Kitab-ül Hiyel teknik ve iktidara nasıl bakıyor?

Tekniğin, teknolojinin, 'hiyelkârlığın' öyle içi boş, değerden bağımsız, evrensel kategoriler olmadığını, iktidar hırsı, tahakküm, kibir, bozgunculuk gibi çok sahici risklerin kuluçkaları olabileceğini anlatan hesaplaşmacı bir roman İhsan Oktay Anar'ın Kitab-ül Hiyel'i. Ammar Kılıç yazdı..

Kitab-ül Hiyel teknik ve iktidara nasıl bakıyor?

İhsan Oktay Anar'ın Kitab-ül Hiyel'inin son sayfasına 25 Ağustos 2010 tarihini atmışım ismimle birlikte. Okuyalı nerdeyse beş sene olmuş. Tekrar aldım okudum. Beş sene önce toy bir üniversite öğrencisi iken kahkahalarla okumuş idim, ama şimdi bakıyorum, o ilk okumada kitaptan kalan kahkahadan başkası olmamış. İyi ki ikinci kez okudum.

Böyle söylememin iki sebebi var. Birincisi, İhsan Oktay'ın son iki kitabında (ama daha çok Galîz Kahraman'da) yaşadığım huzursuzluğu niye yaşamışım, onu daha iyi anladım. Bir kere Puslu Kıtalar Atlası da, Kitab-ül Hiyel de, Amat da, Suskunlar da eski İstanbul'da geçiyor, masalsı bir havayı daha iyi teneffüs ediyoruz. Garip ve muzip tiplemeler var, şeyhler, imamlar, yeniçeriler, tellaklar, efendiler, paşalar, çelebiler, sultanlar, şehzadeler, Galata meyhanelerinin sarhoşları, üfürükçüler, divâneler... Biraz oryantalistçe gelecek ama bugünün gerçekliğine biraz uzakta bir dünyaya dahil oluyoruz ve daha 'tılsımlı' olan bu evren her an karşımıza yeni ilginçlikler çıkarabilir, bizi aniden gülme krizine sokabilir, sonra bir anda efkâra da sevkedebilir. Bir yandan zamansız bir diyarda geçiyor gibidir, tarih yoktur, fakat satır aralarındaki göndermelerde biz maceranın hangi dönemde geçtiğini anlayabiliriz. Yani Kitab-ül Hiyel masalsı ama bir masal dünyasında geçmiyor. Üçüncü Selim’in Nizam-ı Cedid ordusunu bir meyhanede Yeniçerilerin hışmına uğrarken görüyoruz pekâlâ, sonra İkinci Mahmud’un yeniçeri kıyımında öldürülüyor bir kahramanımız. Gülhane Hattı da var, Sultan Abdülhamid de, Beyoğlu yangını da. Kitap dolayısıyla Osmanlı modernleşmesinin ilk adımlarına şahitlik yaparak ondokuzuncu yüzyılın sonuna kadar ilerliyor.

Anar’ın bahsi geçen kitaplarında başvurduğu anlatım biçimi, onun edebiyatının çok özgün bir yanına işaret eder ki o da, anlattığı dönemin rivayet, nakil ve menkıbe kültürünü çok iyi yansıtmasıdır. Aslına bakılırsa biz roman kahramanlarının “hal tercümeleri”ni İhsan Oktay Anar adlı yazardan değil, “râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr”ın muhtelif aktarımlarından okuyor gibiyizdir. Bu da, okuyucuyu bütünüyle o dönemin atmosferiyle kuşatır: Sanki onsekizinci yüzyılda bir Osmanlılı roman yazmış da ortaya bu çıkmış gibi! Bu hayal dünyasını çekici kılan bir başka şey (bu son iki kitabında da alamadığım bir tattır), kurgunun her yerine sinen ipince ayrıntıların ilerleyen safhalarda kesinlikle karşınıza çıkacağıdır. İhsan Oktay Puslu Kıtalar Atlası'nda olduğu gibi Kitab-ül Hiyel'de de son noktaya kadar kurguyu ince ince örüyor ve hiçbir boşluğa mahal vermiyor. Bence bu, kitabın özenle ve çok da kısa olmayan bir sürede yazıldığına işaret. Maşallah.

