Giriş
İlk bölümde medeniyet kavramının etimolojik yapısı ve farklı düşünürler tarafından tanımlanışı ele alınmaktadır. Sosyoloji, siyaset bilimi, antropoloji, hukuk gibi birçok alanın konusu olan ve çok katmanlı, dinamik bir yapıya sahip medeniyet kavramına yönelik farklı bakış açıları kısaca zikredilmektedir. Ayrıca bu bölümde medeniyet unsurlarının ilk görüldüğü coğrafyalar tarihi geçmişiyle ele alınarak aktarılmaktadır
Kitabın devamında ise medeniyet ve medenilik kavramlarının hangi ölçütler doğrusunda ele alındığı anlatılmaktadır. Medeniyet ve modernliğin Batı tarafından teknik ilerleme ile eş tutulması problematiğini aktaran İbrahim Kalın, bu kavramların gelişmemiş ülkeler üzerinde nasıl sömürge unsuru olarak kullanıldığını somut örneklerle ortaya koymaktadır. Barbar, modern, medeni, ilkel, geri, ileri gibi kategorilerin altında yatan sebepler ise Batılı isimlerin de örnekleriyle açıklanmaktadır.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde medeniyet kavramının esasını teşkil eden temellerin dünya görüşü, varlık tasavvuru gibi değerler olduğunu ifade eden Kalın, bu değerlerin mütemmim cüzü olarak adalet, özgürlük, idrak, ahlak gibi olguları açıklama yoluna gider. Kitabın son bölümlerinde ise İslâm medeniyeti ve bu medeniyet kapsamında İslâm sanatı, güzellik, hikmet, şehir kültürü gibi başlıklar incelenmektedir.
Dünya görüşü, varlık tasavvuru, âlem fikri, kozmoloji, ahlak, siyasi ve sosyal düzen, estetik, güzellik, şehir hayatı, kültür gibi kavram ve kurumların medeniyet başlığı altında ele alarak medeniyet kavramının genişçe bir semantik alana sahip olduğunu gösteren yazar, medeniyeti teknolojik ilerleme doğrultusunda değil, dünya görüşü ve varlık tasavvuru dâhilinde aranması gerektiğini ifade eder. Çünkü medeniyet inşası özgürlük ile anlamın, değer ile gerçeğin, ilke ile düzenin, tercih ile şartların buluşma noktasında ortaya çıkan bir ameliyedir.
Barbar, Modern, Medeni medeniyet olgusuna ve bu olgu etrafında şekillenen kavramlara odaklanan, medeniyetin algılanışı üzerindeki sorunsalları nedenleriyle ortaya koyan ve ideal medeniyet inşasına dair çözüm önerileri sunan bir kitaptır.
Medeniyetin Tarihsel Arka Planı ve Anlamı
Yapılan tarih araştırmalarının ışığında medeniyetlerin doğduğu yerler olarak Asya ve Eski Mısır’ı söylemek mümkündür. Tarihte yerini almış çok sayıda medeniyetin kaynağı ise Çin steplerinden Mezopotamya’ya kadar uzanan İpek Yolu’dur. Bu doğrultuda ilk büyük şehirler de Fırat ve Dicle nehirlerinin beslediği Mezopotamya topraklarında, Nil Deltası’nda ve Asya içlerine doğru uzanan geniş topraklar üzerinde kurulmuştur. Tarım, hayvancılık ve şehir hayatına dayalı ilk medeniyet unsurlarına kesin olarak tarihlendirilmemekle birlikte Asya-Mezopotamya bölgesinde karşılaşılmaktadır. Bu bulguların en önemlisi sayılan Göbekli Tepe bugün Şanlıurfa sınırları içerisinde yer almakta ve M.Ö. 10.000 yılını işaret etmektedir. Göbekli Tepe ilk medeniyet unsurlarına kaynaklık eden İngiltere’deki Stonehenge’den yaklaşık 3.000; Mısır piramitlerinden ise yaklaşık 2.500 yıl daha eski bir tarihe sahiptir. Mezo-Asya coğrafyasındaki ilk medeniyet oluşumları göstermektedir ki bu coğrafyanın medeniyet tarihi Sümer, Akad, Mısır, Babil, Asur ve diğer kadim medeniyetlerden çok daha önce var olmuştur.
Tarımla başlayan hareketlilik ticaret, göç, şehirleşme, hukuk ve düzenin kurulmasıyla birlikte hız kazanmıştır. Bu gelişmeler büyük devletlerin ve imparatorlukların doğmasına zemin hazırlamıştır. Asyalı göçebelerin atı, Arapların ise deveyi ehlileştirmesiyle birlikte de ulaşım, ticaret ve birçok alan büyük dönüşümler geçirmiştir. İpek Yollarının ağı Çin steplerinden Sibirya, İran, Arap Yarımadası, Anadolu ve Akdeniz coğrafyasına ve ötesine uzanmasıyla kıtalar arası hareketlilik yaşanmıştır. Başta ticaret olmak üzere birçok alanın gelişimine katkı sağlayan İpek Yolu medeniyeti inşa eden bir işleve sahip olmuştur. İpek Yolu üzerindeki ticaret merkezi olan şehirler zamanla ilim merkezlerinin, kütüphanelerin, hastanelerin, sanat ve zanaat merkezlerinin kurulduğu, kültürel zenginlik ve çeşitliliğin yaşandığı yerler olmuştur. Tüm bu zenginliğin yer aldığı Mezo-Asya coğrafyası Avrupa’dan çok daha önce medeniyete her anlamıyla kaynaklık etmiş, katkı sunmuş ve adeta tarihin aktığı ana coğrafya olmuştur. Tüm bunlardan hareketle Avrupa merkezcilik yaklaşımının coğrafi gerçeklerden öte Avrupa’nın zihin dünyasından türetilmiş bir ideoloji olduğunu söylemek mümkündür.
