin Hanbel, Selahaddin Eyyûbî, Muhammed İlyas, Ahmed Serhendî, Ebu’l Ferec ibnu’l Cevzi, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Mustafa Sabri Efendi gibi, yaşadıkları karanlık çağları aydınlatarak dünyamızdan yürüyüp geçen gönül ve ilim dünyamızın sultanlarıdır.
Bu anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, Nedvî'nin İslam'a bakış açısı, İslam'ı öğrenirken, yaşarken ve öğretirkenki ufku, engin bir deniz gibi derin ve bir o kadar da çok yönlüydü. Belki de onun en önemli yönü, bu derin duygu ve düşünce dünyasını, İslam davasının ve dünya mazlumlarının derdiyle dertlenerek tamamlayan dertli kalbiydi. Öyle bir kalp ki, dertli ama asla karamsar olmayan, hüzünle ve umutla dolu. İşte bu yüzden, belki de bu dertli kalp yüzünden, o kitaplarını yazarken daha dünyaya bile gelmemiş çocuklar, onun vefatından onlarca yıl sonra eserlerini okuyarak hayran kaldılar ona, ilmine, zühdüne ve dertli kalbine. Öğrencilerinden biri olan üstad Ali Ulvi Kurucu, hatıratında, en çok sevdiği hocalarından biri olarak Nedvi’yi ve bu sevgili ậlimin kendisine kattıklarını minnet ve rahmetle dillendirir.
Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti?
Peki ne yazdı üstad Nedvi? Ne söyledi de bunca etkili oldu?
Derdini yazdı. Öyle bir yazdı ki, sadece kitaplarının isimlerini okuyan bir kişi bile Nedvî'nin Müslümanların ve mazlumların derdiyle dertlenen kalbini, yanan ruhunu hissedebilir: "Dinle Mısır", "Dinle Suriye", Beni İyi "Dinleyin Araplar", " Medine'ye Yol", "İslamın Düşünce ve Davet Önderleri", "İman Rüzgarı Esince"...
Daha neler yazmadı ki, 8 ciltlik kronolojik "İslam Önderleri Tarihi" adlı eseriyle büyük bir boşluğu doldurdu. İslam âleminin ve Batı'nın dört bir yanını tekrar tekrar dolaşarak İslam derdini, davasını anlattı.
Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti? ismiyle bile çok şey anlatmaya yeten bu eser, İkinci Dünya Savaşı'nın son yıllarında, dünyanın en buhranlı dönemlerinden birinde yazıldı. Üstad Nedvî bu kitabı yazdığında henüz 30 yaşındaydı. Kendisi dâhi böyle önemli bir konuda nasıl eser vereceğine dair tedirginlik içerisindeydi. Bununla beraber, kendi deyimiyle "sanki birileri iç âleminde ona, sürekli bu kitabı yazmalısın" diyordu ve üstad Nedvî bütün gayretini toplayarak bu kapsamlı eseri ortaya çıkardı.
Kitabı okurken kendinizi kısa bir dünya tarihi okur gibi hissedersiniz. Bazen eski dünyanın zulümle inleyen Roma sokaklarında dolaşır gibi, bazen Yunan filozoflarının hararetli tartışmalarını dinler gibi, bazen de Asr-ı Saadet diyarında yürür gibi bulursunuz kendinizi. Müellif, zulmü ve adaleti, dünü ve bugünü, usta bir ressam gibi tablolaştırıp önümüze koyuvermiştir sanki. En güzeli, bütün bunları gelişigüzel değil de, çok sistematik bir şekilde yapmış olmasıdır. Eser, “Câhiliye dönemi”, “Cehaletten İslam'a”, “İslamiyet dönemi (müslümanların gerileme sebepleri üzerine tespitler)”, “Avrupa tarihi”, “İslâm'ın dünya liderliğine yeniden çıkışı” başlıkları altında beş bölümden oluşuyor. Cahiliyye devri anlatılırken o dönemin tüm devletleri, o dönemdeki dünya algısı, adalet algısı, dünya üzerindeki toplumsal yapılar gözler önüne seriliyor. Yazar Cahiyye müşriklerini ve bugünün Batı zihniyetli insanlarını "hiçbir yaranın ızdırâbını duymayan ölü"ye benzetiyor.
İkinci bölümde, İslam'ın o karanlık cahiliye devrini hangi metotla aydınlattığı ve Hz.Muhammed s.a.v'in tesiri ve tebliği anlatılıyor. Üçüncü bölümde İslam, Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Raşidîn devirleri, Osmanlı ve diğer Müslüman devletler tüm yönleriyle ortaya konduktan sonra, “Müslümanlar neden ve nasıl geriledi” sorusunu maddeler halinde cevaplıyor müellif. Dünyadaki zulmün Müslümanların gerilemesiyle orantılı olarak nasıl arttığını anlatıyor. Dördüncü bölümde Avrupa'yı anlatıyor. Avrupa'nın Yunan ve Roma medeniyet ve zihniyetine dayanan köklerini, içi boşalmış din algısının, kuvvete ve servete, lükse ve şehvete tapan materyalist zihniyetinin Avrupa'ya ve ardından tüm dünyaya nerden ve nasıl sirayet ettiğini akıcı bir üslupla aktarıyor. Müslümanların da kapıldığı bu dünyevileşmeyi şöyle resmediyor: "Nihayet cemiyet çöktü, ruhi devir son nefesini vererek yerini maddeye bıraktı. Böylece dünya alışverişten başka birşey yapılmayan bir pazar haline geldi."
