Kur’an ve sünnetteki misallerin hakikatleri

“Kur’an ve Sünnetteki Misaller” kitabı adı üzerinde Kur’an ve sünnet örneklerinden oluşuyor. Kitabın hemen başında birkaç ayetle bu konunun açıklaması yapılıyor ve Allah’ın Kur’an’da ayetler aracılığıyla misaller verdiği belirtiliyor. İdris Kartal derledi.

Kur’an ve sünnetteki misallerin hakikatleri

Hâkim et-Tirmizî, oldukça üretken bir müelliftir. Sadece tasavvuf alanında değil, başta hadis ve kelam olmak üzere dini ilimlerin pek çoğuyla ilgili eserler kaleme almıştır.

Hâkim lakabı hikmetli bilgilere olan vukufiyeti nedeniyle verilmiştir. Doğum tarihi tam olarak bilinemese de Horasan’daki Tirmiz şehrinde doğduğu bilinmektedir. Tirmizî, kısa sürede kendisini dini ilimlerde geliştirmiş; Bağdat, Kûfe ve Basra gibi merkezlere gidip pek çok önemli âlimden hadis eğitimi almıştır.

Tirmizî, dini ilimlerin yanında manevi ilimlerle de kendisini yetiştirmeyi başarmıştır. Birçok öğrenci onun rahle-i tedrisinden geçmiştir. Miladi 10. yüzyılda vefat eden Tirmizî, Gazzâlî ve İbnu’l Arabî başta olmak üzere çok sayıda mutasavvıfı etkilemiştir.

“Kur’an ve Sünnetteki Misaller” kitabı adı üzerinde Kur’an ve sünnet örneklerinden oluşuyor. Kitabın hemen başında birkaç ayetle bu konunun açıklaması yapılıyor ve Allah’ın Kur’an’da ayetler aracılığıyla misaller verdiği belirtiliyor.

Allah, gözler ve kulaklar yaratmakla beraber bunları kalpte de yaratmıştır. Kalpteki gözler ve kulaklar kafada bulunanlardan çok daha derinleri görebilir ve duyabilir. Tüm bunlar duyulsa görülse bile nefis bu konuda bocalar ve şaşkınlık yaşar. Kalp gönüldedir ve onun altında nefis vardır. Tüm hisler nefiste birleşir. Nefis istilaya uğrarsa gönüle gelen tasavvur ve örnekler karşısında bocalayıp durur. Allah’ı bilmek hayâyı doğurur. Hayâ nefse sirayet ederse nefis utanır ve günaha yöneltmekten vazgeçer. Nefis şehvetle bocalayıp afallar. İşte nefis misallerle kalbe boyun eğer ve kalbin altındaki maden yatağına yerleşmiş olur.

Bu kitapta Kur’an ve sünnetten çeşitli konularda birçok örnekler verilmektedir.

Allah Kullarına Misaller Vermiştir

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’inde misalleri evvela münafıklarla ilgili vermiştir. Allah, münafıkları insanlara gösteriş yapan bir ışığa benzetmektedir. Bu da tutuşturulan bir ateş gibidir. Kişi yandığı sürece o ateşin altında yürür. İmanı terk ettiği anda ise ateşi sönen kişi gibi karanlıkta kalacaktır. Artık ne önünü görebilmesi ne de yolunu bulabilmesi mümkündür. Bakara Suresi 17. ayette “Allah onların nurunu yok etti.” buyurur. Yani Allah onların dilleriyle ifade ettikleri imanlarını yok etti ve onları hiçbir şeyi göremeyecekleri karanlıklara terk etti demek istemektedir.

Allah Teâlâ Yahudilerin de nurunu giderdi. Onlar Hz. Muhammed’in geleceğini bildikleri ve onu bekledikleri hâlde kendi soylarından olmadığı için onu yalanlamışlardır. Allah da onların nurlarını gidermiştir. Hatta peygamberin kendilerine geleceğini zannettikleri lezzeti de söndürmüştür. Allah, Yahudilerin Hz. Muhammed doğmadan önce yaptıkları hazırlıkları da boşa çıkarmıştır. Çünkü onlar peygamberin kendilerinden olacağını düşündüklerinden onun adını kullanarak yardım ve destek istemişler, bölünüp parçalanmaya karşı birlik çağrıları yapmışladır. Ancak onlar nefislerini kötü şeylere bedel olarak sattılar. Yahudiler Tevrat’ı öğrenip okudukları hâlde onunla amel etmeyi terk ettiklerinden Allah tarafından eşeğe benzetilmişlerdir. Bunun için de Cuma Suresi 5. ayete bakmak yeterlidir.