Medeniyet fiziki yapılardan ve kurumlardan önce varlığa ilişkin bir zihni ve estetik tutumu ifade eder. Tarım, hayvanların ehlileştirilmesi, teknik, şehir ve sanat gibi unsurlar muayyen bir varlık tasavvurunun tezahürleridir. Medeniyet akıl ve irade sahibi insanların tabiatla ve birbirleriyle olan ilişki süreçlerinin sonunda ortaya çıkar. Bu ilişkinin niteliği ve biçimi medeni olmanın ve medeniyet kurmanın da temel taşlarını oluşturur. Medeni olmak medeniyet kurumlarından önce gelir ve onları inşa eder. Bir toplumu medeni veya barbar yapan unsur sahip olunan maddi imkânlar ve teknolojik araçlar değildir; varlığı ve hayatı anlamlandırmak için ortaya konulan tasavvur, tutum, rasyonalite ve davranışlardır. Dolayısıyla medeniyet madde ve kemiyetten öte mana ve keyfiyet üzerine kurulan bir düzenin isimlendirilmesidir.
Latince “Civitas” kelimesinden türetilen “Civilisation” kelimesi Türkçedeki medeniyet gibi kök manası itibariyle “Medine” yani şehirle ilgilidir. Barbarlığın karşıtı olarak medenilik insani-ahlaki-hukuki durumu ifade ederken medeniyet ise bunların sonucunda ortaya çıkan fikri-fiziki-siyasi ve ekonomik düzeni ifade eder. Bu doğrultuda bilimsel ve teknolojik olanaklara bağlı olarak oluşturulan yapıların medeniyet adını alabilmesi için akli, insani ve ahlaki açılardan medenilik vasfına ulaşmış olması gerekir.
Medeniyetin Ölçütleri
Teknik ve bilimsel maddi gelişmelerin medeniyetin göstergesi olma durumuna 18. ve 19.yüzyıllarda rastlanmaktadır. O yüzyıllara kadar bir toplumun maddi refahını ve gelişmişlik düzeyini anlayabilmek için toprak genişliğine, ordunun büyüklüğüne, teknik ve sanatsal ilerlemesine bakılmaktaydı. Ekonomik gelişmişliğin medeniyetin ölçütü olarak görülmeye başlanmasıyla birlikte ekonomik seviyesi yetersiz ve Batılı olmayan toplumlar da barbar, geri, bedevi, yabani, ilkel gibi sıfatlar almıştır. Modern Avrupa sömürgeciliğinin ve Avrupa-merkezci yaklaşımın sonucu olan bu tanımlamalar medeniyet kavramına olan bakışı tahlil etme noktasında kayda değerdir. Din ve kültür gibi olguları da içine alan medeniyet kavramı sayesinde Avrupa’nın yeni seküler bakış açısı Ortaçağ’ın kalıplaşmış teolojik yapısıyla çatışmadan kendini sunmaktaydı. Dini-metafizik içeriğinden arındırılmış bir medeniyet terminolojisi geleneksel Hristiyanlığa karşı bir kalkan vazifesi görmekteydi.
Hristiyan kilisesinin ahlak, hukuk, düşünce, estetik yargılarını çürüten Aydınlanma düşünürleri medeniyet ve medeniliği Avrupa’nın akıl ve tarihiyle özdeşleştirme yoluna gittiler. Dolayısıyla Batı dışı toplumlar medeniyetten yoksun ve yarı medeni olarak görüldü. Tarihi ve kültürel sınıflandırmalar Avrupa medeniyetinin çizgisi doğrultusunda şekillenince medeniyet kavramı da Avrupa merkezli düşüncenin ürünü olarak kabul edilir hâle geldi. Böylelikle “Medenileştirme misyonu” (Vazife-i temeddün) çerçevesinde Afrika’dan Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyada Avrupa emperyalizmi meşrulaştırılmaya başlandı.
