Antropoloji yalnızca insanın fiziksel yapısını mı inceler? Claude Levi-Strauss bu soruya hiç düşünmeden “hayır” cevabını verecek bir düşünürdür. Nitekim Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji isimli kitabı tam da bu sorunun yanıtı gibidir. Fiziksel antropolojiyi tamamlayan olmazsa olmaz bir alan daha vardır ki, o da kültürel ya da sosyal antropoloji diye adlandırılan bilim dalıdır. Kültürel antropoloji, fiziksel antropolojinin aksine insanın varoluşuyla değil, ürettikleriyle ilgilenir. Bu disipline göre insan kültürel bir varlıktır. Bundan dolayıdır ki, insana dair araştırmalar, yaşadığı çevreyle bir bütünlük içerisinde gerçekleştirilirse bir anlam ifade eder.
Eserini incelediğimiz Claude Levi-Strauss, bu gerçekten hareket ederek insanı anlamaya çalışmış ve işe kültürle başlamıştır. Strauss “….fiziksel antropologların kullandığı eleğin gözleri o kadar geniştir ki, biz kültürel ya da sosyal antropologların bir anlam atfettiği kültürler arası farkların hiçbirini tutamaz.” der. Ona göre insanlar incelenirken önem taşıyan farklılıklar görmezden gelinmiştir. Hâlbuki ortak özellikleri keşfetmek için önce farklı yanların belirlenmesi gerekir. İnsan üzerine yapılan çalışmalarda müşterek vasıflara odaklanmak, Batı medeniyetinin tektipleştirme politikasının bir tezahürüdür. Zira Batı, tek gelişmiş insan türü olarak kendi vatandaşlarını görür. Diğer insanlar ise Batı uygarlığına ayak uydurduğu ölçüde gelişebilir.
Strauss, günümüzde Batı uygarlığının insanlığın geri kalanına bir şey sunmadığını ve artık geleneksel medeniyetlerin derinlemesine incelenme vaktinin geldiğini düşünüyor. Bu meyanda kaleme aldığı kitap, genelde modern dünyanın özelde ise Avrupa’nın doğrularını, yerli halklardan verdiği örneklerle sorgulama imkânı sunuyor. “Medeni”, “ilkel” veya “gelişmiş”, “az gelişmiş” gibi zıtlık ifade eden kelimelerin tartışılmaya açık kavramlar olduğunu ortaya koyuyor yazar. Özetle modern uygarlıklar ve “ilkel” şeklinde adlandırılan dünya arasında mukayeseler yaparak bazı tabularımızı yıkıyor; sonrasında ise antropolojinin günümüz sorunlarına da çözüm olabileceğini gösteriyor.
Strauss’a göre bir toplumun kendi kültürünü tanıyabilmesi için ona başka bir kültürün gözüyle bakması gerekir. İnsanı mutlu kılan tek tip bir kültürden söz edilemez. O, yaşam biçimlerimiz ve inandığımız değerlerin, mümkün olan yegâne yaşam biçimleri ve değerler olmadığını; diğer yaşam tarzlarının, başka değer sistemlerinin de insan topluluklarını mutluluğa eriştirebileceğini düşünür. Aslında Strauss burada öncelikle Batı uygarlığının insanlar üzerine egemenlik kurma çabasını eleştirmektedir. Zira yazara göre her toplum kendi yaşam biçimi ve değer yargısıyla mutlu bir hayat sürebilir.
Geleneksel toplumlar doğa ile uyum içinde yaşıyor
Strauss eserinde “İlkel toplum uygulamaları modern insanların normlarıyla karşılaştırıldığında her ne kadar akıl dışı gibi görünse de, her âdetin, her inanışın iç dengesi yüzyıllar içinde oluşmuş bir sistemin parçasıdır ve bu bütünün içerisinde, geride kalanlara zarar verme riski olmaksızın bir tek öğe dahi ortadan kaldırılmaz” diyerek bu gerçeğe dikkat çeker. Yazara göre geleneksel toplumlar, kurallardan çok daha fazla kulak verilmeyi hak eden dersler verir modern insana. Bunları batıl inançlardan ibaret gibi düşünmek hata olur. Bu toplumlar insan ile doğa arasında bizlerin kuramadığı bir dengeyi kurmayı başarmıştır. Strauss bu görüşünü eserinde güzel bir örnekle şöyle ifade etmektedir: “İlkel yaşamında, aktif aile üyelerinin iki ile dört saat arasında çalışması bütün ev halkının geçimine yeterken; modern dönemde fabrikalarda ya da bürolarda saatlerce çalışan kişilerin birçoğu aç ve evsiz kalma riskiyle karşı karşıyadır.”