Kur’an-ı Kerim’de kâfirlere de atıf vardır. Kâfirlerin kalplerindeki katılık aynen bir taştaki katılık gibidir. Hatta ve hatta çok daha serttir. Kâfirler Allah kelamından öğütler çıkaramayacak kadar taş kalplidirler. Kur’an’ın manaları ve oradaki hayırlı sözler onlar için boş ve ortada dolaşan sözler gibidir. Bununla ilgili Bakara Suresi 171. ayet kâfirlerin hidayet çağrılarına dilsiz ve kör kaldıklarından bahsetmektedir. Aynı şekilde onlara bu çağrıyı yapan peygamberlerin durumu da çoban gibidir. Çoban sürüye seslenir ancak sürü bunu bağırtı ya da alelade bir ses olarak algılar.

Kimileri çağrılara cevap vermezken davetlere kayıtsız kalırken kimileri de Allah’a itaat için malını infak eder. Bakara Suresi 261. ayette “Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.”denilmektedir. Allah iyiliklere kat kat mükâfat verir. Ama burada da ince bir fark var. Sevabını sadece Allah’tan dileyerek ve sadece Allah’tan rıza bekleyerek infakta bulunmak ve muhatabının başına kakmamak gereklidir. Eğer ki gösteriş için ve Allah rızası dışında yapılmış bir yardım varsa orada şirk kol gezer. Yani tek neden Allah rızası ve Allah’tan gelecek mükâfat olmalıdır. Ayrıca Ȃl-i İmran Suresi 117. ayette Allah’a itaatin dışında bir şey için mallarını infak edenler misal olarak verilmiştir. Dünya hayatına çokça dalmak da ayetlerden ibret almayı engeller, o kişileri ayetlerden koparır.

Her eylemde ve her ibadette Allah hatırlanmalıdır. Allah dışındaki hiçbir şeye ibadet edilmemelidir. Aksi hâlde bu dualar kâfirlerin duası gibi olur. Allah Hac Suresi 31. ayet ile şöyle demektedir: “Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (Bir nesne) gibidir.”  Putlara olan ibadet de bu şekildedir.

Allah’ın dışında tapınılan her şey örümcek yuvası gibi zayıftır. Hemen bozulabilir, soğuğu da sıcağı da önleyemez. Ankebut Suresi 41. ayette bu husustan bahsedilmektedir.

Peygamber Efendimizden Beş Misal

Kur’an okumak ve okumamakla ilgili Peygamber Efendimizin hadislerinden pek çok örnek verilebilir. Buhari ve Beyhaki naklettikleri hadislerle Kur’an okumakla güzellikler elde edileceğini belirtmişlerdir. Yine Kur’an okuyan ve okumayan münafığın durumu da bir hadisle örneklendirilmiştir. Bu hadiste Peygamber Efendimiz “Kur’an okuyan münafığın durumu kokusu güzel, tadı acı olan reyhan çiçeği gibidir. Kur’an okumayan münafığın durumu ise kokusu olmayan tadı da acı olan Ebu Cehil karpuzu gibidir.” demektedir.

Allah da kâfiri pis bir ağaca benzetir. O ağacın tadı kötü ve acıdır. Ne meyvesi vardır ne de kökü vardır. En ufak bir rüzgâr estiğinde bu ağaç kökünden kopacaktır. İbrahim Suresi 24-27. ayetlerde bu misal verilmiştir. Kur’an okuyup da tefsirini bilmeyenlerin durumu bir gece vakti dostları tarafından gönderilen kitaba kandilsiz bakanların durumu gibidir. Oysa tefsir bilenler kitapta ne olduğunu bilecekler ve herhangi bir korkuya kapılmayacaklardır. Hz. Ali’ye göre Kur’an verildiği hâlde iman verilmeyenlerin, hem Kur’an hem de iman verilen kişilerin, ne Kur’an ne de iman verilen kişilerin misali de şöyledir: İman verilip de Kur’an verilmeyen kişi, tadı güzel olup da kokusu olmayan bir meyve gibidir. Kur’an verilen ancak iman verilmeyen kişinin misali, kokusu güzel ancak tadı kötü Mersin ağacına benzer. Hem Kur’an hem de iman verilen kişinin misali, Turunç ağacı gibidir. Hem kokusu hem de tadı hoştur. Ne Kur’an ne de iman verilen kişinin misali ise Ebu Cehil karpuzu gibidir. Onun kokusu da tadı da kötüdür.

Beş vakit namaza ve oruca ilişkin de misaller vardır. Beş vakit namaz kılmak günde beş defa nehirde yıkanmak gibidir. O kimsenin vücudunda kirden eser kalmaz. Hz. Muhammed, namazını horozun yemi gagalaması gibi hızlı kılıp da rükû ve secdeleri tam yapmayan birini görünce şöyle söylemiştir: “Eğer bu kişi bu hâl üzerine ölseydi, Muhammed’in dini üzerine ölmemiş olurdu. Namaz kıldığınız zaman rükû ve secdeleri tastamam yapmayanların misali, aç olup da bir iki lokma yiyen ve bu yedikleri açlığını gidermeyen kişinin misali gibidir.”Allah Resulü bu tür misalleri pek çok defa vermiştir ki insanlar hayal edemediği şeyleri anlayabilsinler.  

