Giriş
Fahrettin Altun, 1976 yılında Almanya’nın Stuttgart şehrinde dünyaya geldi. 1998 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyoloji bölümünden mezun oldu. 2006 yılında “McLuhan ve Baudrillard’ın Medya kuramlarının Karşılaştırmaları Çözümlemesi” tezi ile sosyoloji doktoru unvanını aldı. Birçok üniversitede görev yapan Altun, 2018’de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na atandı.
Altun’un 2005 yılında yayınlanan Modernleşme Kuramı adlı eseri “Kavram Haritası, Modernleşme ve Gelişme İhtiyacı: Tarihsel Temeller, Gelişme Söylemi, Modernleşme Kuramı ve Gelişme Sorunu, Bir Entelektüel Sistem Olarak Modernleşme Kuramının Düşündürdükleri” olmak üzere beş ana başlıktan oluşmaktadır. Modernleşme kuramının temel çerçevesini ve öncü düşünürlerini ortaya koyan kitap, küreselleşme ve modernleşme sorunlarına faklı bir pencereden bakıyor.
Kavram Haritası
Düşünce kavramlar sayesinde üretilir ve iletilir. Bu çalışmamızın çerçevesi doğrultusunda da “gelişme (kalkınma), modernleşme, modernleşme kuramı ve gelişme yazını” kavramlarını incelememiz gerekmektedir. Bunlar aşağı yukarı birbirine yakın ve aynı dönemlerde oluşturulmuştur kavramlardır fakat beraber kullanıldıklarında anlam kargaşasına yol açmaktadırlar. Bu nedenle, sözü geçen kavramları kısa notlarla açıklamak faydalı olacaktır.
Gelişme (Kalkınma): Gelişme (kalkınma) kavramının teorik olarak ortaya çıkışı endüstrileşme kuramlarına kadar gider. İlk olarak İngiliz klasik iktisatçıların ürettiği metinlerde, Fransız fizyokratların yazdıklarında ve Marx’ın fikirlerinde gelişmeye başlamış, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal bilimlerin ana tartışma konusu haline gelmiştir. İngilizce “development” kavramını karşılamak üzere ortaya çıkan gelişme ya da kalkınma kavramı öncelikle ekonomik çağrışımlarda sonrasında ise toplumsal alanın bütün katmanlarında kullanılmaya başlamıştır. Bu kitapta da gelişme ve kalkınma kavramları toplumsal, kültürel, siyasal ve ekonomik tüm alanları kapsayacak şekilde ele alınmıştır.
Gelişme Yazını: Gelişme beklentilerinin ve isteklerinin ortaya çıkmasıyla entelektüel projelerde sahada yerini almış ve bu noktada gelişme yazını ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan gelişme yazını, ilk olarak “bağımlılık, merkez-çevre, dünya sistemi ve küreselleşme” kavramlarını merkeze alarak yapılanmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da “gelişme ekonomisi, gelişme siyaseti ve gelişme sosyolojisi” gibi alt disiplinleri temsil etmiştir.
Modernlik ve Modernleşme: Modernlik kısaca ekonomik, politik ve kültürel değişimdeki karmaşık süreçlerle ayırt edilen, yeni tipte toplumların ortaya çıkmasıdır. Modernlik, on yedinci, on sekizinci yüzyıllarda Batı Avrupa’da doğmuş, asıl görünümünü Kuzey Amerika’da kazanmış, sonraları ise Batı dışı tüm toplumlara dayatılmış bir toplum biçimidir. Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan sonra gündelik hayatları düzenleyen bir sistem halini almıştır. Toplum içinde köklü bir dönüşüm olan modernlik, kendi kuralları dışındaki her şeyi gelenek olarak görmüş ve geleneğe karşı kendini üstün kabul etmiştir. Modernleşme kavramı ise Batı dışında kalan toplumların Batılılaşmak için yaşadıkları toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal değişimlere denmektedir.
Modernleşme Kuramı: İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan sosyal bilim çevrelerinde ortaya çıkan modernleşme kuramı, dünya toplumlarının Batı’yı örnek almasıyla modernleşebileceğini ve Amerika’yı da modernliğin temsilcisi olarak varsayar. 1950’li ve 1960’lı yıllarda etkin olan kuram, 1970 yıllarının başında etkinliğini yitirmiştir.
Modernleşme ve Gelişme İhtiyacının Tarihsel Temelleri
On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ortalarına kadar Batılı devletler, Batı dışı zenginliklere el koyarak bu zenginlikleri paylaşmaksızın tüketmiştir. Bu, geleneksel sömürge siyasetinin temel mantığıdır. Batı dışı toplumlar Batılı modernliğin kötü yüzüyle karşılaştı ve modernlik kavramı sömürgecilikle özdeş hale geldi. 1945 sonrasında Batı modernliğinin kurduğu sömürge siyaseti eleştirilerin hedefi olmaya başladı. Peki, neden bu eleştiriler ortaya çıktı? Eleştirilerin sebebine iki başlıkta kısaca değinmek doğru olacaktır.