Medenilik kavramı, medeniyet sözcüğünden çok daha önce kullanılmaya başlanmıştır. Bir statü olarak medenilik (Civilite) imparatora, prenslere, derebeylerine ve siyasi elitlere yakın burjuvazinin ve aristokrasinin birbirlerine yönelik tutum ve davranışlarını işaret eder. Siyasi ve ekonomik elitlerin kendilerini diğer sınıflardan ayrı ve üstün görmesi nezaket kurallarına ve medeni davranışlara sosyolojik ve siyasi bir nitelik kazandırır. Böylece elit sınıfların benimsediği davranış kuralları hem medeniliği ve medeniyet ölçütlerini belirleyen bir hâl kazanır hem de sınıfsal bir statünün temellerini hazırlar. Sofra adabından kılık kıyafete, konuşma üslubundan kadın-erkek ilişkilerine kadar geniş bir alana yayılan bu davranış kuralları siyasi ve ekonomik elitlerin kendilerinin diğer toplumsal gruplardan ayrıştırmak ve üstün hâle getirmek için kullandıkları bir dizi kriter hâline gelir. Norbert Elias’ın da ifade ettiği gibi aristokrat ve burjuva bireyler sadece zengin ve güçlü oldukları için değil; aynı zamanda bahsi geçen medeni vasıfları taşıdıkları için de ayrıcalıklı bir konuma sahip olduklarını düşünürler. Sınıfsal boyutta olan bu bakış açısı zamanla toplumsal bir hâl alıp Avrupalıların milli kimlik tasavvuruna dönüşür. Bu bakış açısının sonucu olarak da üstünlük ve ayrıcalık tasavvurları Avrupalı olmayan toplumlar karşısında kullanılır. Özellikle de 19. yüzyılda hukuk, ticaret, sosyal düzen gibi kavramlarla toplumlar hiyerarşik bir tasnife tabi tutulmakta ve Avrupalı olmayan toplumların geri kalmışlığını ifade etmek için medeniyet fikri kullanılmaktadır. Bilim, teknik, sanayi modern Batı’da teşekkül ettiğinden ötürü Batılı olmayan toplumlar medenileşmek için Batılılaşma yolunu seçmek zorunda kaldılar. Bunun sonucunda ise medeniyet kavramı Avrupa-merkezciliği ve Avrupa sömürgeciliğinin meşrulaştırmak için elverişli bir araç olarak kullanıldı.
Medeniyetin temel kriterlerinden biri olarak kabul edilen ilerleme fikri aynı zamanda modernitenin de ayrılmaz unsurlarından biridir. Bugünün geçmişten, geleceğin ise bugünden daha iyi olacağına dayanan ilerleme fikrinin dayanak noktası teknolojik gelişmeler ve bunun çerçevesi dâhilinde birçok farklı alanda atılan adımlardır. Oysa tarihin doğrusal (Linear) ilerlediği ve sürekli iyiye doğru geliştiği fikri teknoloji ve onun dışındaki alanlarda yaşanan trajik vakalarla sarsılmış ve yeni düşüncelerin doğmasına neden olmuştur. Tarihin dairevi (Cylical) hatlar üzerinde iniş çıkışlarla, geri dönüşlerle, kırılmalarla, tekrarlar ve başa dönüşlerle olduğu fikri güç kazanmış ve geçmiş-gelecek arasındaki iyi-kötü ayrımı kronolojik çizginin dışında bırakılmıştır. Bu düşünceyle beraber ahlaki ilerlemenin teknolojik ilerlemeyle paralel gitmediği fark edilmeye başlanmıştır.
Medeniyet ve Modernite
Aydınlanma sonrasından itibaren medeni olmakla modern olmak eş anlamlı hâle gelmiştir. Bir gelişmişlik hâli olan medeniyete ulaşmanın yolu modernleşmeden geçmektedir. Kavramsal ve sosyo-politik anlamda modernleşmenin de batılılaşma ile ele alındığı gerçeğini göz önüne alırsak medeniyet ve medenilik kavramlarının Avrupa-merkezci anlamlar taşıdığını hatırlamış oluruz.
Evrensel değerlerin küresel bir nitelik kazanması olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmesine karşın modernitenin ürettiği ve yaygınlaştırdığı plastik/suni bir nitelik taşıyan “Vasat medeniyet”in farklı kültürleri ortadan kaldırması insanlığın karşılaştığı en büyük tehlikelerden biri olarak kabul edilir. Hâlbuki modern medeniyet pratiklerinin küresel yaygınlık kazanması onun evrensel değerler taşıdığı anlamına gelmez. Küreselleşmeyle at başı giden kapitalizm savaşları, tek-tipleşme araçsallık ve kültürel sığlaşma gibi dinamikler göz önüne alındığında “küresel” (Global) olanla “Evrensel” (Universal) olan arasında bir ayrım yapılması gerekmektedir.
Batılı olmayan toplumların Batı modernitesiyle olan hiyerarşik ilişkisi önce Avrupa emperyalizminin ardından kapitalizmin dünya düzeninin yeniden kurgulanması sonucunda şekillenmiş ve çoğunlukla savunmacı bir nitelik arz etmiştir. Osmanlı-Türk modernleşmesi tarihinde de görüldüğü gibi merkezden çevreye, tavandan tabana yayılan bir Avrupalılaşma/Batılılaşma vuku bulmakta ve medeniyet, medenilik, medenileşme kavramları Avrupa-merkezci bağlamda kullanılmaktadır. “Vulgar Batılılaşma” Tanzimat sonrası dönemde aydın zümre arasında yaygınlık kazanmış, sosyete hayatı, kılık kıyafet gibi unsurlar medenileşmenin ölçütü olarak kabul görmüştür. Hâlbuki medeniyetlerin arka planını yüzeysel uyarlamalardan ziyade dünya görüşü, varlık tasavvuru ve insan anlayışı gibi derinlikli olgular oluşturur.