Peygamber Efendimiz beş şeyi hatırlatır. Bunlardan birincisi sadece Allah’a kul olup O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Allah’a ortak koşmak en büyük günahlardandır. İkinci olarak namaz kılarken yüzü sağa sola çevirmemektir. Çünkü Allah kulu namaz sırasında sağa sola çevirmezse onun yüzüne nazar eder. Üçüncü şey oruç tutmaktır. Allah bizlere oruç tutmayı emretmiştir. Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoştur. Dördüncüsü sadaka vermektir. Allah için verilen sadakalar düşman elinden fidye karşılığı kurtulmak gibidir. Verilen sadakaların muhakkak karşılığı vardır. Beşincisi Allah’ı daima hatırlamaktır. Kul, Allah’ı hatırlamakla sanki düşman tarafından takip edilirken kendisi sağlam bir kaleye atmış gibi olur. Artık ona kime zarar veremeyecektir.

Âlimler Yol Gösterir

Âlim dediğimiz kendisine bakılarak yol bulunan yıldızlara benzer. Bazen şaşkınlık ve şüphe oluşturan durumlarla onlara uyularak yol tayin edilir. Eğer ki âlimler toplumu kendi başlarına bırakırlarsa o toplumun yoldan sapmasından başka seçenek kalmaz. İmam yani önder de toplumu ayakta tutan direkler gibidir. İşte âlimle yani toplumun önderleri ile güzel kokular alınır. Onunla geçirilen vakitler insanlara güzel şeyler bırakır. İnsan kiminle oturup kalktığına da dikkat etmelidir. İyi arkadaş, misk satan kişi gibidir. Hiçbir faydası yok gibi görünse de üzerine güzel kokularını bırakır. Kötü arkadaş ise demirci gibidir. Sana zararı yoktur belki ama körüğünün isi ve pası sana bulaşır. Burada ifade edilenler Buhari’den naklonulan bir hadisten alınmıştır.

Mümin davranışlarıyla yerli yerinde hareket etmesini bilmelidir. Arkadaş seçiminde, âlimlerle oturup kalmada olduğu gibi her yönden kendisine zarar getirecek yönelişlerden kaçınmalıdır. Bu anlamda daima gözü açık olmalı, gafil, günahkâr ve aklı karışık olmamalıdır. Gözü açık müminin misali bebeğin misali gibidir. Bebek ancak annesinin yanında rahat eder. Annesi dışında kim olursa olsun ona dönüp bakmaz bile. Annenin kokusu merhamet ve şefkat kokusudur. Mesela Hz. Ömer eşinden boşandığı vakit çocuğunu yanına almak istese de Hz. Ebubekir çocuğun annesinde kalması yönünde karar vererek şöyle demiştir: “Ey Ömer! Bu çocuk için annesinin kokusu ve sütü senin yanında bulunmasından daha hayırlıdır.” Akıllı Müslüman da Allah’ın şefkati ve ihsanını görünce O’na kavuşuncaya kadar başka bir şeyle ilgilenmez. Buradaki anahtar “La İlahe İllallah” lafzıdır. Bu söze sadık olan kişi her şeyin Allah’tan geldiğini bilir ve başka sebeplere takılmaz. Gafil ve günahkâr mümin ise çölde harabe bir yerde kalmış kişinin misali gibidir. O kişi nereden ses gelse oraya döner, yol göstericisinin nerede olduğunu bilemez kendisine seslenenlerin esiri olur. Aynı şekilde aklı karışık mümin de yolunu şaşırır.

Gafil mümin gafil şekilde namaz kılar. Bunun misali sultanın hukuku ile ilgili suç işleyip sonra pişman olan kişinin misali gibidir. Bu kişi hizmetçilerini ve işçilerini toplayıp sultanın kapısına özür dilemek için gider. Ama oraya vardığında hemen huzura çıkmadığı gibi özür dilemeleri için yanında getirdiği hizmetçi ve işçileri de bekletir. Böyle bir kişinin özrü kabul olur mu? Bu özensizlik hoş görülebilir mi? Gaflet her yerde var. Allah’ın kitabını gafil bir şekilde okuyan kişinin misali önünde tahtadan kaplar olan kişinin misali gibidir. Bu kapların her birinde sultanın göndermiş olduğu mücevherler vardır ancak o kişi bundan gafildir. Kişi mücevherlerin sayısını, ne kadar değerli olduğunu biliyor ama bundan zevk almıyor, kendisinde onları elde etme isteği uyanmıyor. Onun amacı kapları almaktadır. Nefsi de onun gözünün güzel gördüğünü ona süslü gösteriyor. İşte gaflet böyle bir şey. Değerli olanla ilgilenmeyip değersiz olanla ilgilenmek…