1) Avrupa’nın Düşüşü ve Soğuk Savaş: Batılı modernliğin ortaya çıktığı noktada on altıncı yüzyıldaki coğrafi keşifler ve bu süreci takip eden sömürgeci siyaset yatmaktadır. Coğrafi keşiflerle birlikte Akdeniz merkezli ticaret, okyanuslar üzerinden gerçekleştirilmeye başlamıştır. Bu süreçte güçlü olan devletlerin dengesi bozulmuş ve yeni güçlüler olan Portekiz, İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda gibi Avrupalı devletler odak noktası olmaya başlamışlardır. İspanya ve Portekiz on sekizinci yüzyıldan sonra etkinliklerini yitirmiş; sömürgeci siyaset İngiltere, Fransa ve Hollanda tarafından yürütülmeye devam etmiştir. Bu devletler Avrupa kimliğinin inşasına katkıda bulunmuşlar ve bütüncül bir Avrupa siyasetini toplumlararası ilişkilerde biçimlendirmek istemişlerdir. Bu siyaset Birinci Dünya Savaşı’nda yara almış, ABD ve SSCB’nin iki büyük devlet olarak ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’nda ise Batı kimliklerini temsil edememeye başlamıştır. Savaş sonrası iki süper güç; ABD ve SSCB, kendilerini dünyanın her yerine müdahale edebilecek kapasitede görmeye başlamıştı. İki süper gücün ilişkilerinin gerilmeye başlaması ve çatışması Soğuk Savaş dönemini başlattı. Bu süreçte ABD elindeki güç fazlalığında, dış politikasının daha geniş karşılık almasından dolayı Rusya’ya göre daha etkin bir konum elde etti ve dünyayı kendi beklentileri doğrultusunda biçimlendirmeye girişti.
2) Sömürgesizleştirme Politikaları ve Yeni Ulus Devletleri: 1945’ten sonra Batı siyaseti yerini Amerikan siyasetine teslim etmeye başladı. Amerika, Avrupa siyasetinden devşirdiği bazı oluşumları korurken diğer taraftan yeni döneme uygun çözümler geliştirerek kendi siyasetini oluşturmaya başladı. Amerika, sömürge devletlerinin elden geldiğince serbestleşmesi gerektiği kararını aldı. Böylece sömürgesizleştirme siyaseti ortaya çıktı. Aslında Amerika’nın hedefi; sömürge toplumlarının özgürleşmesi değil yeni bağımlılık ilişkisi kurmak olmuştur. Sömürgeciliğin gücünü kaybetmesi ile birlikte Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ulusalcı hareketlenmeler ve yeni ulus devletleri ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemde SSCB’nin ideolojik söylemleri bazı ülkelere yakın gelmiş ve birçok ülke kendisini sosyalist ya da halkçı olarak tanımlamaya başlamıştır. Amerika, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerin SSCB ile birlikte örgütleneceğinden korkmuş ve politikasının temelini komünizm tehdidi almıştır. Bunun sonucunda da Batılı olmayan toplumları komünizm tehdidinden korumak amacı altında çeşitli yardım paketleri hazırladı. Sovyetler Birliği de aynı şeyi yaptı ancak ABD’nin hazırladığı kalkınma modelleri ve modernleşme projeleri daha geniş toplumlarca kabul gördü. Böylece modernleştiriciler ve gelişmek isteyenler, uluslararası siyaset sahnesinin iki aktörü olarak tarih sahnesinde yerini almışlardır.
