Yıllar önce çok sevdiğim bir abim, bende “dava”ya müthiş bir bağlılık ve idealist bir ruh görmüş olacak ki(!), Mustafa Kutlu’nun bir kitabını alıp hediye etmiş idi: Ya Tahammül Ya Sefer. Romantizm bataklığına saplanmıştım o zamanlar ki, küçüktüm, fark edemiyordum hiçbir şeyi. “Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir/ Ben kimem sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir” diyor ya şair, o zamanki hâl-i dîlimi böyle şerh edebilirim sanıyorum. (Son ifade bir şarkıdan mülhem: “hâl-i dîlimi kimseye şerh edemem eyvah”)
Efendim, zavallı ben; naciz varlığımın fark edilip bir kitap hediye edilerek taçlandırılmasına mı sevineyim, kitabı okuyup da Murat’ın, İlhan’ın durumuna mı üzüleyim, şaşırmıştım. Fakat o zamanki halet-i ruhiyem içinde kendim ve hayatım hakkında şu radikal(!) kararı almıştım: sadece adı var olanlara nisbetle, “dava”ya bir âşık-ı sâdık gerekliydi ve o ben olmalıydım!? Kitaptaki “dava delisi” Kerim gibi…
Efsane bu ya…
Ya Tahammül Ya Sefer, “dama çıkıp merdiveni çekenler”in hikâyesi ve “öyle mahzun ağlamaya giden çocuklar”ın hâl-i pür melâli… Yazarın başka bir tabiriyle “gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla ve zaruretle uzlaşmaları”nın diğer adı Ya Tahammül Ya Sefer. Hikâye şu; üniversite yıllarında idealist bir grup arkadaş bir dernek kurarlar eski bir medresede. İdealisttirler ya, dergi çıkartırlar, hem kendilerini hem ‘dava’ya yeni kazandırdıkları kişileri aydınlatmak amacıyla konferanslar tertip ederler, aralarında fikrî tartışmalar yaparlar. Bu idealist gençler arasında ön plana fedakarlığıyla çıkanı Murat’tır. Gel zaman git zaman, bu gençler mezun olur dağılırlar dört bir yana; sanki “davayı kucaklayıp giderler” sanırız biz onları. Kimisi doktor olur, kimisi devletin önemli bir kademesine gelir, kimisi profesör olur. Gidiş o gidiş. ‘Dava’ Murat ile Kerim’e kalır. Kerim… Ayakkabıcı çırağı Kerim… ‘Dava’da ‘dava’yı konuşan ağabeylerinin heyecanına ortak olan, kenarda her zaman emre amade Kerim… Gün gelip de Murat tarafından ‘dava’nın kapısına kilit vurulup anahtarları kendisine emanet edilen Kerim… ‘Dava’nın böyle öksüz kalmasına dayanamayan ve bu ‘dava’yı tek başına sırtlanamayacağını anlayan Murat ne yapar? Bir yayınevi kurar, idealine uygun kitaplar basmaya başlar lakin zaman ne kadar acımasızdır. Kitaplar elinde kalır. Son çare olarak yemek kitabı basmaya karar verir yayınevini düştüğü darboğazdan kurtarmak için. Ya sonra? Bilmem, ben de sorayım, ya sonra?
Varıp biraz da biz oyalanalım!
‘Dava’ belirsiz, puslu bir ‘şey’ aslında. Bu herhangi bir ‘ideoloji’ olabilir (zaten ‘al birini vur ötekine’), kutlu(!) bir mekân olabilir, hatta başlıbaşına bir ‘insan’ dahi olabilir. Fakat ‘dava’nın başlıca özelliği ona sığınılmasıdır. İnsan korktuğu, çekindiği, ürktüğü zaman sığınır. Aklı, zihnî melekeleri henüz olgunlaşamamış, bir ‘karar’ı henüz olmayan, ‘yer’leşememiş, serseri mayın gibi oradan oraya savrulabilecek kadar aciz insanlar için (yani kabaca 15-25 yaş arası herkes için) ‘dava’ kendinden emin olunabilecek bir şeydir, varlığımızı varlığına armağan edebileceğimiz(!) bir oluştur. Çünkü bu demler kendi hiçliğimizi –itiraf edemesek de- iliklerimize kadar hissettiğimiz demlerdir ve bir ‘ağabey’ ararız, peşinden yürünecek bir ‘önder’e şiddetle ihtiyaç duyarız; ara sıra da olsa ‘takılabileceğimiz’ yerlerin varlığı, bir yerlere ‘aidiyet’ duymak kendimizi ispat edebilmek için lüzumludur.