Müminler Allah’ın Ahlâkı ile Ahlâklanırlar

Allah’ın kelamının tadını ve lezzetini alabilmek için gaflet sarhoşluğundan uyanmak ve kalbi Allah ile diriltmek gereklidir. Nahl Suresi 69. ayet, “Onların karınlarından çeşit çeşit renklerde bir şerbet (Bal) çıkar ki onda insanlar için şifa vardır.” der. Mesela balı yemek insana şifa verir. Bal, Allah’ın vahyine boyun eğen, Allah’ın gösterdiği yolu takip eden arının içinden gelen bir sıvıdır. Ayrıca bu sıvı bedenlere şifa ağızlara tattır. Kalbi Allah’tan gafil olan nefsi ve arzuları seven kişiler bu tattan yararlanamazlar. İçki içip sarhoş olan kişi bal yerse onun tadını ve lezzetini alamaz. Aynı şekilde şehvete olan sevgisinden dolayı sarhoş olmuş kişi de Allah’ın kelamının lezzetini alamaz, ağzında, midesinde ve kalbinde şifa bulunmaz. Bunu efendisinden kaçan bir köle gibi düşünebiliriz. İşte güzel ahlâk sahibi kişi Allah’ın ona bahşettiği nimetlerden tat almasını bilecektir.

Ahlâk sahibi kişinin misali toprakları, komutanları ve ambarları olan bir melikin misali gibidir. Fakat bu melik hazinelerinden ve altınlarından istifade ettirmiyorsa orada yaşayan insanlar kendilerini düşman saldırılarına karşı koruyamaz hâle gelirler. Geniş topraklarından faydalandırmıyorsa komutanlar o topraklara yayılamaz ve ahalisini nüfuz ettiremez. Hazinelerden faydalandırmıyorsa ve belirli kişilere veriyorsa burada geniş imkânlar ve levazım bulmak mümkün olmaz. Bu nedenle komutanlar şöyle diyebilirler:  Biz bu beldeden ayrılıp kendimize bu imkânları verebilecek bir başka melikin yanına gidelim. Yanına gideceğimiz melikin Hint, Rum ve Arap kralları gibi köyleri, şehirleri, denizleri, kara parçaları ve hazineleri vardır. Orduları savaştan döndüklerinde bol bol hazinelerle dönüyorlar ve melik de bu ganimetleri memleketinin yararına olan işlerde kullanıyor.

Onlar bu meliki bırakıp bahsettikleri özelliklere sahip bir başka melik aramaya koyulurlar. İşte burada bahsedilen melik kalptir. Ambarlar ise kalp boşluğunu ifade eder. Bu kalp boşluğunda marifet hazinesi ve Allah’ı tanımak için gerekli olan bilgi mücevherleri bulunur. Akıl onun veziri, gönül ise toprakları ve genişliğidir. Ahlâk, onun komutanlarındandır.

Ahlâkın kökleri insan tabiatında bulunur. Onun dalları Allah’ı tanıma ve bilmektir. Ahlâkın çalışma sahası gönüldür. Kâfirlerin ahlâklarının kökleri de mizaçtadır ve çalışma sahası da gönüldür. Fakat onun dalları insanların övgülerini alarak sevinmek, yücelmeyi ve itibar sahibi olmayı talep etmektir. Müminler Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanırlarken kâfirler kötü ahlâk ile ahlâklanırlar. Onlar Allah’a karşı kibirlenirler, haddi aşarlar, hakkı gözetmezler ve yapmacık davranırlar. Ahlâk, otorite sahibidir. İnsan ahlâkta bir gevşeklik bulursa bu zafiyeti kullanır. Cömertlik de güzel ahlâktandır ama bununla övünmek doğru değildir. Kâfirler birbirlerine karşı böbürlenirler. Sonra da aralarında sevgisizlik yüzünden niza çıkar. Müslüman kalbinde sevgi ve bilhassa Allah sevgisi taşımalıdır.

Hikmete nail olmak Allah sevgisi ve Allah ile mutlu olmakla mümkün olur. Sevgi kalbi ve kolları olan bir ağaç gibidir. Bu ağacın kalbi gövdesi, kolları ise meyve veren dallarıdır. Meyvenin tohumu gövdeden gelir. Marifet o ağaçtır, sevgi ise marifetin kalbidir. Korku, ümit, hayâ, rıza ve benzeri pek çok şey onun dallarıdır. Allah insana marifeti vererek cömert davranmış ve sevgisinden bir parça olan marifetini vererek lütufta bulunmuştur. İnsan da bunlarla muhabbete, şefkate ve merhamete nail olup marifete ulaşır. İnsan yalnız Allah’a taptığında, Allah’tan korktuğunda ve kendisini Allah’a teslim ettiğinde marifet dairesi içindeki yerini alır. Marifet ağacın dalına benzer. Eğer sana bu ağaç dalları ile beraber verildiyse bundan sonraki semere takvayı kazanmak olacaktır. Zümer Suresi 22. ayet şöyledir: “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabb’inden bir nur üzerinde değil midir?” Allah o kula lütufta bulunmuş ve onu çevreleyen hevâda yani arzularda bir delik açmıştır.