Gelişme Söylemi
Batılı siyasi anlayış, on dokuzuncu yüzyılda dünya siyasetine tam anlamıyla hükmetmeye başlamıştır. Bu dönemde “modern ilerleme düşüncesi” toplumlararası ilişkilerde varlık kazanmaya başladı. Bu düşünce sistemi ilk olarak on yedinci yüzyılda ortaya çıktı on sekizinci yüzyılda sistemli formunu kazandı; on dokuzuncu yüzyılda da ilerleme kuramları oluşturuldu. İlerleme kuramcıları kuramların temelini Darwin’in biyolojik evrim anlayışına ve organizmacı evrim düşüncesine dayandırıyorlardı. Ayrıca ilerleme kuramları ırk merkezli düşüncelerden de besleniyordu. Bu sebeple ilerleme kuramcıları Batı’nın kentsel ve endüstriyel değişimini evrimin son basamağı olarak nitelendiriyorlardı. İlerleme kuramları, bir yandan Batı’nın ilerleyen durumunu tarihi bir gerçekliğe dayandırmaya çalışırken bir yandan da Batı dışı toplumların neden geri kaldıklarını açıklamaya çalışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’nın ırk temelli üstünlük düşüncesi, ilerleme kuramları ile evrimci düşünsel çerçevesi yara almaya ve eleştirilmeye başlanmıştır. Özellikle 1910’lardan sonra ilerleme düşüncesi güvenilirliğini büyük oranda yitirdi. Bu bunalım ortamında Toynbee ve Spengler’in “yükseliş ve çöküş” kuramları ilerleme kuramlarının yerini aldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı kendi içerisinde bir denge kurmaya başlamış ve Süper Güç olarak nitelendirilen Amerika’nın ortaya çıkması ile de özgüvensizlik sendromu yeni kuramsal çerçeveler inşa edilmeye başlanmıştır. Savaş sonrasında önceleri Batı dışı toplumlar için bir felaket olarak görülen modernleşme, umut vaat eden bir yapı olarak gösterildi ve gelişme/kalkınma siyasetleri Batı dışı toplumlarda uygulanmaya başlandı. Bu süreçte Batı dışı toplumların gelişmesi sorunu yoğun ilgiyle karşılandı ve sosyal bilimler alanında da gelişme ekonomisi, gelişme sosyoloji ve gelişme siyaseti gibi alt disiplinlerin oluşturulmasına yol açtı. Az gelişmiş ülkelerde gelişme/kalkınma ilk olarak ekonomik kaynaklı olarak algılanmıştır. Türkiye’de de durum aynıdır. İlk olarak iktisatçıların tartıştığı gelişme/kalkınma kavramları sonrasında sosyologların gündemi olmuştur. Az gelişmiş ülkeler için gelişme/kalınma artık Batı’nın tarihsel süreçlerinden yararlanmak değil endüstriyel, teknolojik ilerleme ve ekonomik büyüme demekti. 1950’li yıllarda Amerikan akademi dünyasında az gelişmiş ülkelerin modernleşme açısından geç kalmışlıklarına ve bu geç kalmış ülkelerin nasıl kalkınacağına dair sorulara cevap bulmak üzere “modernleşme kuramı” ortaya çıktı. Sosyolojik açıdan modernleşme kuramını ele almadan önce gelişme sorunu ile ilgili ilk yazıları yazan iktisatçı; Harrod, Domar ve Rostow’un tespitlerini incelemek yararlı olacaktır.
Gelişme ilk olarak ekonomi alanda ve iktisatçılar tarafından tartışıldı. Ekonomik büyüme ile gelişme, süreç içerisinde özdeş olarak kabul edildi. Gelişme ve ekonominin birbirine özdeş olarak görülmesinde en önemli katkıyı Roy F. Harrod ve Evsey D. Domar yapmıştır. Harrod ve Domar’a göre ekonomik büyümenin temeli, biriktirme ve yatırım ile sağlanmaktadır. Kısacası onlara göre gelişme, sermaye oluşumu ve dolaşımına bağlı bir süreçtir. Gelişmenin ekonomik büyüme ile özdeş olduğunun kabul edilmesinde bir diğer etken de Walt W. Rostow’un çalışmalarıdır. Rostow, toplumların kendi kendilerini besleyebilen bir ekonomik büyümeye beş safhada ulaştıklarını ortaya koymuştur. Birinci aşama; sınırlı üretim fonksiyonuna sahip, modern bilim ve teknolojik gelişmelerle karşılaşmayan “geleneksel toplum” safhasıdır. İkinci aşama, gelenekselden moderne doğru bir geçiş süresinde olan toplumlardır ve bu aşama “atılıma hazırlık” safhasıdır. Üçüncü aşama, ekonomik açıdan büyümeye başlama olarak nitelendirilen “atılım” safhasıdır. Dördüncü aşama, ekonomik büyümenin ve üretimin nüfus artış hızından yüksek olduğu toplumların içinde bulunduğu “olgunluğa yönelme” safhası; beşinci aşama ise “kitlesel tüketim çağı” olarak nitelendirilen safhadır. Harrod, Domar ve Rostaw’ın gelişimi, ekonomik gelişme ile sınırlandırmaları bir süre sonra eleştirilere yol açmıştır.
Gelişmenin ekonomik büyüme ve Batı ideolojik temelleri ile bütünleşmesi üzerine kurulan kuramlar, yaşanan toplum ve toplumlararası olayları açıklamakta yetersiz kalmıştır. Nüfus artışı, sağlık, eğitim ve siyasi faktörlerin gelişmede göz ardı edilemeyeceği ifade edilmeye başlanmış ve gelişmenin, sadece ekonomik büyüme gibi dar bir çerçeveye sığdırılması sorgulanmaya başlanmıştır. 1950’lerin ortalarında yükselmeye başlayan bu itirazları Bert F. Hoselitz’in yaklaşımı ile örneklendirebiliriz. Hoselitz, tezinde toplumsal gelişmenin ekonomik olmayan bilimsel, teknolojik ve kültürel değişkenlerinden bahsetmiştir. Kısa zaman sonra da az gelişmiş ülkelerin gelişme süreçlerinde, kültürel dokuların etkisi tartışılmaya başlanmıştır. Sonrasında da Modernleşme kuramı içerisinde kültür ve gelişme ilişkisi çerçevesinde iki farklı düşünce ortaya çıktı: Birinci düşüncede az gelişmiş toplumların kültürleri geleneksel engel olarak görülürken ikinci düşünceye göre kültürel farklılıklar gelişme ve modernleşme sürecine olumlu katkılar olarak değerlendirilmiştir.