Dizginlerinden boşalmış bir tekniğin intihara dönüşeceği gerçeği

İyi ki okudum dememin ikinci sebebine gelince, bence yazarın diğer bütün kitaplarında olduğundan çok daha fazla 'derdi' var bu kitapta. Bir didaktizm olarak değil fakat kesinlikle çok incelikli bir mesajın, çok derinlikli bir hakikatin peşinde olması anlamında. İhsan Oktay "eski zaman mucitlerinin inanılmaz hayat öyküleri"ni anlatıyor anlatmasına da, bilim-teknik-teknoloji ve iktidar arzusu arasındaki ilişkiyi öyle güzel okuyor ki, kitap yer yer hikemî bir esere dönüşüyor desek yanılmış olmayız. Kariyerine demirciler çarşısına bir kılıç dövmecisi olarak giren Yâfes Çelebi'nin tuhaf icatları, kabzası çekildiğinde makas gibi açılan nevzuhur bir kılıçla başlar. "Zanaate bid'at getiren" Yâfes'in bu icadından esnaf da, esnaf şeyhi de huzursuz olmakla kalmaz, peştemalini çözerek pabucunu dama atarlar. Ustası Zekeriyya Efendi'nin ona söylediklerini dinleyelim:

"Diğerleri senin yeteneğini görüp korktular. Çünkü gediğin elinden alınmasaydı onların bu ticareti yürütmeleri zor olacaktı. Yaptığın kılınç onların bütün müşterilerini ellerinden alır, üstelik bunun arkası da gelir. Ama ben bambaşka bir sebepten onların kararına katılıyorum: Ustaların kılınç yapmak için saatlerce ve günlerce dövdükleri demir neden serttir bilir misin? O, insanoğluna hemen boyun eğmez, çünkü onların, kendisiyle işleyecekleri suçları bilir. Bu yüzden de ortak olacağı günahların bedelini ateşte dövülürken peşinen öder. Zalimlerin kolları kendi erişilmez isteklerine göre çok kısadır. Tutkularının büyüklüğü onları böylece sakat kıldığından, bizim kılınç dediğimiz koltuk değneğini kullanırlar. İcad ettiğin silah işte onların tutkularını büyütecek ve zulümlerini arttıracak. Sen onların kollarını uzattın. Oysa kılınçlar yeterince uzun değil miydi?"

Bu satırlar, "niçin geri kaldığımız" sorusuna verilen cevabı, kestirmeden "matbaanın ülkeye girişini kabul etmeyen gerici cehalet" öyküsüne havale eden ilerlemeci tarih anlatısına, iki taraflı bir eleştirel gönderme yapıyor. Birincisi, Batılı anlamda bir gelişme arzusunun o dönemin yerleşik toplumsal ve ekonomik düzeni için yaratacağı tahribat ve çözülme endişesi (örneğin elyazımı üzerinden süren bir çoğaltım piyasası veya romandaki gibi geleneksel usüllerle üretim yapan demirci esnafı düşünüldüğünde), bir takım nevzuhurluklara karşı temkin siyaseti güdülmesine sebep olmuş olabilir. İkinci olarak, Zekeriyya ustanın yaptığı bir başka hatırlatma var ki o da dizginlerinden boşalmış bir tekniğin intihara dönüşeceği gerçeğidir. Yâfes Çelebi, Üçüncü Selim Han'ın açtırdığı Mühendishane'de Frenklerin mekanik dediği ve "tabiata emretmenin yegane yolu" olan "hiyel" ilmini öğrendikten ve debbâbe, düşahî, zülkarneyn, kallab ve tahtelbahir gibi bir takım acâib ve garâib savaş makinası tasarladıktan sonradır ki, hayatının son safhasına doğru, aralarından hayata geçirebildiği tek icadı olan tahtelbahirin (kendine özgü bir denizaltı diyelim) içinde bu hakikati idrak edecektir. İhsan Oktay, hayatı boyunca "tabiatı zor yoluyla esir etmeyi" ve yaptığı icatları sultana satarak zengin olmayı hayal eden bu adamcağızı, denizin ta dibinde, hesaplamadığı bir hatadan ötürü tahtelbahirde mahsur kaldığında iç sesiyle muhasebeye tutuşturur. Bu kısım o denli müthiştir ki, kısaltmaya, özetlemeye dilim varmıyor. Uzunca bir alıntı yapacağım:

"Tahtelbahirin hiç olmazsa başının su yüzüne çıkıp çıkmadığını anlamak için seyir penceresinden baktı. Ancak yine o zifiri karanlığı gördü. Bunun, yıldızsız gökyüzü mü yoksa deniz dibi mi olduğunu çıkarmasına imkân yoktu. Umutsuzca tavana vurdu. Duyduğu tok ses, deniz canavarının en azından sırtının su yüzünde olmadığını gösteriyordu. Havanın tükendiği bu ortamda taş çatlasa on dakika yaşayabileceğini hesapladığında kendisini Yunus Peygambere benzetti. İcad ettiği canavarın onu yuttuğunu, bu ejderin içinde öleceğini düşündü. Oysa onun, kendi benliğinin bir parçası olduğuna inanmıştı. Diğer icadları gibi, benliğinin bir parçası olan bir başka eseri gözünün önüne geldi: Bu, vaktiyle padişaha uysal bir kul olarak takdim etmeyi düşündüğü demirden bir müzik kutusuydu. Kutu açıldığında içinden, demirden bir gül goncası fırlıyor ve demir çanların çaldığı nağme bitene kadar goncanın demir yaprakları tek tek açılıyordu. Demir yapraklarını ateş altında teker teker dövüp birbirine menteşelerle raptettiği bu madeni gülün açmasını sağlayan şeyin ne olduğunu düşündü. Bu şey, kuvvet ya da zor idi. Demir çanlar da o nağmeyi kuvvet ile zoraki çalıyorlardı. Daha doğrusu, tabiatın kuvvetleri bu müzik kutusunda esir edilmişti. Bu esir kuvvetler, aynı zamanda kendilerine sahip olan kişinin, yani Yâfes Çelebi'nin kudreti ve iktidarıydı. Böylece o, kendisini on yıllardır mutsuz eden şeyin, benliğine hükmeden bu iktidar tutkusu olduğunu anladı. O güne dek kendisi için her şey bir iktidar kaynağıydı: Ateş, buhar makinasını çalıştıran; su, bir çarkı döndüren; toprak ise demir, altın, gümüş ve elmaslarla dolu olan; rüzgâr da, değirmenleri döndüren bir kuvvetti. Kükürt, güherçile ve kömür ise, silahların temel gıdası olan bir güçtü. Hatta, üniformalı, silahlı ve fazla düşünmeyen insanlar da, onun gibilerin emrinde oldukları sürece, başedilmesi zor bir kudretti. İşte iktidar susuzluğu çeken kendisi, Dünya'yı yıllardır bu güçlerin, cebirlerin ve kuvvetlerin toplamı olarak görmüş ve ona hâkim olmak istemişti. O, Dünya'daki bütün güçlerin ve fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş, böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, Dünya'yı ve içindekileri de bir makinaya dönüştürmeye çalışmıştı. İşin acıklı yanı, kendisinin de bir makina olduğunu sanmış, ona durmadan yeni parçalar, çarklar, kasnaklar, somunlar, dişliler, bıçaklar, tabancalar, toplar ekleyerek sakatlığını telafi etmeye kalkmış, fakat bu koltuk değneklerinin gideremediği sakatlığı arttıkça artmıştı. ‘İktidar makinesi' dediği şey, yani onun öz varlığı, sonu gelmez isteklerle büyüdükçe tutkuları da devleşmiş, bu yüzden o, nefret ettiği zaaflarını ortadan kaldırarak benliğindeki son insanca kırıntıları da yok etmişti. Oysa zayıflık denen şey hayat, iktidar ise ölüm değil miydi? O, tabiatın kuvvetlerine hükmetmeye çalışmış, ama aynı kuvvetler onu, yarattığı canavarın içinde kıstırmışlardı. Havasızlıktan yüzünün morarmaya başladığı o anda, demirden olmayan, bu yüzden sevgiyle açan çiçeklerin o güzel kokusuyla yüklü bir soluğu ciğerlerine çekmek için neler verebileceğini düşündü. Varı yoğu ikiyüz altındı. Ama o, bunun çok az olduğunu biliyordu. İkiyüzbin altın bile azdı. Sonunda, tertemiz bir soluk için para yerine canını verebileceğini düşündü. O anda hemen ölmenin bir yolunu aradı. Seyir penceresinin camını elindeki keserle kırar kırmaz alt kapaklardan dolan su, tahtelbahiri batırabilirdi. Çünkü kafaların ağızlarındaki camlar basınca dayanıksız olduğundan hemen patlar ve içerideki hava aşağıdan dolan suyla gemiden dışarı çıkardı. Fazla düşünmeden keseri pencereye fırlattı ve kalın cam tuz buz olur olmaz alt kapaklardan su dolmaya başladı. Sonunda, verdiği nihai kararı uygulamıştı. Evet, artık o bir ermiş sayılabilirdi. Yâfes Çelebi ölmüş, yerine Yâfes Efendimiz Hazretleri denebilecek biri gelmişti."