La İlahe İllallah Sözüne Vefa Gerekir

Peygamber Efendimizin bir hutbesinde şöyle dediği rivayet edilir: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ben kullarımın hepsini Müslüman olarak yarattım ve onlara bana ortak koşmamalarını emrettim. Ancak şeytanlar onları dinlerinden çevirerek bana ortak koşmalarını emrettiler.” Bu hadiste geçen kişilere Allah, hidayet nurunu lütfetmemiştir. Allah kimi isterse onu hidayet nuruyla nurlandırır. “La İlahe İllallah” sözüne de vefa bekler. Kul, tüm fiil ve davranışlarında buna uygun hareket etmek durumundadır. Bir kul Allah’a itaat içerikli ameller işlerse ve bu amelleri hidayet gayesi ile işliyorsa Allah o kişinin hidayetini artırır. Ona nur verir ve bu nur da ona takvayı getirir.

Kalbi imanla dolan kişi hiçbir zaman Allah’ı zikretmekten geri durmaz. Buna göre “Subhanallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” diyen kişinin misali tohum eken kişinin misali gibidir. Subhanallah tohumunun özü, temizliktir. Tadı, bolluk ve zenginlik, kokusu rahmet, meyvesi ise takvadır. Elhamdülillah’ın cevheri sevgidir. Tadı özlem ve iştiyak, kokusu ferahlık, meyvesi ise hüküm ve rızık bölüşümünde Allah’ın iradesinin tecelli etmesidir. Allahu Ekber demenin cevheri ise yücelik ve bolluktur. Tadı müsamaha ve nezahat, meyvesi ise Allah’ın emirlerini yerine getirirken kuvvet bulmaktır.

İşte bu tohumlar ekildiğinde toprağın cinsine göre yetişip büyürler. Bu toprak Allah’ın rızasından çıkmıştır ve yüzeyi de yumuşaktır. Bunların tamamının büyüyüp gelişmesi ve meyvesi ilim, marifet ve yakîn kelimesinin çıktığı ölçüde olur. Marifet sahibi olabilmek için takva ehli olabilmek için nefisle mücadeleyi terk etmemek gerekir. Nefisle mücadeleyi terk eden acziyetin tahakkümüne boyun eğmiş demektir. İhlâslı olmayı bırakan, sıdkı talep eden ancak yapmacık davranan, gösteriş ve dalkavukluk yapan, ikiyüzlü olan ve yöneticilere boyun eğip zenginlere yaltaklanan, insanların yanında rol yapan kişinin misali, erkek zannedilip de elbiselerini çıkardığında kadın olduğu anlaşılan kişinin misalidir.

Nefisle mücadele için imanda sertlik şarttır. Bir hadisiyle Peygamber Efendimiz, “Bir kul şiddetli (Sert) imandan faziletli bir şeyle rızıklandırılmamıştır.” diyor. Allah’a olan iman O’nun zatı ile ilgili hususlarda kalbini sertleştirir. Beni Mahzum kabilesinden bir kadın hırsızlık yapmış ve Efendimiz şöyle demiş: “Eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim.” Öte yandan ise Peygamber Efendimiz yumuşak kalbi övmüştür. Bununla ilgili Yemenlileri methetmiştir. Bunun sebebi onların merhametten çokça nasiplenip incelik sahibi olmalarıdır. Bunu da “Size kalpleri yumuşak, gönülleri yufka yürekli olan Yemen ahalisi gelmiştir.” sözüyle belirtmiştir.

İnsan nefsine değil kalbine uymalıdır. Çünkü kalp Allah’a, nefis şehvetlere davet eder. Yarın ağır bir hesap, uzun bir bekleyiş ve ürkütücü sorulara karşı hazırlıklı olmalıdır. Kimin kalbinde imanda sertlik az olursa nefis onun kalbine hükmeder, kontrolü zayıflatır ve ipleri eline geçirir. Bu, kişinin nefsinin esiri olması demektir. Bu da yönetici iken dış etkenlerin etkisiyle esir durumuna düşmek demek olacaktır. Hevâsının kılavuzluğunda yol alan kişi Allah’ın mülküne karşı kibirli davranmış olur. Nefsine uyan, nefsiyle amel eden kişinin sonu cehennemdir.