Modernleşme Kuramı ve Gelişme Sorunu
Modernleşme kuramı, Batı dışı toplumların değişimini sorunsallaştıran ve az gelişmişliğin çaresini ABD’nin düzenlediği bir yenileşme siyaseti üzerinden gören bir kuramdır. Bu kurama göre dünyanın kurtuluşu, ABD’nin örgütleyeceği dünya siyasetinde görülmüş ve “Geleneksel toplumların modernliği yakalamak amacıyla yaşadıkları küresel süreci” açıklamak üzere bu çözümleyici paradigma oluşturulmuştur. Modernleşme kuramının kaynakları on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl Batı düşüncesidir.
Modernleşme kuramı, Amerikan akademi dünyasında ortaya konan düşünsel çabaların ürünüdür ve sosyolojik açıklamalardan beslenen bu kuramının bir diğer zihinsel dayanağı da “aydınlanma” düşüncesidir. Geçmişe ait inanç, kurum ve düşünce sistemlerinin yerine bireyciliği, ilerleme fikrini ve bilime olan inancı koyan bu felsefenin adı “Aydınlama Düşüncesi”dir. İlk olarak on sekizinci yüzyılda karşımıza çıkmıştır ve modernleşme kuramının mimarıdır. Aydınlanmacı düşünürler; sosyal, siyasal, dinsel bütün sorunların çözümlerini akılla getirebileceklerine inanır. Amaç, insanları; mit, efsane, önyargı ve hurafelerin oluşturduğu eski düzenden kurtarıp iyi ve özgürleştirici olan aklın himayesine sokmaktır. Bacon’un “bilgi güçtür” sloganıyla oluşturduğu Aydınlanma felsefesi toplumsal kabul görmeye başlamıştır. Aydınlanma düşüncesi Kilise ve Kral’ın temsil ettiği geleneksel otoriteye karşı “insanlık” kavramını da yoğun şekilde kullanmıştır. Bu dönemde Batı’da İslamiyet’e de daha olumlu bir gözle bakılmış hatta Yücel Bulut’un deyimi ile “On sekizinci yüzyıl aydınlanma filozofları İslam’ı ve Muhammed’i, Kilise’nin temsil ettiği Hıristiyanlık anlayışını eleştirmek için kullanmışlardır.” Aydınlanma filozoflarının dine karşı tutumları farklı zamanlarda farklı şekillerde olmuştur. Örneğin, on sekizinci yüzyılda aydınlanma filozoflarının deist bir yaklaşımı yirminci yüzyılın ortalarında ise ateist bir yaklaşımı benimsedikleri görülmektedir.
Modernleşme kuramının dayandığı diğer bir düşünsel kaynak da klasik sosyolojik teoridir. Klasik sosyolojik kuram, geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yaşanılan sıkıntıları anlama ve çözümlendirme amacıyla ortaya çıkmıştır. Batı sosyolojisinin kurucularından Durkheim, Weber ya da Simmel, geleneksel ve modern ayrımının Batı toplumlarında ne anlama geldiğini tartışmışlardır. Sadece Marx, bu iki kavramın Batı dışı toplumlar için de ne anlama geldiğini sorgulamıştır. O dönemde Batı dışında kalan toplumların modernleşme konusu gündeme getirilmemiştir, çünkü bu toplumlar zaten geri olarak kabul edilmektedir. Modernlik ve gelenek ilişkisinin Batı dışı toplumlar için tartışılması ancak modernleşme kuramının ortaya çıkması ile mümkün olmuştur. Modernleşme kuramı, 1950’lerin sonlarında kavramsal zeminini oluşturmuş 1960’ta da temel perspektifini ve temel öncüllerini ortaya koymuştur.