Batılı olmayan toplumlar için medeniyet kavramını sorunlu hâle getiren konulardan biri de ırk meselesidir. Darwinci görüş doğrultusunda sömürgeci bir gücün tasallutu altına girmek, biyolojik açıdan zayıf olan ırkların kaderidir. Sosyal Darwinizm ilerleme ve medeniyet oluşturmayı güce dayandırır. Yüksek medeni ırklar düşük ırkları yok edecek veya boyunduruğu altına alacaktır. Fransız evrimci Gustave Le Bon da benzer şekilde meseleyi tarihi bir zorunluluk, ırk üstünlüğü ve biyolojik kader olarak ele alır. Avrupalılar kültür ve medeniyet adına bir şeye sahip olmayan geri ve aşığı Doğulu toplumları medenileştirme misyonunu yerine getirmelidir. Yeterli ve gerekli biyolojik, tarihi, akli ve kültürel üstünlük vasıflarına sahip olduğunu savunan düşünce için bu uğurda yeri gelince savaş bile medeniyet adına vazgeçilmez bir faktör olarak görülür. Fiziki işgal, kültürel aşağılama gibi hareketlerle sınırlı kalmayan ırkçılık kendisini “İnsanat bahçeleri” ile de göstermiştir. Gelişmemiş olduğuna inanılan Afrikalılar başta olmak üzere birçok milletten insan adeta hayvanat bahçesindekiler gibi beyaz adamın huzurunda sergilenmiş ve Avrupalılar, Amerikalılar için üstünlük duygularını tatmin eden ve sömürge hareketlerine meşruiyet kazandıran bir unsur olarak görülmüştür. Etnolojik, antropolojik, biyolojik alanlarda beyaz ırkın üstünlüğünü göstermek için kullanılan bu insanlar sömürgeciliğin propagandasına alet edilmişlerdir.
Medeniyet ve kültür sözcükleri zaman zaman eş anlamlı olarak kullanılmasına karşın her iki kavram da birbirinden farklı olguları ihtiva eder. Genel kanıya dayanarak kültürün belli bir topluma, geleneklere ve coğrafyaya ait olduğu; medeniyetin ise kültürler üstü evrensel bir unsurlar bütününe sahip olduğu söylenilebilir. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere birçok yerde kültür ve medeniyet ayrımı bu şekilde yapılırken Almanya’da ise bu yaklaşımın tersi görüş hâkimdir. Almancada “Kultur” bir milletin ahlaki değerlerini, dünya görüşünü ve varlık tasavvurunu ifade ederken “Zivilisation” ise mekanikliği, yüzeyselliği ve kozmopolitliği ifade eder. Milli ve evrensel değerler, olgular kültür ve medeniyet kavramları karşısında böylece farklılık arz eder. Benzer şekilde Ziya Gökalp, Cemil Meriç, Nurettin Topçu gibi isimler de kültür ve medeniyet kavramlarının tanımlanmasına ve isimlendirilmesine dair görüşler de bulunmuşlardır.
Sömürge Aracı Olarak Medeniyet
1798 yılında Mısır Seferi’ne çıkmakta olan Napolyon, Fransız askerlerine söylediği “Askerler, medeniyet için sayısız sonuçları olacak bir fetih için yola çıkıyorsunuz.” sözü adeta 19. ve 20. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğinin hülasası mahiyetindedir. Emperyalizm olgusunun anlaşılabilmesi için kavramın ülkelerin işgali ve işgal edilen ülkelerin kaynaklarının sömürülmesi şeklinde düşünülmemesi gerekmektedir. İlerleme, çağdaşlaşma, medeniyet, kültürel ve sınıfsal üstünlük, geri kalmışlık, ilkellik, yabanilik, insanlığa hizmet gibi bir dizi kavram emperyalist yaklaşımın sıklıkla başvurduğu ifadelerdir. Söz konusu kavramlar politikacılar, diplomatlar, misyonerler, akademisyenler, gazeteciler, iş adamları gibi birçok meslek grubu tarafından dillendirilirken aynı zamanda emperyalizm olgusunun taşıdığı amacı da göstermektedir. Avrupa ulus devletlerine ekonomik anlamda katkı sağlamak ve kolonileri medenileştirmek emperyalizmin sahip olduğu temel iki işlevdir.
Medenileştirme misyonu altında yürütülen emperyalizm faaliyetlerinin temelleri Hristiyan misyonerliğine, Avrupalı ulus-devletlerin patriotizm propagandasına, sosyal Darwinizm’in meşrulaştırdığı ırklar hiyerarşisine, uluslararası ticaretin çıkarlarına dayanmaktadır. Efendi ve kölenin birlikte sağladığı “Kazan-kazan” durumu adeta insanlığa hizmet edici bir faaliyet olarak sunulmaktadır. Emperyalizm faaliyetinde toplumların askeri ve ekonomik yönden sömürgeleştirilmesinden daha önce bireylerin zihin dünyaları ele geçirilmektedir. Toplumların zihin dünyalarını ele geçirmenin yolu ise eğitimden geçmektedir. Disiplinli bir eğitim programıyla birlikte kolonileştirilmiş toplumlar Avrupa uluslarının arzu ettiği kıvama gelmekte ve düşünsel fetih alanlarını oluşturmaktadır. Sömürgeleştirilen toplumların zevklerini, kanaatlerini, ahlaklarını, akıllarını, dillerini eğitim yoluyla dönüştürmek medenileştirme misyonunun gereğidir. Bugün kültürel yozlaşma ve yabancılaşma olarak adlandırılan bu sürece direnmek ise emperyalist ülkelerce medeniyete karşı çıkmak olarak değerlendirilmektedir. Öyle ki İngiliz İmparatorluğu’nun Hindistan valisi olarak görev yapan Lord Curzon emperyalizmi kolonyal toplumlar için ahlaki ve maddi bir nimet kaynağı olarak gördüğünü belirtmektedir.