Nefsi Eğitmek

Akıllı kişinin kalbini Allah ihya eder. Bu kişi kendisine ihsan edilen malları ve dünyalığı emredildiği şekilde kullanır. Fakat ahmak ise şehvetlerin süsü ve fitneleriyle kalbini öldürmüş kişidir. O kendisine verilen malları nefsinin tahrik ettiği şehevi arzuları için kullanmıştır. Böylece de Allah’ın vaat ettiği mükâfatı kaybetmiş ve kendisine tanınan süreyi ve ömrü heba etmiştir. Basiretli kişi, kralın ordusunda olup da kralına edebiyle, zekâsıyla, zarafetiyle kendisini gösterip rütbeler alan ve kralına yakın olan kişidir. Basiretli kişi, Allah için köle gibi çalışan kişidir. Böyle insanlar yorulurlar ve sıkıntı çekerler ama Allah için bu yorgunluklara ve sıkıntılara katlanırlar. Çünkü sonundaki mükâfatı almak isterler.

Allah’ın vaat ettiği mükâfata ulaşmak isteyenler dünyaya rağbet etmezler. Dünyaya rağbet eden kişinin misali temiz meraları terk edip mezbeleliğe giden ve orada tezek yiyen ineğin misali gibidir. Dünyaya rağbet etmek dünyaya aldanmak demektir. Dünya lezzetiyle kişiyi annesi gibi emzirir, hevâ ile üstünü örter, ona hayaller kurdurur ve uzun emeller düşündürür.  Sonra kişinin gözleri gerçek dünyaya karşı kapanır ve kişi dalar gider. Emeli ne kadar uzunsa uykusu da o kadar ağırdır. Ağzına dünya sevgisi ve tutkusundan keskin bir zehir damlamıştır artık. Bu zehir kişiyi sarhoş eder ve dünyaya karşı hırsını artırır. İşte dünyada ne kadar çok şeye kapılırsak, ne kadar çok dünyalığı seversek dini yaşamdan o kadar çok uzaklaşırız. Peygamber Efendimiz bununla ilgili “Bir şeyi sevmen seni kör ve sağır yapar.” demektedir.

Nefis eğitilmezse böyle sapa yollara sapar. Nefsi eğitmenin misali bağlı olmayan bir hayvanın durumu gibidir. Bu hayvan bağlı olmadığı için arazilerde istediği gibi otlar, canının istediği her yere gider, sahibini tanımaz ve nereye yürüdüğünün farkında olmaz. Ama bu hayvan bir disiplin altına alınır da mesela binek yapılırsa ve boynuna ip bağlanıp ağzına gem ve sırtına eyer vurulursa hayvan dizginlenmiş olur ve artık sahibinin gittiği yere gitmek zorunda kalır. Nefis de işte böyledir. Önce belirli sınırlar muhafaza edilerek eğitilir ve sınırları aşmaması öğretilir. Bu da hevâdan, günahlardan sakınmasına yardımcı olur. Kalbe iyi davranmak salih amellerle gübrelemek demektir. Yani farzları eda etmek, haramlardan kaçınmaktır. Her iyi amel işlendiğinde bu amellerin nuru marifet nuruna rücu eder ve marifet nurunun kuvveti artar. Hevânın kalpten uzaklaşması güneşin bir ağaca vurması gibidir. Böyle bir durumda ağacın gövdesi kalınlaşır, dalları çoğalır, meyveleri tertemiz olur.

Kalp, nefis üzerinde bir sultandır ve Kâbe’ye benzetilmiştir. Allah, Kâbe’nin değerini yükseltip onu tertemiz yapmış, evi olarak isimlendirip mülkünü hiç kimseye vermemiştir. Kâbe aynı zamanda son derece güvenli bir yerdir. Doğal afetlerde oraya sığınanlar korunur, onu tavaf edenler kirlerinden arınır. Fakat Allah’ın kalpte olan nuru Kâbe’den daha değerlidir. Allah müminin kalbini kendi mahzeni yapmıştır ve bu mahzende hazineleri vardır. Kalbin kontrolü O’nun elindedir ve kalbi gizli kılmıştır. Bu sebepten kalbi kirletmemeli, kalbin nuruna sahip çıkmalıdır.

İlmin Niteliği

Marifet ilmi Allah’ı tanımak ve hazinesinden nur ilmini alabilmektir. İnsanların geneli için marifet ilmi sadece Allah’ı tanımaktır. Bu kişiler Allah’ı bilirler, O’na iman ederler ancak Allah hakkında cahildirler. Yolda bazen tökezler, bazen kalkar, bazen kayar bazen dikilir, itaat ile isyan arasında gidip gelir ve bu durum O’na kavuşuncaya kadar devam eder. Sadık insanlar için ise marifet ilmi ışık saçan bir nurdur. Bu kişiler dünyanın da ahiretin de hakkını veren kişilerdir. Fiillerindeki sadakat, söz ve hareketlerindeki gayret zaten olmaları gereken bir durumdur. Nefsine zulmeden kişi, insanların ağzından duyduklarıyla ve sadece kitaplara bakarak ilim almıştır. Hafızası sadece ihtiyaç anında o ilmi kullanır. Bu kişi ilmiyle nefsine karşı mücadele edebilecek ve onu mağlup edebilecek güce sahip değildir.