Klasik Modernleşme Kuramcıları
1) Talcott Parsons: Modernleşme kurmanın perde arkasındaki mimarıdır. Parsons, yalnızca kuramın haritasını çizen isim değil aynı zamanda kuramın üretilmesinde öncülük eden birçok akademisyenin de hocasıdır. Modernliğin yeni adresi olarak Amerika’yı gösteren Parsons’a göre, toplumsal sistem birbirine bağımlı unsurlar bütünüdür ve bütün sistemlerin bekasını sağlayan dört işlev vardır: uyum, bütünleşme, davranış kodlarının korunması ve amaç birlikteliği. Parsons’un bu yapısal-işlevselci yaklaşımı dört eylem sistemiyle yakından bağlantılıdır: Davranışçı organizma, kişilik sistemi, toplumsal sistem ve kültürel sistem. Toplumsal değişimi evrimci bir değişim paradigmasına dayandıran Parsons’a göre toplumların sosyo-kültürel gelişmeleri yakalamak için teknoloji, dile dayalı iletişim, ensest tabusunu esas alan akrabalık örgütlenmesi ve din olmak üzere dört özelliğe sahip olmaları gerekmektedir. Bu dört özellik, modern toplumun ana bileşkesini oluşturmaktadır. Parsons’un evrimci değişme düşüncesinin ilk ve temel bileşeni “faklılaşma” sürecidir, sonrasında ise toplumun “bütünleşme’’ sorunu gelir. Ona göre toplumun ve kültürün evrimi için; toplumsal tabakalaştırma, kültürel meşrulaştırım, bürokratik örgütlenme, para ve pazarın uyumlu işleyişi, evrenselci yasal normlar ve demokratik birlikler şarttır. Parsons, toplumsal eylem ve toplumsal sistem denklemini kurarken; evrenselci-başarı, evrenselci-verili, yerelci-başarı ve yerelci-verici modeller olmak üzere “model değişkenler” kavramı üzerinde durmuştur. Ona göre modernleşme süreci evrimsel bir süreçtir ve bu bağlamda da şu aşamalar söz konusudur: 1) Erken dönem Hıristiyanlık, 2) Orta Çağ dönemi, 3) Rönesans ve reformlar, 4) Karşı reform, 5) Devletin yükselişi, 6) Endüstriyel ve demokratik devrimler, 7) Modern Amerika
Parsons, modern toplumlar hariç diğer toplumların, Amerika’nın temsilcisi olduğu değerleri kendileri ile özdeştirdiği müddetçe modern olabileceklerini öne sürmektedir. Kısacası modernleşmek isteyen toplumlar, Amerika’nın birikimlerinden yararlanarak onun açtığı yoldan yürümek zorundadır. Parsons’ın bu yaklaşımları bazı modernleşme kuramcıları tarafından eleştirilse de modernleşme kuramının çerçevesinin çizilmesinde en büyük katkılardan birini ortaya koyduğu da bir gerçektir. Modernleşme kuramı temelde toplumsal değişmeyi ortaya koyarken, değişimin de tüm alanlarda olması gerektiği iddiasını ortaya attı. Modernleşme kuramcılarına göre az gelişmiş toplumlar, gelişmeyi düşünen ve özendiren bilinçten yoksundur.
2) Daniel Lerner ve Gelenekselin Çözülmesi: Daniel Lerner modernleşme kuramının klasik yazılarından birinin yazarıdır ve onu anlamak modernleşme kuramını anlamak demektir. Lerner, modernleşmenin evrensel bir süreç olduğuna hiçbir toplumun bu süreçten bağımsız kalamayacağına inanmaktadır. Batı dışındaki toplumların modernleşme sürecini de izlemiş ve modernliği şu niteliklerle sıralamıştır:
- Ekonomide büyüme sağlayabilmek,
- Siyasete kamusal katılımın artması ve demokratik temsil ya da farklı siyaset alternatiflerinin oluşması,
- Kültürde seküler ve rasyonel normların yaygınlaşması,
- Toplumsal hareketliliğin artması,
- İşlevsel toplum kesimlerinin yukarıdaki niteliklere göre düzenlenmesi ve aktif hale getirilip gerekli donanımın kazandırılması.
Lerner, modernleşme sürecini açıklarken hareketli kişilik kavramını kullanır. Ona göre bu kavram, çevresindeki yeni görünümleri algılama konusunda oldukça yüksek kapasiteye sahiptir. Kavramı kullanırken bir diğer anahtar kavram olan “empati”yi gündeme getirir. Ona göre empati, kişinin kendisini diğerlerinin yerine koyabilmesidir ve geleneksel ortamlardan uzaklaşan insanlar için vazgeçilmez bir beceridir. Lerner’a göre modernleşmeyi sağlayan bir diğer unsur da iletişimdir. Özellikle kitle iletişimi ve araçlarını toplumsal değişmeyi sağlayacak en önemli iki unsur olarak görür.
Modernleşmenin, yüksek okuma-yazma oranı, başarılı kentleşme, kitlesel katılım ve empati ile temsil edildiğine inanan Lerner, oluşturduğu bu çerçeveden hareketle birey ve toplumları tasnif eder. Lerner, az gelişmiş toplumların modernleşme süreçlerine teknik zorlukların ve insani problemlerin engel olduğunu kanaatine varmıştır. Sosyal bilimcilerin modern toplumların ortak özellikleri hakkında düşünerek az gelişmiş toplumlara bu ortak nitelikleri akılcı planlar yaparak taşınması gerektiği kanaatindedir. Ayrıca az gelişmiş ülkelerin Batı’yı model alması ve modernleşme sürecinde onların yaşadıkları tarihsel gelişimi yaşamamalarının yani tarihi hızlandırmanın yararlı olmayacağının da altını çizmiştir.