Avrupa dışı toplumların esrarı ve egzotikliği üzerinden muhayyel kimlikler inşa etme hedefinde olan sömürgeci devletler böylelikle kendilerinde gördüğü üstünlük duygusuyla tatmin olmaktaydı. Sahip olduğu hazineden geri kalmış toplumlara ikramda bulunması Avrupa uluslarının üstünlük duygusunu oluşturmaktaydı. Öte yandan Doğu’nun aşağı, geri ve ilkel olduğunu göstermek için de Doğu olduğundan daha fazla romantik, mistik, egzotik ve fantastik öğeler barındırmaktaydı. Yüzlerce yıllık bir matematik ve metafizik geleneğine sahip olan Hindistan, İngiliz İmparatorluğu tarafından mitolojisiyle ön plana çıkarılmakta ve barındırdığı akıl dışı mitolojik unsurlarla anlatılmaktaydı. Hindistan’ın felsefi ve bilimsel birikimi göz ardı edilirken mitoloji örneğiyle Hint kültürünün ilkelliği vurgulanmaktaydı. Oysaki Avrupa tarafından kabul gören Yunan mitolojisi aynı bakış açısıyla yorumlanmamaktaydı. Yunan mitolojisi ele alınırken “aşağı, akıl dışı” gibi ibareler kullanılmamaktaydı. İngiltere’nin Hindistan üzerinde uyguladığı bu yöntem aynı şekilde Fransa ve Belçika gibi Batılı ülkelerin Afrika, Orta Doğu ve Asya toplumlarına bakışında da geçerliydi. Özetle Avrupa emperyalist müdahalesine meşruiyet zemini kazandırabilmek için kendi dışındaki toplumları rasyonalite, aydınlanma, ilerleme gibi değerlerden uzak göstermektedir.
Dünya Görüşü ve Varlık Tasavvuru
Medeniyet, akıl ve erdeme dayalı bir dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun zaman ve mekân boyutunda tezahür ve tecessüm etmesidir. Bu tanım doğrultusunda hukuk, nizam, yaşam biçimi, estetik, sanat ve şehir hayatı olarak somutluk kazanan her medeniyet arka planda bir dünya görüşüne ve varlık tasavvuruna dayanır. Medeniyetlerin kültürel biçim, hukuk düzeni, sanat alanlarında sergilediği farklılıklar bu tasavvurda aranmalıdır. Varlık tasavvuru ve dünya görüşünün dışına çıkarak medeniyetlerin yaşam formlarını iklim, coğrafya, etnik kimlik gibi dış unsurlarda aramak sakıncalı sonuçlara ulaşılmasına kapı aralamaktadır. Akıl ve irade sahibi insanın özne olma vasfı medeniyet arayışında asli unsur olarak ele alınmalıdır.
Dünya görüşü varlığa ve onun anlamına ilişkin asli soruları sorarken varlık tasavvuru da varlık karşısında geliştirilen duruş ve tutumların toplamını ifade eder. Dünya görüşü ve varlık tasavvuru insanların nasıl davranması gerektiği konusunda temel ilkeleri ortaya koyar. Bir dünya görüşü ilahi vahye, mitolojik dille anlatılan bir yaratılış hikâyesine, metafizik bir öğretiye, evrene ilişkin bir takım seküler-profan kabullere dayanabilir; hatta bu unsurlardan birden fazlasını da bünyesinde barındırabilir. Medeniyet tasavvurunun doğal uzantısı olan toplumsal muhayyile soyut ile somut olanın, ifade edilmiş olanla gizli kalanın, lafzen ifade edilenle sezgisel olarak hissedilenin arasındaki dinamik ilişkinin sonucunda ortaya çıkar. Dolayısıyla medeniyet aynı anda metafizik ilkeleri ve somut tutum ve davranışları içine almaktadır.
En geniş anlamıyla varlık karşısında geliştirilen muayyen bir duruşu ve bu duruşun ahlaki kodlarını ifade eden dünya görüşü, hem varlığı açıklar hem de açıklanan bu varlığa karşı takınılması gereken tutumu ortaya koyar. Varlığın açıklanması onun sosyal, ekonomik ve siyasi boyutlarıyla insan pratiğinde karşılığını bulan tutum ve davranışları göstermektedir. Bütün insan davranışlarına yön veren dünya görüşü insan zihninde açık veya gizli olarak bulunabilir. İnsan “Arka plan dünya görüşü”ne sahip olup bunun farkında olmayabilir. Bilinçli veya bilinçsiz sergilenen davranışlar ve takınılan tutumlar ile dünya görüşü arasındaki ilişki muhakkaktır. Medeniyet ismiyle tarif edilen inanç, fikir ve eylemler dünya görüşü ile pratik hayatın buluşma noktalarında ortaya çıkar ve bir toplumun medeniyet bilincini inşa eder.
Bir medeniyetin geliştirdiği sosyal ve siyasi düzene şekil veren ve içerik kazandıran şey, o medeniyetin sahip olduğu dünya görüşü ve varlık tasavvurudur. Medeniyet ve tekniği ortaya çıkaran tutum ve davranışlar varlık karşısında geliştirilen idrak biçiminin maddi hayattaki yansımalarıdır. Bu yüzden varlığın anlaşılması, evrenin araştırılması ve ahlak sorunları aynı bütünün parçalarıdır. Bir medeniyetin evren anlayışı, dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun doğal bir uzantısıdır.
