80 yıl öncesine gidelim. 1936 yılının Aralık ayının 28’ine. Hava çok soğuk, sulu bir kar yağıyor, Beyazıt Camii’nin avlusunda öğle namazı vakti. Avlu oldukça tenha. Süslü ve gösterişli cenaze arabasından bir tahta tabut indiriliyor.
Yüzü hüznün en derin çizgileriyle kırışmış, 50 yaşlarında kadar görünen yakışıklı, oldukça şık giyinmiş bir adam, musalla taşında kimsesizlik ve yalnızlıkla çevrelenmiş tahta tabuta bakarak bu benim beklediğim cenaze olamaz diye düşünüyor. Ölünün birkaç dostu için de bu tabut sevdikleri o mübarek insana ait değildir.
Bir hüzün abidesi gibi duran adam artık, bu bir fukara cenazesi olmalı diye düşünmeye başlamıştır ki birdenbire ortaya çıkan bir kişinin elindeki bayrakla o çıplak ve çok yalnız tabuta doğru koştuğunu görüyor. Kısa süren bir şaşkınlık anından sonra koşan adamı hemen tanıyor. Bu, Beyazıt’taki meşhur Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta’dır. Çıplak tabutu gözleri yaşlı, okşar gibi elindeki bayrakla sarmaya çalışmaktadır.
Onu bir anda yüzlerce gencin avluyu doldurması takip ediyor. Tabut Kâbe örtüsü ile beraber üniversitenin bayrağı ile de örtülüyor. Bu sevgi ve heyecan seli ile yalnızlığından ve tenhalığından kurtulan avluda sanki güneş açmış, yüzünde acı bir tebessüm beliren alımlı yakışıklı adam cenazeyi tanımıştır. Yüzlerce gencin coşkun bir sevgi ve heyecanla, gözyaşlarıyla kucakladıkları bu tabut 33 yıllık dostu, arkadaşı Mehmet Âkif’in tabutudur. Son zamanlardaki halini görmeye tahammül edemediği ama gene dayanamayıp ziyaretine gittiği Âkif’in tabutu. Ani bir hareketle elleri ile yüzünü kapatıyor. Gözleri yaşlı, keşke son birkaç gün de gidebilseydim diye düşünüyor. Ama dostunun her gün bir parça daha öldüğünü görmeye dayanamıyordu ki…
“Ben bu kitabı ağlayarak yazdım”
Yukarıda alıntısını yaptığım bölümle kitabına başlayan Hicran Göze, ‘Mehmet Akif & Hüzünlü Bir Yolculuk’ isimli kitabında Mehmet Akif’in cenaze gününü dostlarının ağzından anlatmış. Kendisiyle telefonda görüştüğümüz Hicran Hanım, “Ben bu kitabı ağlayarak yazdım” dedi. Kitapta Akif’in öldüğü gün oldukça ayrıntılı anlatılmış.
Akif hasta yatağında peygamberimiz gibi 63 yaşında öleceğim diye sevinen adamdı. Cenazesinde devlet yoktu, millet vardı, sadece üniversite gençliği. Devlet, Mecliste alkışlarla ağlayarak kabul ettiği İstiklal Marşı’nın şairinin ölümünü radyodan haber verme ihtiyacı bile duymamıştı ki cenazeye katılsın.
Cenazedeki tek devletli Akif’in Şemseddinim diyerek sevdiği milletvekili genç adam Şemsettin Günaltay idi. Onun da gözü yaşlıydı. Çoğunluğu askeri tıbbiyeli öğrencilerden oluşan yüzlerce üniversiteli genç tabutu cenaze arabasına koydurmadı. Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar omuzlarında taşıdı.
Hep yanlış anlaşılan bir adamdı
O hakkın hatırını halkın hatırına tercih eden ve bu yüzden de hep yanlış anlaşılan bir adamdı. Mesela Bedir Savaşı’yla Çanakkale Savaşı’nı birlikte andığı için, Lodos duasıyla eğlendiği için Fatih’te zındıktı. 31 Mart Vakası’na karşı çıktığı için İtilafçı, “Önce Hürriyet” dediği için İttihatçıydı.
“İstiklalimiz kalmazsa mabedimiz de kalmaz” dediği için Şişli’de softaydı, yani yobazdı. Balkan Savaşında Batı medeniyetine tükürdüğü için saat beş çaylarında gerici bir adamdı. Meşrutiyette şuursuzca sokağa salınan halkı eleştirdiği için Hürriyet’ten anlamayan adamdı. Avrupa’yı olduğu gibi kabul etmeyen bir softaydı. Köse İmam’ın ağzından karısını döverek zulmeden cahil kocalara İslam’da bunun yerinin olmadığını haykıran kadın hakları savunucusuydu. Fransızca ve Arapçayı mükemmel bilen bu büyük şair aynı zamanda iyi bir pehlivandı.