3) Alex Inkeles ve Modern İnsan: Ekonomik gelişmenin toplumsal ve kültürel sonuçları adlı projesi ile gündeme gelen Inkeles, bu proje bağlamında Hindistan, Pakistan, İsrail, Nijerya, Arjantin ve Şili’de yaptığı görüşmeler ve araştırmalar sonucunda modernleşme yaklaşımını oluşturmuştur.
Inkeles’e göre ulusların modernliğe ulaşması, modern bireylerin inşasına bağlıdır. Modern insanların sahip olması gereken özellikleri sıralayan Inkeles daha sonra geleneksel insanın nasıl modern insana dönüşebileceği ya da bir insanı modern yapacak ortamların nasıl inşa edileceği sorularının üzerinde durmuştur. Inkeles yaptığı araştırmalar sonucunda eğitimin modern insan yaratılmasında en önemli faktör olduğunun altını çizer. Modernleştirici güç olarak ise okul ve fabrikalara işaret eder. Inkeles’ın araştırdığı bir diğer konu ise modern insanın geleneksel insandan nasıl ayırt edilebileceğidir. Ona göre modern insan geleneksel insana göre farklı düşünmekte, konuşmakta ve davranmaktadır. Inkeles’ın ele aldığı bir diğer konu ise modernleşmenin bireyler üzerinde tahrip edici etkilerinin olup olmadığıdır. Araştırmaları sonucunda da gelişmekte olan toplumlarda modernleşmenin psikolojik sıkıntılar oluşturmadığı kanaatine varmıştır.
4) Neil J. Smelser’da Toplumsal Değişme: Smelser, ekonomik gelişmenin toplumsal gelişmelerle olan ilişkisi ve ekonomik büyüme konularında incelemeler yapmıştır. Yapısal farklılaşmayı toplumsal değişmenin temel süreci olarak kabul eder. Ona göre tüm toplumlar şu dört işleve bağlıdır: Gizli model idamesi ve gerilim yönetimi, amaç birlikteliği, uyum, bütünleşme. Smelser’a göre modernleşme; belirli bir toplum içinde teknolojik, tarımsal, endüstriyel ve ekolojik alanlarda ortaya çıkan değişikliklerdir. Ekonomik ve toplumsal gelişme, toplum yapısına bağlı olduğunu için kalkınma sürecinde toplumda meydana gelen dört önemli gelişme sayar: Bu gelişme alanları sırasıyla; teknolojik alanlar, tarım alanı, endüstri alanı ve çevresel düzenlemelerin oluşturulduğu alandır. Ona göre bu alanlarda farklılaşma, toplumsal yapıda da dönüşümleri sağlayacaktır. Toplumsal yapıdaki dönüşümler toplumsal kargaşaya yol açmakta ve modern yapı ile geleneksel yapının birbirleriyle sürekli çatışma halinde olması sonucunu doğurmaktadır. Bütünleştirme mekanizmaları ise çatışma halindeki toplumda dengeyi korumaya çalışır. Ona göre bu mekanizmaların başarılı olabilmesi, yapısal değişimin yoğunluğuna, modernleşmeden önceki toplum doğasına, değişimi isteyen siyasilerin iktidarı ele geçirmesine, canlı toplum gruplarının bir arada bulunmasına ve dış müdahaleye bağlıdır.
5) Samuel N. Eisenstand ve Devrimci Bir Değişim Olarak Modernleşme: Einsenstand, modernleşme kuramının öncü düşünürlerinden biridir. Modernleşmenin Batı önderliğinde bir ilerleme olduğunu ve modernliğin öncelik-sonralık ilişkisine bağlı olduğunu ifade eden Eisenstand, toplumsal dünyaya Smelser gibi yapısal işlevci bir bakış açısıyla bakar. Modernleşme sürecine bağlı toplumsal değişmenin özümsenmesinin kurumsal yapıların gelişmesine bağlı olduğunu ve kültürel yapı ile ilişkili olduğunu öne sürer. Eisenstand, modern öncesi toplumlara ve bu toplumların siyasi sistemlerine ilgi duymuştur. Ona göre üç tür siyasal sistem vardır: Modern sistem, geleneksel sistem ve ikisinin arasında kalan tarihsel bürokratik sistem. Modernliğin, devrimci bir değişimi örnek aldığını düşünmektedir. Devrimci değişim yeni bir toplum sistemi oluşturur ve modernleşme de tam olarak burada başlar. Modernleşmenin, Batı dışı toplumlara taşınması bir takım modernleşme pratikleri oluşturmuş ve Eisenstand bunu “modernleşmenin ikinci aşaması” olarak adlandırmıştır. Bu aşamada modernleşme kültürel bir hal almakta ve toplum içindeki bütün alanların modernleşmeye katılımı ile daha geniş grupların sürece dâhil olmasını beraberinde getirmektedir. Modernleşmeyi sadece toplumsal karakteristik bir yapı olarak değil aynı zamanda seçkin yöneticilerin, özel grupların ve kişilerin hareketleri ile ilerletmesi gereken bir süreç olarak görmüştür. Kısacası Einsestand’ın ortaya koyduğu modernleşme kuramı yapısal-işlevci çerçeveden, yeni-evrimci bakış açılarından ve gelenek-modernlik karşıtlığı ortaya koyan klasik değişme düşüncelerinden beslenmektedir.