Peygamber Efendimiz ilimle ilgili “İlim iki kısımdır: Birincisi kalpte olan ilimdir ki bu fayda veren ilimdir. İkincisi ise dilde olan ilimdir ki bu da Allah’ın Ȃdemoğluna karşı olan hüccetidir.” der. Faydalı ilme bakacak olursak bu ilim öncekilerin ilmidir. Yani tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerdir. Hüccet ilim ise yani kişinin aleyhine delil olarak kullanılacak ilim nefsine zulmeden kişilerin ilmidir.

Emir ve yasaklar kulu kulluğa çağırır. Ancak nefsine uyarsa ve oraya yerleşmiş olan şehvetler gelip de kişiye ağırlık verir ve onu emir ve yasaklar konusunda serkeş yaparsa o kişi kulluk vazifelerini yerine getirmez olur. Enfal Suresi 24. ayette “Ey inananlar! Size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah ve Resulüne uyun.” denilmektedir. Allah insana imandan sonra itaat ile kalbini diriltmeyi de öğretmiştir. Eğer kul, emir ve yasaklara uyarak Allah’a itaat ederse Allah kulunu bu hareketinden dolayı takdir ve yaptığına mükâfat olarak kalbini, hevâdan ve başka şeylere bağlanmaktan korur. Allak çok mükâfat verir, ceza vermekte de acele etmez.

Takvanın misali, çok güzel bir mücevher elde eden bir adamın misali gibidir. Bu mücevherin değeri bir ev parası ya da yüce bir kralın hediye etmiş olduğu bir misk veya beyaz bir şahin gibidir.  Bunlar kişinin elindeyse hırsızlar çalmasın ve zarar vermesin diye onu korumak gerekir. Korunur ve zengin olanlar dışında bu mücevherler kimseye gösterilmez. Çünkü bu mücevheri camdan ayırt edemeyecek kişilerin onu alıp camdan yapılmış olanıyla değiştirmesinden korkulur. Bunun için mücevher kutularda, keselerin içinde, çekmecelerde saklanır ve tozdan, her türlü afetten korunur. Hediye edilen bu şeylere nasıl ihtimamla bakılır. Başlarına bir şey gelmesin diye nasıl çaba sarf edilir. Fakat insan korunmayı en çok hak eden şeyi harcar. O şey takvanın özüdür.

Takvanın iki türü vardır: Birincisi günahlardan kaçınmak, ikincisi bir işi yaparken Allah’ın rızasını gözetmek ve mükâfatını yalnızca Allah’tan beklemektir. Salih insanlar, takvanın yedi organla olması gerektiğini söylerler. Bunlar gözler, kulaklar, eller, ayaklar, dil, karın ve cinsel uzuvdur. Bu organların her biri izin verilmiş zamanlarda yerli yerince kullanılmalıdır.

Allah’ı Çokça Zikretmek

Allah için çalışan kimseler üç tabakadır: Allah’ı görüyormuş gibi çalışanlar, Allah’ın kendilerini gördüğünü düşünerek çalışanlar ve gaflet içinde amel işleyenler.

Allah için çalışan kişilerin durumu şu hadisle açıklanabilir: “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O, seni muhakkak görüyor.” Bu kişiler ikincisinden daha üstündür. O kişiden perdeler kaldırılmış, Allah ile arasında bir engel kalmamıştır çünkü. Perdelerin kaldırıldığı kişi Allah’ın nurunu görür ve üst tabakada bulunur.

İkinci derecedeki kişilerden ise Allah’ın nurunu görebildiği kadarıyla kaldırılmıştır. Bu derecedeki insan da Allah için çalışır. Ama bunu yaparken kalbi amellerin Allah’a arz edileceği büyük gün için çarpar. Bu kişi amellerini süslemese de sağlam amellerde bulunur. Bu kişi sadık, birinci kişi sıddıktır. Sadık kişi için perdeler kaldırılmamıştır ve bu kişi ona göre amel eder.

Gaflet içinde amel işleyen ise üçüncü derecedeki kişidir. Bu kişinin kalbinde Allah’ın kendisini gördüğü ve amellerin Allah’a arz edileceği düşüncesi yoktur.  Bunlar âdet ve alışkanlıklarla amel işlerler.

