Basra’nın işgaliyle başlayan Irak topraklarındaki savaşlar dizisinde –Şuayyibe muharebesinden sonra- İngiliz ordularına Sir Charles Vere Ferrers Townshend komuta etmişti. Townshend, bu sırada tuttuğu günlüğü My Campaign in Mesopotamya adıyla 1920’de yayımladı. 2012’de Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından Mezopotamya Seferim: Kurna, Kûtülamare ve Selmanıpâk Muharebeleri adıyla yayınlanan günlükte İngiliz cephesinde yaşananlara dair oldukça ilginç malumatlar var.
General Townshend’in hikâyesi çok uzaklarda, Hindistan’da başlar. Şuayyibe muharebesinin yapıldığı günlerde (Nisan, 1915) Karaçi’den bir posta vapuruna binip Basra’ya gelir. İngiliz ve Hint taburlarından oluşan ordusuyla Kurna muharebesini kazanır ve Kûtu’l-Amâre’yi işgal eder. Ancak bu zaferleri Selman-ı Pak ve Kûtu’l-Amâre kuşatmasında Türklerden aldığı yenilgiler izler. Belki de askerî tarihin en ilginç ironilerinden biridir onun başına gelen: Napolyon ve Hannibal gibi savaş dehalarının taktiklerini uygulayarak zafer kazanmış, ancak yine aynı taktikler yüzünden yenilmiştir.
Basra’dan başlayan İngiliz işgalinin hedefinde Irak ve Suriye topraklarını kısa sürede ele geçirmek vardı. Bağdat, bu planın kilit noktasıydı. Bu sebeple Townshend bölgeyi Türklerden temizledikten sonra Bağdat’ı alan komutan olarak tarihe geçmeyi hayal eder: “Gelibolu savaşı zaferle sonuçlanırsa bana Bağdat’ı alma emri verilmeli!” Ancak tarihin onun için hazırladığı akıbet çok farklı olacaktır.
“Anadolu askeri, dinî telkinler olmazsa savaşmaz”
Townshend günlüğünde Türklerden bahsederken olumlu bir imaj çizer. Onların Avrupa veya Asya’daki bütün askerlerin en inatçısı olduğunu vurgular. Savunmada kimse onlarla boy ölçüşemez. Ona göre, “Türk ordusunun çiçeği olan Anadolu askeri, dinî telkinler olmazsa savaşmaz.” Osmanlı ordusuna komuta eden Nureddin Paşa ve ardından Halil Paşa’dan saygıyla bahseder. Kuşatma altındayken 2 Ocak 1916 günü Türklerin kendisine gönderdiği elçiyle, Nureddin Paşa’ya verilmek üzere, bir kutu Maspero sigarası gönderecek kadar da centilmendir.
Bu cephede İngilizler hava araçlarından da etkin bir şekilde faydalanmışlardı. Ancak Türkler keşif uçaklarını kandırmayı başarıyorlardı. Tayyareler tarafından gözlemlendiği zaman Osmanlı askerleri hedeflerinin tersi yönüne gidiyor; tayyareler geri gittiklerindeyse hemen gerçek istikamete dönüyorlardı.
Kut içinde bize tamamen düşman, Türklere taraftar 6000 Arap vardı
Onun Türklere beslediği bu müspet düşünceler sıra Araplara gelince uçup gider. Ona göre, “Öteden beri Arapların takip ettikleri yol galip gelme ihtimali olanı selamlamaktır.” Türk kıtalarının Amâre’de olduğunu kendilerine haber veren Arapları ikiyüzlü, kaypak ve menfaatperest olmakla suçlar. Ona göre “Araplar daima yararlanacakları yöne koştukları” için onlara asla güvenilmez. Bu düşünceleri sebebiyle Kûtu’l-Amâre’ye çekilince şehirdeki Arapların çıkartılmasını emreder. Sadece 20 kişinin rehine olarak tutulmasını ister.
Ancak tam bu sırada Arapları taraflarına çekmeye çalışan Sir Percy Cox devreye girer. Halkın şehirden çıkarılmaması gerektiğini belirtir: “Çok iyi fakat bütün kadın ve çocuklar yollarda mahvolacaklar. Bu durum, Arapların himayesi için Türklerle savaştığımız bir sırada Irak sakinleri üzerinde olumsuz etki yapacaktır.” Komutan istemese de yaklaşık 6000 Arabı şehirde bırakır. Bırakır ama kuşatma şartlarının kötüleştiği günlerde gerçek duygularını şu şekilde dile getirir: “Kut içinde bize tamamen düşman, Türklere taraftar 6000 Arap vardı.”
