Birbirinin peşi sıra yayımlanan üç eseri art arda okumak nasip oldu geçtiğimiz günlerde. Ahmet Murat’ın Ekim’de yayımlanan Belki de Üzülmeliyiz’i, İbrahim Tenekeci’nin Kasım’da yayımlanan Geldik Sayılır’ı ve Taha Kılınç’ın Ocak’ta yayımlanan Kudüs Yazıları kitabı. Bu üç kitabın da daha evvel mevkûtelerde, yani gazete veya dergi gibi süreli yayınlarda yayımlanmış yazılardan oluşması ilk göze çarpan ortak özellikleri olsa da ortak noktaları bununla sınırlı değil.
‘Medeniyet coğrafyamız’ diye bir tabir var. Bu kitaplar aynı medeniyet coğrafyasının, aynı medeniyet tahayyülünün birer parçası olmaktan öte daha da yakın düşüyorlar birbirlerine. Belki tecessüm edip birer insan olsalar, birbirinin kardeşi, yeğeni ya da kuzenleri olacaklar.
Kadim olana dair ne varsa bir hatırla/t/ma girişimi
Bizi üzülmeye teşvik eden Ahmet Murat’la başlayalım. Kadîm fıkıh kitaplarımız gibi sular bahsiyle başlamasa da kitap boyunca suyu hep bir nimet ve bir fenomen olarak düşünmeye zorluyor sizi eser. Sadece sular mı? Topyekün, kadîm olana dair ne varsa bir hatırla/t/ma girişimi olarak ele alınabilir kitap. Kaybettiğimiz ne varsa onu hatırlatıyor Ahmet Murat. İslam şehrinden Türk evine, sağduyulu ve sade Anadolu insanından örneğini metropollerde hemen hiç göremeyeceğimiz samimiliklere değin pek çok ‘âh’ dedirtecek şey… İşte bu yüzden üzülmeliyiz; sadeliği, samimiliği ve biz olmaklığımızı kaybettiğimiz için.
Sonu tabiata çıkan yolculukların kitabı
Belki de Üzülmeliyiz’in ardından yola düşüyoruz. Bu sefer İbrahim Tenekeci’yle, kaybettiğimiz değerleri tabiatta, ormanda ve bazen de küçük Anadolu kasabalarında arıyoruz. Olay çoğunlukla Geyve-Taraklı-Göynük hattında geçiyor. Bir yol kitabı Geldik Sayılır, sonu tabiata çıkan yolculukların kitabı. “İnsanlar kırıcıydılar, kitaplara kaçtım” demiş ya Cemil Meriç, belki bu kitap da hal lisanıyla “Zaman kırıcıydı, tabiata kaçtım” diyor bizlere. Çoğu kez hisleniyorsunuz, ilk fırsatta ben de tabiatla irtibatımı yeniden gözden geçirmeli, metropolün yıkıcılığından kaçmalıyım diyorsunuz eseri okurken. Sadece tabiat da değil elbet. Toprakla irtibatını kesmeyen insanlardan da bahsediyor eser. Evet onlar da orada, uzakta bir yerlerde yaşıyorlar; bilmesek de, görmesek de. Kitap buna olan inancımızı bir nebze olsun pekiştiriyor.
Bir Kudüs meselesi portresi
Ardından ilk iki eserde bahsedilen değer, insan ve tabiat kayıplarının bir son-ucu olarak en büyük kaybımıza geliyoruz: Kudüs. Taha Kılınç Kudüs Yazıları’yla ifrat ve tefritten, hamasetten ve koyvermişlikten uzak bir Kudüs meselesi portresi çiziyor zihnimizde. Kudüs’ü yaşayan, canlı bir şehir olarak tasvir edip, tarih boyunca geçirdiği evreleri detaylarıyla bilmemizin gerekliliğini ortaya koyuyor. Kitap Kudüs için bir şey yapmadan evvel “oku” diyor bize. Hem Kudüs’ü, hem tarihi, hem bugünü ve kendimizi okumamız gerekiyor. Okuyamadığımız için, Kılınç’ın dediği gibi, “İsrail bugün işgali sona erdirse ve ‘Ben bırakıyorum, şehri artık siz yönetin’ dese, şu anda Müslümanların bunu çatışmadan ve birbirlerini çiğnemeden yapabilme ihtimalleri yok”. Bu da bizim büyük, yaman çelişkimiz.
Aynı tastan çorba içen üç aile ferdi gibi bu üç eser
Sanki aynı sofranın etrafında diz çökmüş aynı ekmeği yemeğine katık eden, aynı tastan çorba içen üç aile ferdi gibi bu üç eser. Ahmet Murat şehir hayatına dair kayıplarımızı anlatırken İbrahim Tenekeci topraktan yoksunluğumuza değiniyor, yüreğimize değiyor. Taha Kılınç ise sanki bu kayıplarımızın bir süreği gibi, şehir ve toprak kayıplarımızın mücessem hali olarak Kudüs’ümüzü nasıl/neden kaybettiğimizi anlatmaya çalışıyor.
Eserleri okuyunca “iyi ki gazete/dergi sayfalarında kalmayıp kitaplaşmış” diyorsunuz. Darısı onlar gibi derlenip yayımlanmayı bekleyen daha nice kalıcı ‘mevkûte’ yazılarına…
Abdullah Taha Orhan