İktidarın bebekleri öldürüyor.”

Yâfes Çelebi’nin “ihtida”sından sonra, onun evvelki emellerinin daha karanlık biçimlerini tevarüs edecek olan kölesi Calud, efendisinden gizli bir şekilde onu izler ve hiyel ilminin inceliklerine hakim olmaya başlar. Yâfes hiyelden tövbe ederek maveraya göçer göçmesine ama kainatın kuvvetlerini esir alma tutkusu, yani basbayağı iktidar tutkusunu istemeden de olsa kölesine devretmiş olur. Calud karakteri, romanın üç kuşağını oluşturan tiplemelerin en zalimidir. Yâfes Çelebi’nin ihtirastan çok para kazanma ve itibar özlemi üzerinden arzuladığı iktidar, Calud’da ısrarcı ve saf bir iktidar hastalığına dönüşecektir. Uzun boylu, pazulu ve kalıplı bir adamdır Calud. Birden fazla kadına yetecek kadar da ‘erkek’tir. İhsan Oktay, bu zalim herifin iktidar hırsını bir kaç çizgi üzerinden okur ve bu çizgileri birbirine kusursuzca eklemler: İlk olarak, Calud, tekniğin güç temerküzünü sağlayan en önemli araç olduğunu kavramıştır. İkinci olarak, bedensel ve cinsel kudreti, onu kadınlar karşısında hem çekici hem de hükmedici kılar. Yani Calud, Yâfes’ten farklı olarak “zeker” ve “evlat” imtihanına da tabi olmuştur. Kendisine benzeyen onlarca çocuğu olacak ve o da onlara “dünyayı hiyelle yönetmenin esrarını öğretecek”tir. Ne var ki, gebe kalan karılarının tümü “ölü çocuklar” doğururlar. Bir zaman sonra da talihsiz bir vakayla çocuk sahibi olamayacak duruma geldiğinde, en azından bir tilmîzine, sahip olduğu ilmi aktarmaya karar verir.

Calud, kendi iktidarını sonsuzlaştıracağını düşündüğü iki icadın peşinden gitmiştir. İlki devridaim makinasıdır, hiçbir haricî muharriğe ihtiyaç duymadan kendi enerjisini yaratacak olan bir makina. Yıllar süren çabaların ardından bu icad başarısızlıkla sonuçlanır. Aslına bakılırsa Calud, bu sonsuz kuvvet ve iktidar üretecek makinayı hangi amaçla kullanacağının çok da farkında değildir, ta ki erkeklik uzvunu kaybettiği güne kadar. Bu andan sonra, “kaybedilmiş” bir iktidar, onun tüm benliğini sarıp sarmalayacak bir başka tutkuyu tetikler ki o da “varlığını tehdit eden Dünya devi”ne karşı nefret ve yok etme güdüsüdür. “Artık ne yapacağını iyi biliyordu: Kendinden güçsüz olan herkesten nefret ettiği gibi, kendinden güçlü olan o devden, Dünya’dan da nefret ediyor ve onu, kendi kuvvetleriyle yok etmeyi şuursuzca hayal ediyordu. Böylece canı neyi isterse onu yok edecek olan o silahı tasarlamaya karar verdi.