Hayalî düşmanlar
General çölde sadece Türklerle savaşmaz. Beyninin kendisine oynadığı oyunlarla da baş etmek zorundadır, yani seraplarla. “Gözetleme kulesine çıktım ve dörderli yürüyüş kolunda düşmanın yaklaşık 6 milden (9,5 km) ilerlediğini gördüm. Bütün kıtalara silah başı ve asıl kuvvetlere düşmanın yanına düşmesi için emir verdim” diye yazar anılarında. Oysa gördüğü her şey bir seraptan ibarettir. Ne düşman vardır, ne de bir saldırı…
Öte yandan Hintli taburlar onu seraplardan daha fazla zorlamaktadır. Selman-ı Pak taarruzu sırasında fırsatları varken Hintli süvariler hücuma geçmemiş, geri çekilen düşmanı takip etmemişlerdi. Townshend nedenini sorduğunda süvarilerinin komutanlarından, “Nakil araçlarının yokluğundan mutfak takımlarını götüremediklerini, Sih ve Hinduların Arap köylerinde ele geçirilecek tencerelerle yemek pişirmek istemediklerini” öğrenir. İşte o yemek tencereleri yüzünden Türklerin ardından gidememiş ve yenilmişlerdi.
Townshend, kuşatma şartlarının iyice kötüleştiği günlerde sadece İngiliz subaylarına güvendiğini itiraf eder ki, bunda haksız da sayılmaz. Zira Türkler her fırsatta Hintlilerin bulunduğu siperlere propaganda amaçlı bildiriler atıyorlardı. Bu bildiriler Hintli askerleri, ayaklanmaya ve İngiliz subaylarını öldürerek kardeşlerine katılmaya davet ediyordu. İşin ilginç yanı, bunlar işe de yarıyordu. Çünkü düşman diye savaştıkları kişilerin Müslüman olduğunu öğrenen Hintliler ya firar ediyor ya da en azından buna teşebbüs…
Savaşın ortasında sebze yetiştirmek zorunda kalmak
Townshend açısından firarları önlemenin tek yolu, teşebbüs edenleri kurşuna dizmekti. Komutanın kâbusu bununla da bitmiyordu. Yiyecek sıkıntısı iyice artmış, bu yüzden de at ve beygirleri kesip yemek zorunda kalmışlardı. Fakat Hint kıtalar, Müslüman ve Hindu oldukları için asla et yemiyordu. Tabii Gurkalar dışında... Bu yüzden aralarında iskorpit hastalığı oldukça artmıştı. Et yemeyen erler ot toplayarak yemek yapıyor, ancak zehirli otlar yüzünden bazıları zehirlenip ölüyordu. Townshend, bu hengamenin ortasında hasta askerlerin sebze yiyebilmesi için sebze yetiştirmekle de uğraşıyordu.
Hindistan’dan gelen fetvalar
Kuşatma uzadıkça şartlar daha da kötüleşir. General Townshend açlıktan silah tutamayan Hintli askerler için yeni çareler arar. Hindistan’daki İngiliz İdaresi’ne başvurur. 13 Şubat 1916’da Delhi’den kendisine şu telgraf gönderilir: “Delhi imamı, Cuma günü mescidde savaşta çaresiz kalındığı zaman Müslümanların beygir eti yemelerinin helal olduğunu bildirdi. Delhi’deki Başkan Pandit de Müslüman olmayan Hintliler için beygir eti yenilmesinde bir sakınca olmadığını açıkladı. Her iki dinî başkan bu konuda yazılı bildiri verilmesini de üstlenmişlerdir.” Komutan, et yemeyen Hint erleri hakkında Sağlık Müdürü’nün verdiği raporu da ekleyerek bir bildiri dağıttırır. Böylece ölümün önü alınacak, açlık tehlikesi bertaraf edilecek ve askerlerin görevlerini yapmaları mümkün olacaktı.
Öte yandan tahıl sarfiyatının azaltılması için binek hayvanlarının öldürülmesini emreder. Bu sayede 15 Nisan’a kadar direnmeleri mümkün olacaktı. Fakat planlar pek yolunda gitmiyordu. Her gün 15-20 asker açlık ve hastalıktan ölmekteydi. Uçaklar işe yaramamış, yardıma koşan Julnar gemisi de batırılmıştı. Hiç umut kalmamıştı.
Plevne savunmasını örnek almış
General bütün gayretine ve sabrına rağmen elim sonu değiştiremez. Teslim olur. Sonradan günlüğüne Kûtu’l-Amâre’yi savunurken, Gazi Osman Paşa’nın Plevne savunmasını örnek aldığını yazar. Teslim olduğu an Halil Paşa, İstanbul’da da Enver Paşa kendisini bu şekilde taltif eder.
Hatıratta belirttiğine göre İstanbul’da bir savaş esiri gibi değil, muzaffer bir komutan gibi törenle karşılanır. Büyükada’daki bir köşke yerleştirilir. Enver Paşa ile birkaç defa görüşüp serbest bırakılmasını istemişse de savaş sona erinceye kadar bu emeline ulaşamaz. Yazdıklarından ayrıca 1918 yazında üç defa firara teşebbüs ettiğini de öğreniyoruz generalin.
Onun iki yıllık esareti Mondros Mütarekesi görüşmeleriyle son bulur. Görüşmeler sırasında arabuluculuk yaparken, “Türklerin yerine konulacak başka bir millet yoktur” demekten çekinmeyen İngiliz komutanın Hindistan’da başlayan Kûtu’l-Amâre hikâyesi Londra’da sonlanır. 9 Kasım 1918’de ailesine ve ülkesine kavuşur.
Munise Şimşek
Mezopotamya Seferim, Sir Charles Vere Ferrers Townshend