İnsanın kendi kimliğini bulması tabiata rağmen tahakkuk etmez. İnsan ancak kendi dışındaki varlıklarla ve kendinden daha büyük olan bir düzen fikriyle bütünleştiği zaman beşeriyetten insaniyet derecesine yükselir. İnsanın öteki ve ötesine açılarak eriştiği bütünlük ve tamlık hâli, insanın kendisini merkeze koyarak ulaşabileceği bir mertebe değildir. İnsan âlemin efendisi değil; onun velisi, koruyucusu ve emanetçisidir. İnsan varlıklara bu mesuliyet bilinciyle bakmak zorundadır.
Adalet ve Düzen Bağlamında Medeniyet
Tabiat ile insanın birbirini tamamlaması her ikisinin de aynı evrensel ilkelere dayanıyor olmasından kaynaklanır. Dünya görüşü, âlem tasavvuru, ahlak sistemi ve medeniyet kavramları arasındaki ilişkiyi sağlayan şey de evrensel düzenine hâkim olan ilke ve kurallarla, insanın yaşamına yön vermesi gereken erdemlerin aynı kaynaktan besleniyor olmasıdır. İnsan ile tabiat arasındaki ünsiyet ilişkisi iki varlık düzeyinin de aynı ilkelere bağlı olmasının bir sonucudur. Bu yüzden medeniyetin kurucu unsurları olan şehir hayatı ve sosyal düzen, kozmik düzendeki ilkeleri kendilerine model alırlar. Modernite öncesi medeniyetler adalet ve düzeni sübjektif değerler değil, objektif ve ontolojik-kozmik ilkeler olarak kabul etmişler ve evrenin yapısıyla kendi yaşam biçimleri arasında bir bağ kurmuşlardır.
Antik Yunan düşünürlerinin eserlerinde de Kadim Mısır medeniyetinde de adalet üzerine yaşayan kişi ile evrenin düzeni arasındaki uyum vurgulanmıştır. Kozmik düzen ve sosyal düzen arasında doğrudan bir ilişki kurulmaktadır. Bu iki varlık düzenindeki herhangi bir ilkenin ihlal edilmesi demek diğerinin de bozulması ve kaosun, fesadın, yıkımın baş göstermesi demektir. Sosyal düzen insanın varlık düzeniyle ahenk içinde olmasıdır.
Medeniyet ve düzen düşüncesinin insanın özgürlüğüyle olan ilişkisiyle de doğrudan bağlantısı vardır. Modern özgürlük kavramı bireylerin sınırlamalara tabi olmadan özgürce tercihte bulunması biçiminde tanımlanırken düzen ise belli kurallara uymayı ve belli ilkelere bağlı kalmayı ifade etmektedir. Dolayısıyla hiçbir kayıt altında olmadan özgürce tercih yapabilme kabiliyeti, belirli bir disiplin ve sistemle oluşturulmuş düzen karşısında sınırlandırılmış olmaktadır. Bireyin özgürlüğü sınırsız ve kayıtsız tercihler yapabilmesine değil, bir bütünlük içinde kendi potansiyellerini hayata geçirebilmesine bağlıdır. Zira sınırsız ve kayıtsız tercih mümkün olmadığı gibi bireyin varlığını da ortadan kaldıran bir nitelik arz edebilir. Modernite bireye anlamdan yoksun bir özgürlük vaat etmektedir. Hâlbuki anlamlı bir yaşam için belli sınırlar ve bütünlük içerisinde hareket etmek gerekmektedir. Özgür olmak her istediğini yapabilmeyi değil, rasyonel ve anlamlı bir şey yapabilme imkân ve kabiliyetini ifade eder. Anlamlı bir hayat sürebilmenin şartı da özgür olmaktır. Özgürlük ve anlam, yaratıcılık ve kural, tercih ve düzen arasında kurulan denge bireysel ve kolektif manada medeniyet inşasına katkı sağlar.
Medenilik vasfına sahip bir siyasi düzen ancak adalet ile kurulabilir. İnsan ilişkilerinden hayvanları korumaya, devlet idaresinden aile yaşamına kadar her alanda adaleti tesis etmek bir medeniyetin ayırt edici niteliklerinden biridir. Adaletin olmadığı bir yerde ekonomik, teknolojik ve askeri güç o toplumu medeni kılmaz. Aksine, bu imkânlar ancak barbarlığı örtmek için kullanılan bir araç hâline gelir. Güç, tahakküm, kar ve fayda için insan onurunu ayaklar altına alan ve başka toplumları sömürmeyi meşru gören bir anlayışın medenilik ve medeniyet iddiasında bulunması düşünülemez. Bu ilkeleri kamusal alanda hayata geçirmek durumunda olan kişinin öncelikle kendisi ve varlık hakkında doğu bilgiye sahip olması gerekir. Zira ben bilgisi ve varlık idraki basit kavramsal soyutlamalar değildir; idarecinin yönetim biçimine, devletin yapısına ve toplumsal hayatın seyrine yön veren ilkelerdir. Ben bilgisinin veciz hâli olan “Kendini bil” düsturu ve İslâm medeniyetindeki “Kendini bilen Rabb’ini bilir” düsturu toplum ve devlet hayatının temel rükünlerini oluşturmaktadır.