Modernleşme Kuramına Yönelen İçsel Eleştiriler
Modernleşme kuramının içeriden eleştiren düşünürler; modernleşme kuramının evrimciliğin formları, kültürel faktörlerin modernleşme sürecini aksatan yönlerini incelediğine, yapısal işlevci çizgiye ve modernleşme süreçlerinin gelenek-modernlik sorunsalı ile sınırlandırılmasına itiraz etmişlerdir. Modernleşmeyi genel olarak sosyolojik bakış açısıyla ele alan bu kuramcılar, kültürel farklılıkların modernliğin önünü açacak yanları olabileceğini savunmuşlardır. Eleştirilerinin asıl amacı, modernleşme kuramının eksiklerini gidermektir.
1) Robert N. Bellah ve Modernleşme Süreçlerinde Dinin Araçsallığı: Bellah, modernliği sadece siyasi ve ekonomik olarak değerlendirmemiş, zihniyet biçimi ya da ruhsal bir görüngü olarak da ele almıştır. Modernleşme sürecinde kültürel unsurların tamamıyla ortadan kaldırılması gerekmediğini ve bu unsurlardan yararlanılabileceğini öne süren Bellah, araştırmalarıyla dinin modernleşme sürecinde nasıl bir rol oynadığını ortaya koymaya çalışır. Bu konu için de Türkiye ve Japonya’yı örnek olarak alır ve Japonya’nın modernleşme sürecinde dinin olumlu rol oynadığını, Türkiye’de ise dinin modernleşme sürecine katkıda bulunmadığını gözlemler. Bellah’a göre örfi-geleneksel toplumlar ilksel-modern toplumlara evirilmelidir. Fakat örfi-geleneksel toplumdan ilksel-modern topluma geçerken ancak yeni bir dini girişim, eski değer sistemine ve onu dini temeline meydan okuyabilir. Böylelikle modernleşme meşrulaştırılabilir ve toplum kültüründeki yerini alabilir. Kısacası Bellah’a göre modernleşme sürecinde dinin ortadan kaldırılması şart değildir aksine modernleşme sürecini olumlu etkileyen bir olgu olabilir.
2) Barrington Moore ve Tarihin Yardıma Çağrılması: Moore, gelişme sorununu tarihsel ve sosyolojik bağlamda, modernleşme kuramının içerisinde değerlendirir. Modernleşmenin üç farklı yoldan sağlanabileceğini dile getirir ki bunlardan birincisi “demokratik yol”, ikincisi “tepeden inmeci bir tavrın eşliğinde yürütülen devrimler”, üçüncüsü ise “komünizm” modelidir. Ona göre gelişmek için kültürel unsurular, siyasi beceri, kişisel liderlik anlayışları ve ekonomik çıkarların doğru değerlendirilip yönlendirilmesi gerekir. Ancak tüm bu faktörler farklı coğrafyalarda farklı etkilerde bulunabilir ve tarihsel gerçeklikten ayrı düşünülemez. Kısacası Moore, tüm zamanlar ve tüm toplumlar için gelişmenin tek bir genel geçer yaklaşım ile olacağı fikrine karşı çıkar.
3) Reinhard Bendix ve Gelenek-Modernlik Uyuşmazlığı Tezinin Eleştirisi: Bendix, yeni ulusların gelişme problemlerini ve sosyolojik bir çerçevede gelişme süreçlerini etkileyen siyasal gerçeklikleri incelemektedir. Evrimci kuramlar, sistem kuramları ve Marksist toplum analizlerine karşı bir yaklaşım geliştirmiştir. Klasik modernleşme yaklaşımlarına göre, geleneksellik ve modernlik birbirlerine zıt iki toplumsal yapıdır. Bendix’e göre ise gelenek ve modern tamamen birbirlerini dışlamak zorunda değillerdir yani modern toplumlar içinde de geleneksel unsurlar sürdürülebilir ya da tam tersi olabilir. Ona göre dünya dengesinde “lider toplum” ve “takipçi toplum” olmak üzere birbirine hamleler yapan iki toplum vardır.