O silah, Calud’un “kaybını” kendince tazmin edecek bir mecazdır: Yılan şeklinde sürünerek giden ve bünyesindeki ağır silahlarla dilediğini ortadan kaldıran bir savaş makinası. Yılan metaforu bence çok anlamlı burada; makina, erillik, savaş, militarizm, iktidar gibi feministlerin bile çok istifade edeceği bir anlam setine işaret ediyor çünkü. İhsan Oktay’ın, bu çizgileri düğümleme konusunda gerçek bir maharet sahibi olduğunu düşünüyorum. Gelgelelim, Calud’un bu planı da gerçekleşemiyor. Kuvvet ve mukavemet hesaplarını yapması için görevlendirdiği yaverleri Samur ve Yağmur adlı ikiz çelebicağız, üç buçuk aylık sayılarla ve hesaplarla geçen bir “halvet”ten sonra kafayı üşütüyorlar, kardeşlerden biri diğerini vurduktan sonra kendi kafasına sıkarak intihar ediyor. İhsan Oktay’ın romanlarında kahramanların ansızın ölmeleri vakay-ı âdiyedendir, bu şekilde, romanı bir karakterin serüveni tahkim etmesinden kurtarıyor sanki yazar; bununla birlikte başka bir ders var burada ki o da Calud’un iktidar planlarının sürekli ölümü doğuruyor olmasıdır. Tıpkı cenin doğuran eski karılarından birinin demesi gibi: “Yeter artık! İktidarın bebekleri öldürüyor.”

Nihayetinde Calud’un müddet-i ömrünce hiyelde muvaffak olamadığını görürüz. İktidar hırsı kendi kendini bitirir. Peki bu sonun, efendisi Yâfes’ten evine yadigar kalan masum çocuğun, Davud’un attığı taşla gelmesinin bir anlamı yok mudur? Elbette var. İhsan Oktay’ın kitabını hikemî kılan biraz da yaptığı göndermelerin anlayan için hikayeyi çokça derinleştirip katmanlaştırıyor olmasındadır diye düşünürüm. Kur’an’da bir bozguncu olarak anılan Calud’u attığı taşla alnından deviren henüz genç yaşta bir adam olan Davud değil midir? O Davud ki, yine Kur’an’daki ifadesiyle “Allah’ın demiri kendisi için yumuşattığı” (34:10) bir elçidir. Demir güç demekse, yumuşak demir de adalet ve hikmetle yürütülen bir iktidardır. İhsan Oktay, kirli, bencil ve muhteris tutkuların teknolojik bir bozgunculukta mücessemleştiği Calud figürünün karşısına, masumiyetle, hikmetle yoğrulmuş ve yumuşatılmış bir teknik ve güç anlayışını, yani Davud örneğini çıkartır. En nihayetinde yazarın bu ikinci safa anlamlı bir değer biçtiğini görürüz; Calud’sa yok olur gider.

Ölmeden önce Yasef Çelebi’nin kölesine “mucizeler”le ilgili verdiği öğüte değinerek Calud faslını kapatabilirim. Bu satırlar, mucize, gerçeklik ve hayret arasında harika bir ilişkiden söz ederler. Mucize isteği, çoğu zaman olduğu gibi, inanmamakta diretenlerin Allah’ın elçilerini zora ve sıkıntıya koşma arzusuyla ortaya çıkıyordu ve insanlık tarihi boyunca çok azı dışında inkarcıların mucizeler karşısındaki tavırları, inkârlarından vazgeçip akıllarını başlarına almaktan çok, “Bu bir göz boyamadan başka bir şey değildir” deyip sırt çevirmek olmuştur. “Yeryüzünde nice ayetler vardır ki onlar bunları görmezden gelerek sırt çevirir, geçip giderler” denilir Kur’an’da. Kitabımızın, Türkçe’de mucize dediğimiz “olağanüstü” gelişmelere “ayet” dediğini unutmayalım. Bu anlamıyla, “olağanüstü” olanla “göklerde ve yerde” bir sünnet olarak mevcut olan bütün “olağanlıklar”ın birbirlerinden farksız birer ayet, birer mucize olduğunu söyleyemez miyiz? Cahiliye aklının, bu açıdan, görünene karşı hayret duygusunu yitirmiş bir “görme biçimi” olan pozitivist bilime göz kırptığı da bir gerçek. İki bakışın da ne olağanüstü olanı, ne de doğal ve olağan olanı hikmetle yoğurmak gibi bir derdi yok. İki durumda da elimizden kayıp giden, çevremizdeki gerçekliğe (tabiat bu gerçekliğin bir yanı sadece) hayret makamından bakmanın ehemmiyetidir. İhsan Oktay, Yasef “Efendimiz”e şunları söyletirken az çok ifade etmeye çalıştığım şeyleri düşünüyor olmalı:

Yasef Çelebi, onun başını okşayarak, mucizelere inanması gerektiğini, çünkü mucizelerin gerçeklik duygusunun değil, gerçeğin bir parçası olduğunu anlatıyordu: Zaten gerçeğin kendisi bir mucizeydi. O her bakımdan şaşılacak, hayret edilecek ve hayran olunacak bir yaratıydı. Sözgelimi evliyanın biri, müridlerinin gözü önünde yerden bir avuç balçık aldıktan sonra onu yoğurup bir kuş heykeli yapsa, ve bu heykeli imanıyla canlandırdıktan sonra onu göklere salıverse, çamurdan yapılan bu kuşun uçmasına herkes şaşırırdı. Fakat bunun ardından insanoğlunun o umarsız hastalığı başgösterirdi: Aradan birkaç yıl geçtikten sonra hemen herkes bu durumu kanıksar, ve zamanla büyüyüp çoğalan, tarlaları bayırları dolduran o mucizevi kuşlara dönüp bile bakmazlardı. Belki de, “ve in yerev âyeten yu’ridû ve yekuûlü sihrün müstemirr” ayeti kerimesince, her mucize onların gerçeklik duygusunun bir parçası olurdu. Üstelik bu duyguyu zedeleyenlerden nefret ederlerdi. Tarih bunun sayısız örneğiyle doluydu: Gâilevî adında bir âlim, onlara gök kubbenin değil de aslında dünyanın döndüğünü söyleyip kafalarını altüst edince zavallıya çektirmediklerini bırakmamışlardı. Çünkü Arabîde aynı kökten gelen 'hayret' ve 'hayranlık' sözcükleri onların lügatında yoktu ve onlar mucizelere şaşmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Nitekim, dünyanın döndüğüne en sonunda kafaları basınca bu kez de buna hayret etmekten vazgeçmişlerdi.”

Niçin Üzeyir’i kuyuya sokar da zaten yalnız kaldığı evin karanlık bir odasını tercih etmez?

Kitab-ül Hiyel’in üçüncü kuşağı, Calud’un tağuti fikirlerini aşılayıp döllemek üzere esirgeme kurumundan seçip maiyetine aldığı Üzeyir’in öyküsüyle başlıyor. Üzeyir zeki bir çocuk, yetim okulunda fennî becerileriyle dikkat çeken bir tip. Her ne kadar muvaffak olamadı desem de, Calud ilk bakışta, ölmeden evvel bu çocuğu doldurma konusunda başarılı olmuş gibi durur. “Dev yılanın büyüyeceği zihni daha bakir kılmak amacıyla”, onu eve kapatarak dış dünyanın bir cehennem olduğunu, kötülüklerin, habisliklerin, cinayetlerin kol gezdiği bir yer olduğunu filan anlatır. İnsanların her halükarda kötü, çirkin varlıklar olduğunu kulağına fısıldar. Bu sırada yedi yıl sürecek bir hiyel eğitimi vermeyi ihmal etmez ki çocuğun dolduruşa gelen beyni iktidar hırsını bedene bürüyecek canavar makinalar yapabilsin. Üzeyir nihayetinde pısırığın teki olur, bununla birlikte mükemmel bir hiyel üstâdıdır. Ustası öldüğünde, “tek başına kaldığı bu dünyada tutunabilmek için yegâne dayanağı olan” yılanı tasarlamayı kafasına koymuştur. Üzeyir’in öyküsünün 1800’lü yılların son çeyreğine denk geldiğini, büyük Beyoğlu yangınına yapılan göndermeden çıkarıyoruz. Osmanlı topraklarının Batılı bilimsel paradigmalarla yoğun olarak diyaloğa geçtiği bir dönemdir bu. Calud, Üzeyir’e daha modern yöntemler öğretsin diye Fransız hoca da tutmuştur. Üzeyir böylelikle yılanı tasarlarken mıknatıs, elektrik, ses dalgaları gibi yeni yöntemleri kullanacaktır. Tasarımı bitirdiğinde, bu güçlü silahın dışardakilerin eline geçmemesi gerektiğini düşünerek, çalışmasıyla ilgili bütün kitaplarını, notlarını ve projelerini yakar.