İslâm Medeniyeti
İslâm düşünce geleneği bilgi, iman, ahlak ve manevi kurtuluş arasında sıkı bir bağ kurarak İslâm medeniyetinin bu ilim tasavvuru üzerinde bina edilmesini sağlamıştır. İslâm dünyası çok sayıda kültür havzasının tesis edilmesine imkân tanımıştır. Tarihsel olarak İslâm dünyasının sınırları Arap Yarımadası’nın ötesine uzanır. Müslümanlar dönemin belli başlı kültürel geleneklerin mirasını üstlenme sürecine girmişlerdir. Bizans İmparatorluğu yoluyla Yunan-Roma mirasını, Sasaniler yoluyla da İran kültürünü tanıma fırsatı bulmuşlardır. Zamanla Mezopotamya, Hint, Afrika, Orta Asya, Çin ve Malay-Endonezya bölgeleri İslâm medeniyetinin sınırlarının ulaştığı yerler olmuştur. Bu coğrafyalar çok sayıda hukuk, kelam, felsefe okulunun ve tarikatların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kültürel çeşitlilik halitasının oluşturulduğu İslâm topraklarında farklı din ve etnik kökene sahip kişiler bilim, düşünce, sanat, ticaret ve mimari gibi farklı alanlarda bir dünya medeniyeti inşa etmişlerdir. Kültürel ve dini bir arada yaşama pratiği Müslüman toplumların diğer kültürlere ve geleneklere kapsayıcı bir tavır beslemelerine; hakikatin evrenselliğinin temel ve yönlendirici bir ilke olarak kabul edilmesi ise çoğulcu bir kültür ve medeniyet birikiminin oluşmasına doğrudan katkı sağlamıştır.
Varlık, bilgi, hikmet ve ahlak kavramları üzerine oturan bir medeniyet tasavvurunun estetik boyutu da hayati önem taşımaktadır. Sanat, bir dünya görüşünün, varlık tasavvurunun ve medeniyet anlayışının zaman-mekân boyutundaki somut tezahür alanıdır. Hat, ebru, tezhip, müzik, tezyinat, mimari başta olmak üzere ortaya konan sanat eserlerinin ilhamı Tanrı, evren, insan, mekân ve zaman tasavvurunda aranmalıdır. Klasik İslâm medeniyeti belirli zamanlarda Bizans ve Hint medeniyetinden mimari başta olmak üzere bazı sanat dallarından etkilenmiş olsa bile ortaya çıkan eserlerde İslâm medeniyetinin temel hususiyetleri ve ana renkleri yer alır. Çünkü medeniyetler-arası etkileşimler, alışverişler tarih boyunca yaşansa da ortaya konulan eserlerde medeniyetlerin kendine has fikir ve tutumları başat olarak yer alır. Bu bütün medeniyetler için geçerli bir kaidedir.
İslâm sanatında sanatçının amacı nesneleri tasvir yoluyla taklit etmek ve kopyalamak değildir; onların dayandığı fikirleri temsil etmektir. Taklit ve kopyalamaya dayalı mimetik sanat insanları varlıkların asli ve mutlak hakikatinden uzaklaştırmaktadır. Beş duyu organı yoluyla elde edilen bilgiye hizmet etme vasfı taşıyan mimetik sanat, perspektif kullanımı, natüralizm yöntemi gibi sanatsal unsurları Müslüman sanatçılar tercih etmemişlerdir. Onun yerine sanat öğesinin mahiyetini ortaya çıkarma adına soyutlama yöntemini tercih etmişlerdir. Felsefi anlamda soyutlama suretlerin ötesindeki manayı idrak etme ameliyesidir ve bu yönüyle hakikatin özüne doğru yapılan bir yolculuktur. Bu doğrultuda zihnin bir varlığı idrak edebilmesi için beş duyunun ötesine geçerek o varlığın suretini akıl yoluyla kavraması gerekir. Sanılanın aksine soyutlama bizleri gerçeklikten koparmaz; aksine evrensel ve kuşatıcı bir idrak seviyesine taşır. Sanat maddi ve somut araçlar vasıtasıyla soyut ve evrensel manaları anlatır.
İslâm estetiğinde güzel olanın ontolojik temeli varlıkta karşımıza çıkan ahenk, oran, uyum ve mükemmelliktir. Batı düşüncesindeki gibi güzellik kavramı bilen öznenin hissediş biçimine indirgenemez. Zira güzelliğin kaynağı Cemal ismini taşıyan Allah’tır. Güzellik, Allah’ın cemal isimlerinin tecellisi olarak ortaya çıkar. Varlıkların asli güzelliği onları yaratandan geldiği için mutlak güzele ulaşmak için de insanın O’na yönelmesi gerekmektedir. Bu noktada estetik kavramı eksik kalsa da İslâm düşüncesinde güzel olan aynı zamanda iyi ve doğru olandır. İlmu’l Cemâl, cemaliyyat, bediiyyat gibi İslâmî kaynaklarda atıfları bulunan kavramlar güzellik ilmini izah etmede kullanılmıştır.