Ancak dostlarına yani onu çok yakından tanıyanlara göre bir tek Akif vardı: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyen hakikat aşığı bir Akif…
Eşref Edip, 'Mehmet Akif' kitabını gençliğe ithaf ediyor
Hicran Göze’nin Mehmet Akif & Hüzünlü Bir Yolculuk adlı eserinin önsözündeki şu anekdot da ilginç: Mehmet Akif’in dostu Eşref Edip, Mehmet Akif kitabını şu güzel satırlarla gençliğe ithaf ediyor: “Bu eseri gençliğe, yüksek tahsilli gençliğe ithaf ediyorum. O gençliğe ki, bir öksüz gibi musalla taşında yatan büyük şairi kucakladılar, çıplak tahta tabutu al bayraklarla sararak başlarında taşıdılar. Sırf fazilet sevgisiyle, sırf temiz fıtratlarının ilcasıyla bu asaleti gösteren gençlik için Akif bir fazilet sembolü oldu. Onun şiirleri gibi hayatını da gelecek nesiller birer fazilet destanı olarak okuyacaklardır.”
500 liralık ödülü almadığı günlerde Ankara’da mevsimlik ceketi ile dolaşıyordu
Öyle mütevazı idi ki, ilim meclislerinde onunla tanışanlar ismini duyduklarında kafalarında canlandırdıkları Akif’in o olup olmadığından şüphe ederlerdi. Kimsenin dışarı çıkmaya cesaret edemediği sert bir kış gününde arkadaşına söz verdiği için Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçip kapısını çaldığında arkadaşı şaşırmış ve bu havada neden geldiğini sorduğunda cevabı tek kelime idi: “Söz verdik”. Lisede arkadaşı ile muhabbet esnasında şöyle bir diyalog geçmiş aralarında: “Kim önce ölürse onun çocuklarına sağ kalan sahip çıkacak.” Arkadaşı öldüğünde 3 çocuğunu da alıp evladı gibi bağrına basmıştı.
İstiklal Marşı için konulan ve o dönem için servet sayılan 500 liralık ödülü almadığı günlerde Ankara’da paltosu bile yoktu, mevsimlik ceketi ile dolaşıyordu. Konulan ödülü almadığı için kızan arkadaşı, “Alsaydın bari bana borcunu öderdin bari” diyerek takıldığı için günlerce onunla konuşmadı.
Almanya’da istihbarat çalışması yaparken kaldığı otele gelen misafirleri kendi cebinden ağırlardı. Balkan göçmenleri İstanbul’a mülteci olarak geldiğinde onlara evini bırakıp kiraya çıkmıştı. Altında çalışan bir memurun haksız yere görevden alındığını duyunca istifa edip işsiz kalmayı göze alması birkaç kez yaşandı. Milletvekilliği, üniversite hocalığı yaptı. Devlet istihbaratında önemli dış görevler üstlendi ama bunların hepsinde vatan hizmetini düşündü. İstihbaratta çalışırken maaş bile istemedi, zorla verdiler. Hayatı boyunca çektiği geçim sıkıntısını çocukları da yaşadı. Oğlu sokakta öldü. O kadar mütevazı idi ki, dostlarını bile isyan ettirdi. 33 yıllık dostu Mithat Cemal, bu kadar tevazuya “Haksızsın Akif” diyerek isyan etmişti.
Emrolunduğu gibi dosdoğru bir adamdı.
“Ben sizin dördüncü kızınızım”
Babası Abbas Halim Paşa’nın Akif’e duyduğu sevgiye fazlasıyla varis olan Prenses Emine Abbas’ın, baba dostu Akif’in, “Üç kızım var, bana İstanbul’da onlar bakar” demesine, “Ben sizin dördüncü kızınızım” diye karşılık vermesine de ne kadar sevinmişti.
Prenses Akif’i vatanındaki altı aylık kısa misafirliği sırasında hayatında görmediği öyle bir rahatlık ve konfor içinde yaşatmıştı ki; “Seni bir nura çıkarsam diye koştum durdum, / Ey, bütün dalgalı ömrümde, hayat arkadaşım! / Dağ mıdır karşı gelen, taş mı, hep aştım, lakin / Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım!” diye seslendiği hanımına acı bir gülümseme ile hasta yatağında, “hanım ben sana Allah bize bir son gürlüğü verecek, demiyor muydum” diye takılmaktan kendini alamamıştı.