Evet, o artık güçsüz biri değildi. Kafasında bir canavar vardı. Yılan artık onun bir parçasıydı. Fakat yılandan başka hiçbir şeyin olmadığı bu rahimde, pısırık delikanlının kendisi yoktu. Bu yüzden canavarın onun bir parçası olmadığını, tam tersine, kendisinin canavara ait bir parça olduğunu bilemezdi.

İhsan Oktay, tam burada kahramanını kendisiyle hesaplaştıracak bir dönemece sokacaktır. Üzeyir, her şeyden yalıtılmış bir halde, canavarını hayata geçirecek düzeneği son bir kontrol ve tahkikten geçirmek için bahçedeki kuyuya sarkıtır kendini. Kuyu mecazı ne çok manayı mündemiçtir ama! Mağara gibi. İhsan Oktay niçin Üzeyir’i kuyuya sokar da zaten yalnız kaldığı evin karanlık bir odasını tercih etmez? Sonu ferahlığa eren bir çile doldurmanın, vahyi müjdeleyen bir inzivanın, ruhu yücelten bir itikafın, hakikati sesleyen bir halvetin durağını temsil eder kuyu da ondan. Üzeyir kuyuya girmeseydi, muhayyilesinde canavarın bütün ayrıntılarını çalışan bir mekaniğe dönüştürdükten sonra, canavarın “çelik ağzından çıkan kükürt dumanlarıyla” karanlığı “madeni bir ıslıkla” doldurduğu anda, “kendisinin aslında yılanın bir parçası olduğunu” anlayamayacaktı: “Canavar onun içinde değil, asıl o, canavarın içindeydi.” Üzeyir’in pişmanlığı, aynı ustasının efendisi Yâfes Çelebi’nin denizin derinliklerinde, tahtelbahirde yaşadığı bir iç konuşmaya ne kadar da benzemektedir:

Çaresizlik içinde, zihnindeki bu karanlıkta oturup onca debdebe ve şaşaa arasında ağlamaya başladı. Hıçkırıkları artınca içindeki sesi işitti ve o hayali gördü: Ses ona, bu canavarın aslında insanoğlunun kibrinin ta kendisi olduğunu ve kibirin de kendi kendisini tüketeceğini söylüyordu. Böylece o, tahayyül ve hiyel gücünün son kalıntılarını kullanıp, yılana dünyanın en güzel gıdasını sundu ve canavarın kuyruğunu onun çelik ağzına verdi. Kendine hayranlığın çelikten simgesi olan bu yılan kendi kuyruğunu iştahla yutmaya başladığında, çok geçmeden çatırdayan tunç payandaların, yuvalarından fırlayan millerin, devasa zincirlerin gerip büktüğü kasnakların, mıknatısî yataklarda sıkışıp kalan pistonların gıcırtıları karanlığı bastı. Yılanın kendi iktidarı yine kendini tüketiyordu. Dişliler yuvalarından, somunlar vidalarından fırlıyor, kondansatörler ve elektrik tüpleri ardı ardına patlıyordu. Canavar, içindeki, kötüye kullanıp çoğaltılmış bütün ilim ve irfanla, kuyruğunu yuta yuta küçüldü. Tabiatın tutsak kuvvetleri zincirlerinden böylece kurtulduktan sonra

hiyelkâr, zihninde sadece bir nokta kaldığını gördü.

O “nokta” nedir dersiniz? Hz. Ali Efendimiz “cahillerin çoğalttıkları ilim” olduğunu söylemişti. İhsan Oktay, kitabın başından sonuna ilmek ilmek ördüğü mesajını, bu “nokta”ya başka bir noktadan daha bakarak nokta koymaktadır. Uzun İhsan Efendi (ki bütün kitaplarında bulunan bu karakter, İhsan Oktay’ın kendisinden başkası değildir) Üzeyir’e “içinde her şeyin yazılı olduğu”, sayfaları bomboş ve ancak yalnızca bir “nokta”nın bulunduğu bir defter verir. Üzeyir bu nokta üzerinde düşünürken “iki farklı tahayyül” şeklini ayırt eder: Noktasız hâ ile yazılan tahayyül ve noktalı hı ile yazılan tahayyül; ki biri hiyel ilmiyle uğraşıp, hile yapmak, hiyelkar olmak anlamına gelirken diğeri hayal etmek anlamına gelmektedir. Ne var ki, “nokta”, hiyle yapmaya değil, hayal etmeye aitti.

