Modern öykü, klasik hikâye, arada atmosfer

"Nazan Özen, Annemin Saati adını taşıyan kitabıyla öykü atlasımıza bir kumaş ekliyor. Çıra Edebiyat Yayınları’nın ilk kitaplar dizisinden çıkıyor eser. Bir oturuşta, bir sigara içimi zaman aralığında okunacak ve keyif alınacak hacimde bir kitap." Nuhan Nebi Çam yazdı.

Modern öykü, klasik hikâye, arada atmosfer

Geleneksel hikȃyenin rafa kalkmadığı, tekrar döndüğü konuşulur. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlendirmesi metnin kaba dilimleridir; ama ben anlatılarımda bu ilkellikleri bir kenara bırakmayı severim. Öykü anlatımı son bölümden başlamalıdır. Sondan geriye doğru ve belkilerle ilerleyen katman katman durumlar yumağı. Gelişme ve sonrasında giriş olmamalıdır. Buradan hikȃye geleneğimize galiz bakışlar attığım anlaşılmasın. Borges, kompleks yapmadan Homeros’un memelerinden süt emiyordu. Biz neden geleneğin kaynaklarını yabansıl gözlerle süzelim ki!

Nazan Özen, Annemin Saati adını taşıyan kitabıyla öykü atlasımıza bir kumaş ekliyor. Çıra Edebiyat Yayınları’nın ilk kitaplar dizisinden çıkıyor eser. Bir oturuşta, bir sigara içimi zaman aralığında okunacak ve keyif alınacak hacimde bir kitap. Altmış dört sayfalık çalışmada kısa kısa on iki öykünün olduğunu görüyoruz.

Esere adını veren öyküyle açılıyor kitabın sayfaları. Annemin Saati isimlendirmesinde bir eşya öyküsüyle karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz.  Özen’in anlatılarında usta bir gözlemcinin, ince eleyip sık dokuyan bir yazı işçisinin olduğunu görmek beni okuduğundan keyif alan biri hâline getiriyor. Kitapta, saat, anahtar, sedir gibi eşyalar etrafında kurgulanan başarılı öykülerin olduğunu görüyoruz. Özellikle de Sedir adını taşıyan öykünün çerçeve öykü olduğunu belirtmem gerekiyor.

Annemin Saati öyküsünde bir anne anlatılıyor. Bir annenin saate, eşyaya verdiği değer; nesneyle birlikte yaşlanan, hayatın bir kenarına bırakılan anne; sade, yalın ve yoğun bir dil ile hikȃye ediliyor.

Anne, adı Ayşe’dir, büyük kentte evlatlarıyla hayat sürmektedir. Saatçiden bu saati alıyor. Satıcı “Ömürlük bu, abla.” diyor. Anlatı kişisinin değerlendirmesi de şudur: “Ne saat ama, yıllardır bozulmadı.” (s.8)

Ayşe, “anne saati”ni “En kıymetli eşyam budur” sınıflandırmasına koyuyor. Onu duvarın en mutena, en göze çarpan yerine asıyor. Bir süre sonra şehirden sıkılan ihtiyar, köyüne dönüyor. Saatini götürmüyor ama taşra hayatında onu aklından çıkaramıyor. Şehre, evlatlarının yanına döndüğünde onlara ilk sorduğu şey saat oluyor. Saat, yaşlanmıştır, akrep ve yelkovan yorgundur. Ayşe Hanım titreyen sesiyle bir kenarda durmaktadır.

Anahtar, bir diğer öykü. Ölen babanın ardından eşi, kızı ve komşuları yas tutmaktadır. Kızın adı, Yasemin’dir. Ölüm anında baba, annenin eline bir anahtar bırakıyor. Bunu hatırlayan kız, anahtarı istiyor annesinden. Yan odada, dolabın üzerindeki sandığı açıyor ve hatıralarıyla karşılaşıyor.  Babasının cezaevi yıllarında boncuktan işlediği bir çantadır bu. Ceviz ağacı, dallarıyla tereddüt içindedir. Anlatı kişisi okuyucuyu canlı bir atmosferin içine ustalıkla çekebiliyor. Özen, güzel öykülere imza atıyor.

Jandarma, kitabın bir başka öyküsü. Trajik ve ironik bir anlatıyla karşı karşıyayız. Kahramanın adı Emine Teyze’dir. Adı merakından, her şeye karışmasından, sokağın ve mahallenin düzeninden kendini sorumlu hissetmesinden dolayı “jandarma”ya çıkmıştır. Aslında biraz da kaçıktır Emine Teyze, akıl tutulması yaşamaktadır. Yalnızlık, başına vurmuştur. Çocuğu olmamıştır. Bir hastalıktan eşini kaybetmiştir. Odasında diz dize oturduğu yalnızlık adlı ıstırap, kadını kendinden bezdirmiştir. “Yalnızlık kapıya, bacaya konulacak şey değildi ama elden bir şey gelmezdi, destursuz misafirini mecburen içeri buyur etti.” (s.15) Emine Teyze bu kimsesizlikten kafayı sıyırıyor. Zamanla adı unutuluyor. Her şeye karışan hasta tavırları ona hitap şeklini değiştiriyor. Bölge sakinleri artık ona “jandarma” adını takıyor.

Sedir öyküsü, gidişlerin, tutunamayışların ve tekrar gelişlerin öyküsü. Hikȃye kişisi Seher’dir. Anadolu taşrasında, köyünde yaşamaktadır. Sedirde oturur, karanlık çöküp dışarıda göz gözü görmediği vakitlerde sedirde uyur. Kocasının adı Ali’dir. Seher, Ali’ye her konuda kol kanat olmaktadır. İki oğulları vardır. Ortalama bir köy hayatı sürmektedirler. Bir Temmuz öğleden sonrası Ali, sol göğsünü tutarak yere yığılmıştır.

Büyük şehre yolculuk. İstanbul, Bayrampaşa. Artık Seher daracık pencerelerden gökyüzünün maviliğini seçmeye çalışmaktadır. Seher, bunalmıştır. İnsanların birbirine yabancı gibi davranmaları onu çok üzüyordur. Bir gün evlatlarına şöyle dedi: “Nefes alamıyorum oğlum ben buralarda. Bu kadife koltuklar benim tahta sedirimin yerini tutabilir mi? Ot kokusunu bile özledim. Tencerede pişirir kapağında yerim, ne olur bana eziyet etmeyin.” (s.28)

“Seher” öyküsü aynı zamanda bizim İstanbul Öyküleri adını verdiğimiz, şehrin ruhunu taşıyan, onu kenarından kıyısından tutan metinlerden oluşan seçkimizde de yer alıyor. Kırk altı yazarın hassas terazilerden geçirerek belirlediğimiz öykülerinin içinde bu hikȃyenin de yer alması benim için sevinç vesilesidir. Bu öyküyü iki kapak arasında tekrar görmek güzel bir duygu

Hatıralar ve özlemler Nazan Özen’in bütün öykülerini kuşatıyor. Geleneksel hikȃyeleme ve modern öykü arasında duruyor bu anlatılar. Bazı metinlerde “ben” anlatıcının içtenliğini görüyoruz. Birçok öyküsünde de anlatı kişisi üçüncü tekil kişi anlatımını kullanıyor. Kitaptaki diğer öyküler Yol, Şengül, Entarili Adam, Elmas, Pazar Yeri, Beyaz Ev, Müsaade adlarını taşıyor.

Öykü okurunun beğenerek okuyacağını tahmin ediyorum.

Nuhan Nebi Çam

YORUM EKLE