Ya Tahammül Ya Sefer’de sadece iki kahraman aklımızda kalıyor, Kerim ve İlhan. İlhan kim mi? Düğümü çözen kişi diyebiliriz ona. Ya da daha doğrusu ‘dava’ya ilişkin bazı durumları açıklayan kişidir sözleri ve eylemleriyle. Neden ikisi kalıyor aklımızda peki? Dedik ya, o yaşlar arasında kahramanlar arıyoruz kendimize ve onların hikâyesi, herkes giderken onların durdukları yerde durmaları bize efsanevi geliyor. “İşte”, diyoruz, “onlar gibi olmalıyız!?” Ne de olsa genciz ve idealistiz. Oysa bir gün biz de ‘dava’yı bırakıp gideceğizdir ve Kerim ile İlhan’ın –gerçek birer insan olmayıp sadece bir roman kahramanı oldukları için- ‘dava’yı beklemeleri devam edecektir. ‘Dava’ya bir genç mi kazandırmak istiyorsunuz, okutun o gencecik heyecanlı gence Ya Tahammül Ya Sefer’i, olsun bitsin. Daha çocuk olduğu için anlamayacaktır Murat’ı ve yaşadığı süreci.
Gidenler niye gider?
Kabaca 15-25 yaş arası olarak işaret ettiğimiz dönemden sonra artık bir şekilde hayata atılma, tutunma dönemi gelip çatmıştır. Bu siz istemeseniz de böyle olacaktır. ‘Dava’dan mezun olur gidersiniz bir yerlere. İlkin bir lokma yeterdir karnınızı tok tutmaya, derken iki lokmaya çıkar öğününüz, sonra obur olur çıkarsınız. Gittiğiniz yerlerde sıklıkla ‘dava’yı kullanıp yükselirsiniz hatta; ‘dava’ sadece bir basamaktır artık sizi yükseğe, daha yükseğe götürmeye yarayan. Hele artık bir de konfora bulandıysanız, konforlu bir hayatınız varsa “artık sizin sofranıza melekler inmez.” Geçmişte belki de ‘dava’nın yılmaz erlerinden birisi olup da sonra hayatına ‘konfor’ giren adam “karısına sarılıp –tabii eğer birlikte şişmanlayarak bütün hareket kabiliyetlerini yitirmemişlerse- şöyle onu havaya kaldırıp döndürerek:
-Sevgilim ah işte görüyorsun, bak kapılar açılıyor [birer birer], yıllar sonra… diyerek uzun uzadıya bazı manasız makam mevki hikayeleri, varlık masalları anlatmaya başlayacak”tır. ‘Dava’yı toptan unutmasanız bile en iyi ihtimalle arada bir uğrar-hatırlar-uğruna çalışır görünürsünüz; sırf konfora batmış hayatlarınızda işlediğiniz günahlarınıza kefaret kabilinden… Konforlu bir hayatı olup da size hâlâ ‘dava’dan bahsetme yüzsüzlüğünde bulunan adam, en hafif tabiriyle, masal anlatıyordur, inanmayın.
Çizikler çatlağa, çatlaklar uçurumlara…
Gün gelip de “yanlış, koyu gaflete bürünmüş ömründe mütemadiyen ‘geç kaldığınızı’ size hatırlatan, yaşarken hatırlatan” Murat, Kerim, İlhan; yani konfora yüz vermeyip ‘dava delisi’ olarak kalan adamlar ölünce ve siz konforperestler, konfor fetişistleri o ölümü bir gazete ilanından duyunca, hafızanızın en dip köşelerine saklanmış, sindirilmiş o ‘dava’lı günlerin şerefli hatıraları birbiri peşisıra aklınıza gelir de kendinizi çok büyük bir muhasebenin ortasında bulursunuz: “Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerden çizildi mi, kefareti büyük oluyor. Hatta Asım Bey’in şimdi kederle peşpeşe hatırladığı gibi çizikler çatlağa, çatlaklar uçurumlara ulaşıyor.” Bu sadece bu dünyadaki hesabınızdır sizin ve bu kadarcıkla kalmayacaktır.
Yok mu bunun hal çaresi?
Nedim’in beyti ne diyordu: “Ya seferdir ya tahammül anla aşkın çaresi”. Bakalım İlhan ne diyor bu sorunsal hakkında:
“Su yüzünü yüzüme tutuyor, gözlerimin pası alınıyor. Akşamı ve ırmağın şarkısını dinliyorum. Yıldızların nasıl yeryüzünü selamladığını, yaban lalelerinin boyun büküşünü, vakur kayaların suyun içindeki hareketini. Bir kalbim olduğunu duyuyorum, ağlıyor ve yalvarıyor. Lime lime olan bakışım bütünleşiyor. Bir su sineğinin pul kanatları üzerinde her şey bir anda aydınlanıveriyor.
İçimde olması gereken bir şeyin kaybından hangi mağaraların ücrasına saklandığımı, oradan hiç çıkmamak üzere kendime davalar aradığımı anlıyorum. Her şeyi tamamlayacak olan o şey. Ancak onunla varolabilirim.
Irmak bir başlangıç.
Bir düş.
Ama bir yol ve yoldaş. Ne tabiat parçası, ne çiftlik hayali. Ne kaçıp gitmek, ne ekip biçmek. Sefer de içimde, tahammül de…”
Mehmet Emre Ayhan, eğer bir gün konfora bulanırsa bu yazdıklarını hatırlamak istedi.
Yazı çok güzel kaleme alınmış,insanı kitabın sayfaları arasında güzel bir gezintiye çıkarıyor.Emeğinize sağlık.
Konfor yüz vermeyip,dava delisi olarak kalanlara selam olsun!