Geleneksel toplumlar yaşayış tarzı ve inanç değerleriyle olduğu kadar ekonomik faaliyetler bakımından da bizlerden oldukça farklıdır. Zira bu toplumlar ekonomiye kâr amacıyla bakmaz. Onlara göre ekonomi itibar elde etmenin ve topluma hizmet etmenin bir aracı olarak görülür. Strauss bu durumu kitabının bir bölümünde şöyle dile getirir: “Bu toplumların üyelerinin sergilediği ekonomik faaliyetler, tek amacı kârı azami düzeye çıkarıp, zararı asgari düzeye çekmek olan rasyonel bir hesaba indirgenemez. Bu toplumlarda çalışmak, yalnızca kâr elde etmeye değil, aynı zamanda itibar kazanmaya ve topluma hizmet etmeye yarar. Bizler için sırf ekonomik bir nitelik taşıyabilecek eylemler, onlarda hem teknik, hem kültürel, hem de toplumsal hem de dinsel meşgalelere karşılık gelir.” Bu tespit bize, dünyada tek tip bir ekonomik faaliyetten ve amaçtan söz edilemeyeceğini, aksine birçok ekonomik işleyiş biçiminin mevcut olduğunu ve bunları tek bir ölçüm cetveli üzerinde sınırlamanın mümkün olmadığını anlatmaktadır.
Yazar, çoğu toplumun doğa ile kültür arasında bir bağ kurduğu düşünüldüğünde, geleneksel toplumların gelişmeye neden direndiğini anlayabileceğimizi söyler. Zira Strauss’a göre gelişme, kültürün doğanın önüne geçmesi anlamına gelir. O, kültüre tanınan bu önceliğin, Batı uygarlığı dışında neredeyse hiçbir yer ve zamanda bu şekilde kabul görmediğini söyler. Yerli halklara göre insan doğanın bir parçası kabul edildiğinden olsa gerek, bir güç ilişkisi yoktur aralarında. Batı uygarlığında ise durum tam tersidir. Zira doğadan koparılan insan artık doğaya egemen olması gereken bir statüye yükselir bir anda.
Değişim toplumlar için kaçınılmaz mıdır?
“Bizim toplumlarımızın doğasında değişim vardır” der Strauss. Modern toplumların yapı ve işleyişinin temel ilkesi budur. Geleneksel toplumların bize ilkel görünmelerinin nedeni, mensuplarının, her şeyden önce varlıklarını “oldukları gibi” sürdürmek üzere yaşamalarıdır. Yazar yerli toplumları mekanik makinelere, modern toplumları ise termodinomik makinelere benzeterek şunları söyler: “İlk tür makineler, başlangıçta onlara verilen enerjiyi kullanır. Şayet yapılarında bir kusur yoksa yani sürtünmeye ve ısınmaya sebep olmuyorlarsa, teorik olarak sonsuza kadar çalışabilirler. Buna karşılık termodinomik makinelerin çalışması, ısıtıcı ile kondansör arasındaki sıcaklık farkına dayalıdır. Diğer makinelere kıyasla, çok daha fazla iş üretirler ama bu sırada enerji harcar ve yavaş yavaş kendi enerjisini tüketirler.”
İki üç asırdan beri, Batı uygarlığı temelde bilimsel bilgiye ve uygulamalarına adamıştır kendini. Yazara göre bu kriter benimsendiği takdirde toplumların gelişmişlik derecesinin göstergesi, kişi başına düşen enerji miktarı olur. “Eğer kriter çok zor coğrafi koşulların üstesinden gelmek olsaydı, hiç şüphesiz galip gelen Eskimolar ile Bedeviler olurdu” der Strauss. Aslında yazar vermiş olduğu örnekle zihnimizde var olan kriterlerin tartışmaya açık olduğunu bizlere gösterir. Bir toplumun veya inancın diğerlerine olan üstünlükleri aslında sübjektif ve göreceli kriterlere dayanmaktadır.
Günümüzde birçok insanla kitle iletişim araçları sayesinde rahatlıkla iletişim kurabiliyoruz. Yazara göre bu iletişim türü otantik olmayan bir teması temsil eder. İlkel toplum kavramıyla kategorileştirilen, modern tahayyüllere göre az gelişmişliği temsil eden toplumlarda ise insanlar birbirleriyle otantik temaslar kurmakta ve neredeyse herkes birbirini tanımaktadır. İletişim olanaklarının yüksek olduğu bir toplumda insanlar arası ilişkilerin azalması sorgulanması gereken bir durumdur. Ancak şurası bir gerçektir ki; geleneksel toplumların insani ilişkileri, modern insanlara örnek olacak niteliktedir.
Kültürel miras hızla değişiyor
Yazar modern toplum ile geleneksel toplum arasındaki farklardan bahsederken çok belirleyici bir örneğe başvurur. Modern toplumlarda hayatta kalmak isteyen insan rekabetçi ruha sahip olmak zorundadır. Birbirini rakip olarak gören modern insanın başarılı olması için karşısındakini yenmesi gerekir. Geleneksel toplumlar ise modern insanların benimsediği rekabetçi zihniyeti reddeder. Strauss, bu toplumlarda oyunun, bizdeki gibi bir taraf galip gelince değil, iki tarafın da mağlup olmadığı kesinleşince sona erdiğini ifade eder.