İslâm Medeniyetinde Şehir ve Şehir Hayatı
Düzen, toplumsal dayanışma, hukuk, medenilik, estetik gibi medeniyet değerlerinin yaşatıldığı en önemli yaşam alanlarından biri şehirdir. İnsan, fıtratında bulunan bütünlüğe ve kemale ancak başka insanlarla bir arada yaşayarak ulaşabilir. Bir arada yaşama biçimi olarak şehir hayatı sadece ticaret, mimari, teknikte ileri seviyede olmak manasını taşımaz. Bunlar, insanın güvenlik ihtiyacının ve hayatını idame ettirme güdüsünün önemli unsurlarıdır ve asgari müştereklere atıfta bulunur. Şehir hayatını var eden temel ilkeler ise teknik beceriden daha fazlasıdır. Diğer insanlarla beraber yaşamak insanın varlık ve mahiyetinin ayrılmaz parçasıdır. İnsan yaratılış gayesi olan kemale ancak çok sayıda farklı topluluklarla beraber ve onlarla dayanışma içinde ulaşabilir. Farklı toplum ve idare yapıları içinde insanı akli düzen ve ahlaki kemale ulaştıran en ideal birim şehirdir. Varlıktaki düzen gibi bir arada yaşamanın da belirli kural ve kaideleri vardır. İnsan topluluğunu hayvan sürüsünden ayıran şey akli ve ahlaki ilke ve kurallar manzumesine tabi olmasıdır. İnsanın sosyal bir varlık olarak tanımlanması onun sosyal-siyasi hak ve sorumluluklarına atıfta bulunduğu kadar, ancak kendinden daha fazla ve daha büyük bir bütünlük içinde yer aldığı zaman var olabilen bir varlık olduğunu da işaret eder. İnsan kelimesi etimolojik manasıyla ünsiyet ve yakınlık kurmayı ifade eder; dolayısıyla insan ancak başkalarıyla yakınlık kurduğu zaman var olabilen bir varlıktır. İnsan, tabiatı gereği şehirli (Medeni) bir varlıktır.
İslâm toplumlarının medeniyet serüveni Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü Mekke ve hicret edip yerleştiği Medine şehirleriyle başlar. Mekke’de şirke, puta tapmaya, zulme, haksızlığa, sınıf yapılarına, ırkçılığa, kavmiyetçiliğe ve insanın insana köle olmasına dur denilmiştir. Medine’de ise bu karşı çıkılan unsurlar yerine tevhid, iman, adalet, hukukun üstünlüğü, eşitlik, özgürlük gibi değerler savunulmuştur. İslâm medeniyetinin metafizik ve ahlaki temellerinin atıldığı, bu değerlerin billurlaştığı ve derinlik kazandığı yer akla, inanca, erdeme ve estetiğe dayalı Medine şehridir. İslâm medeniyetine modellik yapan Medine bu özellikleriyle Kudüs, Kahire, Semerkant, İstanbul, Kurtuba, Timbuktu başta olmak üzere bütün İslâm şehirlerinin örnek aldığı bir ideal olmuştur. Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye dönmesi ve burada defnedilmesi bu şehrin önemini göstermektedir. Medine olmadan bir İslâm şehrinden ve medeniyetinden bahsetmek mümkün değildir. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki İslâm Medine’de şehirli hâle gelmemiş; Medine’yi bir şehir hâline getirmiş ve yeni bir toplumsal yaşama biçimini ortaya koymuştur. Şehir topoğrafyası, idari merkezi, camisi, pazarı, tarım alanları, hurma bahçeleri, ticaret yolları gibi özellikleriyle Medine sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan İslâm şehirlerinin prototipidir. Teknik olarak Kabe’de bir cami/mescid olmasına rağmen İslâm dini mimarisine şekil veren prototip Medine’deki Mescid-i Nebi’dir. Yedi ayda tamamlanan Mescid-i Nebi mihrap, minber ve avlu gibi cami mimarisinin unsurlarını mimari sadelik ve geometrik bir denge ile taşımaktadır.
Şehrin sunduğu ekonomik, kültürel, bilimsel ve estetik imkânlar zaman ve mekân tasavvurunda yeni inkişaflara zemin hazırlamıştır. İslâm medeniyetinde kurulan şehirler farklı Müslüman toplulukların etnik, kültürel ve sanatsal katkılarıyla zenginleşmiştir. Bunun sonucunda Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Türk dünyası, İran, Afrika, Asya ve Balkanlar’da inşa edilen şehirler büyük bir çeşitlilik ve çoğulluğa sahip olmuştur.
Sonuç
Barbar, Modern, Medeni kitabının amaçlarından birinin “medeniyet ve medenilik kavramlarını emperyalist geçmişinden ve modern hegemonik çağrışımlarından kurtarmaya çalışmak” olduğunu belirten İbrahim Kalın, günümüz modern dünyası hakkında dikkate değer tespitlerde bulunmuştur. Medeniyet, barbar ve modern kavramlarını tarihî ve kavramsal düzlemlerde ele alan yazar, bu çerçevede yaptığı tespitleri ve kendi düşüncelerini özgün bir dille ifade etmiştir.
Yazar, belli bir bilgi birikimine sahip herkesin rahatlıkla kavrayabileceği tespitlere yer verdiği eserini, akıcı ve anlaşılır bir dille kaleme almıştır. Birçok düşünürden alıntılara da yer verilen kitap, hem batının hem de İslam düşüncesinin medeniyet tasavvurunu ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
Derleyen: Ömer Avcı