Prenses Emine Abbas, dostunun tabiriyle bir siyanet (koruma) meleğiydi. Akif’in Mısır’da paltoyla gezdiğini, “Mısır’da üşüme müsabakası açılsa ben kazanırım” dediğini kızı Feride Hanım’a yazdığı bir mektuptan öğrenince nasıl telaşlanmıştı. Hâlbuki dostunun Mısır’ın her mevsimindeki sıcağından şikayet etmesi lazımdı. İstanbul’da kar yağarken, kendisine bakarak yarı şaka yarı ciddi, “Hava bugün biraz serin” demez miydi? Bütün bunlar gözünün önünden geçince korkuya kapılarak, “Akif ölüyor” demişti. O öldürücü siroz gerçeğini kabul etmek zorunda kaldığında ise zavallı Akif verem olacak kadar bile talihli değil diye düşünmüştü.
Bu Mısır’a giden o pehlivan gövdeli Akif miydi?
Akif’in geleceğini haber verdiği az sayıdaki yakınlarından birisi de kendisiydi. Bu güzel haberi getiren telgrafı aldığında çok sevinmişti. Akif, sevgili Akif artık dönüyordu. Ama 17 Haziran Çarşamba günü Galata rıhtımına koştuğunda gördüğü manzara o sevinci tarifsiz bir hüzne ve ümitsizliğe dönüştürmüştü. Bu, Mısır’a giden o pehlivan gövdeli Akif miydi?
Vapurdan inen iskeletin kim olduğunu, kolunda refikası İsmet Hanım’ı görünce tanımış, eyvah demişti. Akif de karşılamaya gelen az sayıdaki yakınlarının şaşkınlığını anlamış, onların, “Nasılsınız Üstad” sualine, “İşte gördüğünüz gibi canlı cenaze!” diye cevap vermişti.
Birkaç gün sonra konuşurlarken, “Boğaz’a yaklaşıp da Çanakkale tepelerini gördüğüm zaman ne kadar mütehassis olduğumu tarif edemem.” diyecekti. 33 yıllık dostu onun Çanakkale hassasiyetini çok iyi biliyordu. Savaşın devam ettiği o zor yıllarda Almanlar’ın elinde bulunan Müslüman esirlere yapılan yanlış propagandayı tesirsiz hale getirmek için kurulan bir heyetin başında vazifeli olarak gittiği Berlin’de herkese Çanakkale’yi sorar olmamış mıydı? O seyahatte tanıyıp çok sevdiği, “Berlin Hatıraları”nı ithaf ettiği Binbaşı Ömer Lütfi Bey’in, “İnsan kudreti dışında bir sebep olmazsa biz orada tutunamayız” demesi üzerine, “Ömer Bey ne diyorsun sen, Çanakkale bizim tek dayanağımız, o yıkılırsa halimiz ne olur?” diye çocuk gibi ağlamaya başlamamış mıydı?
Ömer Lütfi Bey daha sonra Akif’in çok yakından şahit olduğu bu hassasiyetini, “Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben askeri kurallardan bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askeri muhakemelere tahammülü yoktu. O daima kati bir kelime isterdi: Bütün dünya toplanıp hücum etse yine Çanakkale sükut etmez.” diyerek anlatmıştı.
Akif duyduğu büyük endişe ile Çanakkale ne olacak diye sorduğu kişilerin vermelerini istediği cevabı 18 Mart 1915’te böyle şiirleştirmişti:
Korkma!
Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz!
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehit olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa afakı bir kızıl sarsar;
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz.!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz
33 yıllık dostu Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif’e isyan etti
Kitabın sonu şöyle bitiyor:
33 yıllık dostu Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif’e isyan etti: “Haksızsın Akif! Hem de çok haksızsın. Senin gibi bir kahramanın ömrü hiç ziyan olur mu? Hele o kahraman milletinin istiklalini her vesile ile haykıran bir İstiklal Marşı’nı, karşılığı büyük bir mücadele ve çileden başka bir şey olmayan o muhteşem marşı milletine hediye etmişse…
‘Üç buçuk nazma gömülmüş bir ömür heder’ nasıl dersin? O hayatın boyunca vazgeçmediğin tevazuun ile bunu söylesen bile haksızsın Akif!'”
Bu kitap kadar Mehmet Akif’i olduğu gibi anlatan bir eser yoktur.
Hicran Göze, Mehmet Akif & Hüzünlü Bir Yolculuk, Kubbealtı Neşriyat
Yaşar Süngü