Modern toplumlarda demokratik yönetim biçiminin temelini oy çokluğu teşkil eder. Bu kurala göre oy çokluğunu sağlamak haklı olmanın ve meşruiyet kazanmanın yegâne yolu iken geleneksel toplumlarda durum biraz farklıdır. Strauss bu farklılığı şöyle dile getirir: “İlkel denen hemen bütün toplumlar ise oy çokluğu fikrini reddetmeleri şaşırtıcıdır. Onlar için aslolan oy birliğidir.” Yazarın sözlerinden anlaşılacağı üzere bu toplumlar alınan kararlarda bir kişinin dahi dışarıda kalmasına, görmezden gelinmesine izin verilmeyen bir yönetim yapısına sahiptirler. Onlar için azınlığın düşünceleri en az çoğunluğunki kadar değerli görülmektedir.
Strauss’a göre antropoloji ırk ve kültürün birbiriyle bağlantılı olduğu fikrine karşıdır. Bu karşıtlığı ise öne sürdüğü iki argümanla savunur. Birincisi, mevcut kültürlerin, özellikle de yeryüzünde iki veya üç yüz yıldır var olan kültürlerin sayısının, en titiz araştırmacıların ayırt etmeye çalıştığı ırkların sayısından oldukça fazla olmasıdır. İkinci argüman ise kültür mirasının, gen mirasına göre çok daha hızlı değişime uğramasıdır. Yazara göre atalarımızın kültürleri ile bizimkiler arasında muazzam bir fark vardır. Batı medeniyeti yıllardır kültürel gelişmişliğin aynı zamanda ırksal üstünlüğü beraberinde getirdiğini öne sürmüştür. Fakat Strauss batının tezine karşı çıkarak ırk ve kültürün farklı gelişim süreçlerini temsil ettiklerini gözler önüne sermiştir.
Modern toplum homojenliği dayatır
Modern toplum, kendi ırkından farklı toplulukları homojen ırklar olarak düşünme eğilimindedir. Beyaz birine göre, sarı ırka mensup herkes birbirine benzer. Hâlbuki yazara göre aynı coğrafi bölgede yaşayan yerli kabileler arasında önemli farkların bulunduğu saptanmıştır. Aynı kabileye ait köyler arasında, dil ve kültür bakımından farklı olan kabileler arasındaki kadar fark vardır neredeyse. İnsanlar farklılığı daha ziyade korkutucu ya da infial yaratan bir şey olarak görür. Yazara göre bu düşünce insanların zihnine iyice yerleşmiş olduğundan içgüdüsel sanılan bir eğilim, en eski çağlardan beri insanları, kendi toplumlarında mevcut olanlarla hiç mi hiç ilgisi bulunmayan adetleri, inançları ve değerleri inkâr etmeye sevk etmiştir. Yazar bu gerçeği eserinde şöyle zikreder: “Antik Yunanlar ve Çinliler, kendi kültürlerine katılmamış olan halkları, dilimize ‘barbar’ diye tercüme ettiğimiz sözcüklerle nitelemişlerdir. Uzun süredir kullanılan ve kökeni itibariyle ‘ormana ait’ demek olan ‘vahşi’ veya ‘yaban’ sözcüğü de, insan kültürünün tersine, hayvan yaşamını çağrıştırmaktadır.” Strauss’a göre bu yolla ‘kültürel farklılık’ denen olgunun varlığı inkâr edilmektedir. Batı dünyası içinde yaşadığı normlardan uzak düşen her şeyi tercihen kültürün dışına atıp onları doğaya dâhil eder.
Yazara göre modern toplum kendine benzer bir yönde gelişen her kültürü birikimsel varsayarken, buna mukabil diğer kültürleri durağan olarak görür. Bunun sebebi bu kültürlerin gelişme doğrultularının modern kültür normları için hiçbir şey ifade etmiyor olmasıdır. Strauss bu düşüncesini güzel bir örnekle şöyle temellendirir: “Mercekten belli bir uzaklığa yerleştirilmiş bir cisme ayarlanmış bir mikroskopla bakan bir gözlemci, uzaklık ne kadar az olursa olsun o cismin ötesine berisine yerleştirilmiş cisimleri, karışık ve bulanık görür ya da hiçbirini görmez bile. Bakışı oralardan geçer gider.”
Yukarıda bazı alıntılarla muhtevasından bahsettiğimiz Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji adlı kitap, 2012 yılında Akın Terzi’nin tercümesiyle Metis Yayınları’ndan çıkmış. Küçük bir risale hacminde olan kitabın mana zenginliği oldukça yoğun. Ancak konular somut ve ilgi çekici örneklerle zenginleştirildiği için kitap bir solukta okunabiliyor. Strauss modern zihnin kategorilerini yıkıyor ve düşünmeden kabul ettiğimiz inançlarımızı sorgulamaya sevkediyor. Modern dünyanın ilkel, barbar, vahşi olarak nitelendirdiği toplumlardan alacağı dersleri sarsıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Yakup Karaduman
Modern Dünyanın Sorunları Karşısında Antropoloji, Claude Levi-Strauss