Allah kullarına şüpheleri gidermek için bazı sözler ihsan etmiştir. Bu sözlerden biri “La İlahe İllallah Muhammedu’r Resulullah” sözüdür. Bir diğeri, “Subhanallah”tır. Bu söz her türlü övgü içeren söze bitişiktir. Allah’ın kullarına ihsan ettiği sözlerden bir başkası “Allahu Ekber”dir. Kul bu sözü söylediği zaman boyun eğmiş ve isteyerek teslim olmuş olur. “La Havle Vela Kuvvete İlla Billah” da Allah’ın ihsan ettiği sözlerdendir. Bu söz kulun ağzından nurlu bir söz olarak çıkar bununla amel etmeye başlayınca o kulun derecesi yükselir. Eğer kul “Elhamdülillah” derse çok kapsamlı bir söz söylemiş olur. Hamd sözü ağızlardan harf olarak çıkar. Her nimet ve kulun ettiği şükür birbirine bağlıdır.

Kalbiyle ve diliyle sürekli Allah’ı zikreden kişinin misali bir yerdeki durgun suyun misali gibidir. Bu suyun üzerinde toz, toprak ve çöp vardır. Ama rüzgâr estiği vakit suyun üzerindeki bu toz, toprak başka yere taşınır. Bu şekilde de su temiz ve berrak olur. Rüzgârın şiddeti ne kadar artarsa sudaki dalgalanma o kadar fazla olur ve suyun berraklığı o kadar artar. Hatta öyle ki suyun saflığı suyun içine kadar işler. Allah’ı zikretmek de böyledir. Zikir ne kadar çok ve peş peşe olursa kalpteki kuvvet çoğalır ve zikir berrak hâle gelir. Yerler ve gökler bu kişinin zikrinin nuruyla dolup taşar. Bununla ilgili Peygamber Efendimizin şöyle dediği rivayet edilir: “Bir kul Elhamdülillah derse bu zikrin nuru, yer ile gök arasını doldurur. İkinci defa söylerse bu zikrin nuru arştan yerin altına kadar dolup taşar.” Elhamdülillah ilk defa söylendiğinde kişinin kalbi saf hâle gelir ve kalbi kuşatan şeyler uzaklaşır. İkinci defa söylendiğinde kalp yollarındaki temizlik artar.

Allah’ı övmenin ve tespih etmenin misali huzurunda hizmetçilerin bulunduğu bir kralın misali gibidir. Kral bu hizmetçilere terk edilmemesi gereken bazı görevler veriyor, birini de bunu kontrol etmesi için görevlendiriyor. O hizmetçiler görevlerini tamamlayıp yine hizmet yerlerine dönüyorlar. Fakat üstleri başları toza bulaşmıştır. Hizmetçiler görevlerini yerine getirip de kralın yanına çıkarlarken üzerlerindeki tozları silkeleyip önceki hâlleri gibi temiz olmak istiyorlar. İşte mümin kulların hâlleri böyledir. Dünya işleriyle meşgul oldukça ve insanların işleriyle uğraştıkça kendilerine bulaşan kirlerle muhatap olmak zorunda kalırlar. Allah’a övgü ve tespihle dönerek üzerlerine bulaşan kirlerden, toz ve topraklardan arınırlar.

SONUÇ

Kitabın yazarı Hâkim et-Tirmizî çok önemli bir din âlimidir. Ona yakıştırılan sıfatlar arasında imam, muhaddis, hafız ve zahid gibi sıfatlar yanında hâkim sıfatı da vardır. Hâkim Tirmizî, aynı zamanda erken dönemdeki tasavvuf anlayışını öğrendiğimiz en önemli kaynaklardan da biridir. Bu eserinde kalbi temiz, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir müminin yol haritasını çıkarma gayreti içerisine girmiştir. Tümüyle ayet ve hadislerden oluşan eserde düşünce ve eylem bütünlüğü niyet ibadet bütünlüğü şekliyle açıklanmaya çalışılmıştır. Genel olarak gafil olmamayı ve gafleti kalplerden çıkarmayı önermektedir.

Misaller hikmetli örnekler olarak verilmiştir. Ayetlerle ve hadislerle konular izah edilmiş ve kuvvetli imana nasıl ulaşılacağı hususunda bilgiler yer almıştır. Bu eseri bir kaynak olarak da görmek gereklidir. Çünkü konuyla ilgili yazılmış nadir eserlerdendir. Misaller, görme ve duyma olarak insanlara bilinmez gelen şeyleri onların görebilmeleri, anlayabilmeleri ve nefislerin ikna olması için Allah tarafından hikmetli örneklerdir. Allah’ın kullara kendi nefislerinden örnekler vermesi kendi tasarrufudur. Bunun sebebi insanların bu misallere ihtiyaç duymaları ve misaller sayesinde gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı o şeyleri akıl edip idrak edebilmeleridir.

Derleyen: İdris Kartal

YORUM EKLE

banner36