4) Cyril E. Black ve Modernleşmenin Evrenselliği: Black’e göre klasik modernleşme kuramı vazgeçilmez unsurları arasındaki ilişkiyi yeterince ortaya koyamamaktadır. Bu yüzden bu unsurlar tek başına ele alınmamakta ve sorun yeterince kavranamamaktadır. Black, klasik modernleşme anlayışının Batılılaşma sürecini Batı dışı toplumlara fazlaca dayatıldığına dair bir eleştiride daha bulunur. Modernleşmenin, geleneksel unsurların korunaklı alanlarını tahrip ettiğini düşünmekte, şiddetin ve insani ilişkilerin zayıflaması gibi unsurları modernleşme sürecinin olumsuz yanları olarak görmektedir. Ona göre modernleşmenin gerçekleşmesinde “modernliğin zorlanması, modernleştirici önderliğin kurumsallaşması, ekonomik ve toplumsal dönüşüm, toplumun bütünleşmesi” olarak adlandırdığı dört aşama vardır.
Bir Entelektüel Sistem Olarak Modernleşme Kuramının Düşündürdükleri
Modernleşme kuramının, açık bir bildirisi yoktur. Her ne kadar ortak bir duyuşun kararı olarak görünse de içerisinde faklılıklar barındırmaktadır. Elbette kuramın sahip olduğu bir anlam, nitelik ve referans çerçevesi bulunmaktadır. Samuel Huntinton, konuya ilişkin düşünürlerin görüşleri doğrultusunda modernleşme sürecinin ortak dokuz niteliğini açıklar: Modernleşme; devrimci, karmaşık, sistematik, küresel, uzun vadeli, tedrici, homojenleştirici, geri döndürülemez, ilerlemeci bir süreçtir.
Modernleşme, Batı’nın modernleşmesi değil modernleşmenin Batı dışı toplumlara yayılmasıdır. Bu nedenle modernleşme kuramı, Amerika’nın II. Dünya Savaşı sonrası elde ettiği üstünlük bağlamında değerlendirilmelidir. Modernliği tarihte ilk yakalayan toplum Batı toplumudur ve Batı kendi içsel dinamiklerini sahip olduğu erdem sayesinde bünyesi dışına aktarabilmiştir. Bu yoruma göre modernleşmenin asıl amacı, Batı’nın erdemlerini dünyaya yaymak ve Batı dışı toplumların bünyevi zaaflarını ortadan kaldırmaktır. Bu noktada Batı’nın önderliğinin tartışmasız kabul edilmesi ve kurucu özne olarak görülmesi de içselci bir tarih okumasıdır.
Modernleşme kuramına göre modern ve gelenek birbirine zıt olarak görülmüş ve modernliğe geçiş dönemindeki toplumlarda gelenekselin temizlenmesi gerektiği öne sürülmüştür. Bazı düşünürler bu görüşe karşı çıkıp gelenekselin geçiş dönemindeki toplumlara faydası olacağını düşünse de onlarda tıpkı klasik modernleşmeciler gibi modern ve gelenek ayrımını temel almışlardır. Modernleşme kuramına süreç içinde gelen tüm eleştiriler, kuramın çerçevesini genişletmiş ve zenginleştirmiştir.
Modernleşme kuramı, Batı dışında kalan toplumların gelişebileceğini ve modernleşmeye katılabileceğini iddia eden ilk sistemli kuramdır. Amerika’nın evrenselcilik siyasetinin bir uzantısı ve bu siyasetin zihniyetini üretmeye çalışan bir ideolojisidir. Ayrıca modernleşme kuramı 1980’ler sonrasında yükselen küreselleşmeci kuramların hazırlayıcısıdır. Kısacası modernleşme kuramında “modernleşme” kavramı ne anlama geliyorsa küreselleşme kuramında da “küreselleşme” o anlama gelmektedir. Modernleşme kuramı, dünya sistemindeki potansiyel problemleri tespit etmiş ve problemlere sunduğu reçeteler ile dünya toplumlarını iyileştirme cüretkârlığını göstermiştir. Kendi içerisinde kurduğu sistemli çerçeve ile uzunca bir süre daha entelektüel gündeme müdahale ederek dikkatleri üzerine çekmeye devam edeceğe benziyor.
SONUÇ
Fahrettin Altun, “Modernleşme Kuramı Eleştirel Bir Giriş” kitabında günümüz küreselleşme sorununu modernleşme bağlamında değerlendirirken okuyucuya farklı bakış açıları sunuyor. ABD’nin üniversitelerinde teorik olarak oluşturulmuş, Batı dışı toplumların gelişme yönündeki bakış açılarına yön veren modernleşme kuramının kavramları, tarihsel temelleri, ana kuramcıları ve kendi içlerindeki eleştirileri ile toplumlar arası gelişme sorunları kitapta tüm boyutlarıyla incelenmektedir. Yazarın, modernleşme kuramını en ince ayrıntısına kadar ele almasının en önemli sebebi ise günümüz küreselleşmesinin temelinde modernleşme kuramının yatması ve bu kuramın tam olarak anlaşılmamasından doğan tartışmalar ve sorunlardır.
Hazırlayan: Elif Betül Gedik