Hiyelkâr sayısız hiylelerle tabiatın kuvvetlerini tuzağa düşürüp esir etmenin yolunu ararken, hayalkâr, bütün dünyayı gözündeki o noktayla görüyor, Kâinatın kendisinin gerçekleşmiş bir hayal olduğuna, bu hayali örnek alıp yeni hayaller yaratmak gerektiğine, çünkü onu mutlu eden şeyin sanayi ya da teknoloji değil, hulkiyyat ya da kreatoloji olduğuna inanıyordu.

İhsan Oktay’ın hayalden yana olduğu seziliyor. Fakat onun basitçe teknoloji eleştirisi, teknoloji yıkıcılığı filan yaptığı söylenebilir mi? Hikayelerin üçü de silah mucitlerini ele aldığı için, romanın sadece savaş makinalarının iktidar tutkusunu tetiklediği gerçeğini mi yoksa topyekün bir teknoloji eleştirisini mi barındırdığı çok net değildir. Yine de bence, tekniğin, teknolojinin, “hiyelkârlığın” öyle içi boş, değerden bağımsız, evrensel kategoriler olmadığını, iktidar hırsı, tahakküm, kibir, bozgunculuk gibi çok sahici risklerin kuluçkaları olabileceğini anlatan hesaplaşmacı bir romandır Kitab-ül Hiyel. Ayrıca, hayal, gerçeklik, mucize, ilim, hayret gibi kavramlarımızı birbiriyle hikmet dolu bir rabıta içinde konuşturan İhsan Oktay’ın bir kurgu sınırları içinde bunca meseleyi tartışabilmesi doğrusu takdire şayan.

Yeni romanlarında da bu incelikleri görmeyi istemek sanırım hakkımızdır.

Ammar Kılıç yazdı

YORUM EKLE
YORUMLAR
Mevlut erdem
Mevlut erdem - 6 yıl Önce

Gercekten cok guzel analiz etmissiniz bastan sona tek nefeste okudum ayni oktay anarin butun eserlerini tek nefeste okudugum gibi .tesekkur ederim gayet aydinlatici olmus .bir kitaotan bu kadar cok seyin cikmasi me kadar guzel ve olaganustu degil mi. Maharet anlamakta anlatmakta .

Talip osman
Talip osman - 6 yıl Önce

Allah razı olsun. Kitapla ilgili çok Ufuk açıcı tefekküre sevk eden yorumlar yazmışsınız.

Volkan Ayyıldız
Volkan Ayyıldız - 6 yıl Önce

Bu kitap üzerine başka bir sitede naçizane bir yazı yazmış biri olarak temelde çok sağlam bir yazı tebrik ederim. Kimi alt unsurlar çok başarılı ancak hakikat vurgusu gibi bazı temel vurgulara pek atıf yapılmamış gibi. Bir de alıntılar kanımca biraz fazla uzun gibi. Alıntılar kitabı okuyan biri için tekrar mahiyetinde olsa da kitabı okumayanlar için gayet iyi yerlerden alıntılar yapılmış. Yeniden elinize emeğinize sağlık. Bundan sonra takipteyim :)

mustafa yasir
mustafa yasir - 5 yıl Önce

kitapta ilmi hiyel adı altında romanlaştırarak icat çıkran adamların hikayesi anlatılmaya çalışılmış. iyi güzel de yazarın amacı roman yazarken tarihimize kara çalmak gibi geldi bana. rüşvetler, meyhaneden çıkmayan yeniçeriler, isimleri özenilerek seçilmiş şahsiyetler; "affınıza sığınarak örnekler: dört boynuz halil efendi, abaza ismail dede, cenabet haydar paşa vb" illüstrasyondaki resimlerden birindeki ahlaka mugayir şekiller ile pek edebi olmayan edebiyat karalaması diye bitiriyorum.