Batı'nın din adamlarından ve ruhbanlıktan çektiği sıkıntılar sonucunda Avrupa'da din ve ilmin yollarının nasıl ayrıldığını, çatışmaları ve dînin etkisiz hale gelişini anlatıyor. İlmî sahada ilerledikçe insanî sahada gerileyen, dini küçümsemeye başlayan, bilim adına bulduğu ne varsa kendi heva ve hevesi adına insan ırkını yok etmede umarsızca kullanabilen Batı zihniyetini anlatıyor. Batılıların "sadece kendilerine mahsus adaletini" dillendiriyor. Bütün milletlerin kuvvet ve kaynaklarını kendi kuvvetinde toplayıp, dünyanın geri kalan kısmını kendi hizmetçisi görmeyi, istediği ülkeyi istediği gerekçeyle sömürebilmeyi resmediyor. Avrupa'dan başlayan ve neredeyse tüm dünyayı etkisine alan milliyetçiliği sebep ve sonuçlarıyla değerlendiriyor.
Müslümanların yeniden dirilişini konu edindiği beşinci bölümde ise, sorunlar ve çözümler üzerinde duruyor müellif. Çözüm olarak dünya liderliğinin kirli ellerden alınıp temiz ve liyâkatli ellere verilmesini, İslam dünyasının içine düştüğü Batı hayranlığı hastalığının tedavi edilmesini ve İslam'ın özüne dönülmesini, mânevî değerlere yeniden sarılmayı, teknolojk ve ilmi açıdan her alanda ilerlemeyi, gerçek İslam ahlakıyla ahlaklanarak o ahlaka çok muhtaç durumda bulunan diğer milletleri dönüştürmeyi öneriyor. Müslümanların ekonomik ve siyasal anlamda Batı’ya olan bağımlılıkları son bulmadıkça, içine düştükleri bu durumdan kurtulamayacaklarını dile getiriyor.
Asr-ı Saadet ruhu nasıl yeniden canlanacak?
Müslümanların acilen dünyevileşme hastalığından kurtulup İslam'ın özüne dönmeleri gerektiğini şu satırlarla vurguluyor Nedvi: “Bugün İslam ậleminin en korkunç hastalığı, dünya hayatına haddinden fazla bağlanarak, bütün enerjisini oraya dökmesi, ağlanacak durumları gülerek karşılaması ve hayatın zevkleri uğrunda deli divane olmasıdır. Artık onu hiçbir hậdise heyecanlandırmıyor, yemek, içmek ve giymekten başka hiçbir şey ilgilendirmiyor.” Ve İslam dünyasına şöyle sesleniyor: “Ey İslam dünyası! Daha ne zamana kadar eski dünyayı fethettiğin o muazzam enerjini, sınırlı, dar sahalara harcayacaksın? Daha dün devletler ve medeniyetler kuran o eşsiz gücünü, daha ne zamana kadar dalgaları kudurarak birbirini yiyen bu dar vadinin çerçevesine sıkıştıracaksın?”
Gençliği, yeniden dirilişin önderi kabul eden Nedvi, bugünün gençliğini Kehf suresinde zikredilen genç mü’minlerin ayak izlerini takip etmeye davet ediyor ve ekliyor: “Eğer gençliğimiz o ruhla bezenirse, Asr-ı Saadet ruhu yeniden canlanacak ve hiçbir şeyi eskiye benzemeyen yeni bir dünya kurulacaktır.”
Kitabı tamamlayıp kapağını kapattığımda daha önceden bildiğimi düşündüğüm pek çok şeyin yerli yerine oturduğunu hissettim. Tekrar tekrar okunacak bir kitap daha ekleniverdi kütüphaneme. Üstad Nedvi, o mütevazı odasında, rahlesinin başında o çok sevdiği Kehf suresini okurken gözlerinizin önünde beliriverdi. Sahi, böyle vefat etmemiş miydi üstad Nedvî? Dünyanın bütün debdebesini gördüğü, zenginliği yakından bildiği halde zahîdane bir hayat süren, saraylara davet edildiği halde, talebelerinin yanında İslam derdini konuşarak sabahlamayı tercih eden Nedvî...
Bir Ramazan ve bir cuma günü... Her hafta yaptığı gibi, Kehf Suresini okurken Rahmân'a yürüyen dertli âlim. Ancak böyle güzel yaşanır ve böyle güzel gidilirmiş dünyadan. Rabbimiz seni rahmetiyle karşılasın. Bütün ömrünce bağrında taşıdığın derdin karşılığı cennet olsun. Uzaklardan hâlâ aşkla ve dertle duyulan sesin, ümmetin fertlerine kıyamete dek diriliş ve nefes olsun!
Nasiplenebilmek duasıyla..
R.Betül Çetin D. yazdı
dünya çok şey kaybetti. insanlar vahşileşti zulüm ve tefrika arttı. herkes materyalistleşti. insanlar yiyen içen harcayan kulluk görevlerini bilmeyen hale getirildi. bunun sonucunda acımasız katliamlar savaşlar oldu. en güzel örneği de osmanlının tarih sahnesinden çekilmesiyle 1. ve 2. dünya savaşı vahşetleridir. müslümanların güçlü olduğu dönemde sömürüye asla müsade etmemişlerdir.bu değerler ışığında çok güzel konuya değinmişsiniz. kaleminize yüreğinize sağlık.Allah razı olsun