Artık kahvehane bahane değil
Cem Sökmen, usta-çırak rabıtasının en güzel icra edildiği kahvehanelerin serencamını anlatırken adamı adam eden mekânların azlığına da vurgu yapmış oluyor.
1945-50’li yıllar. İstanbul Şehzadebaşı caddesindeki Yavrunun Çayhanesi’ndeyiz. Ali Nihat Tarlan Hoca bir masada oturmaktadır. Aynı masada üniversite talebesi Kaya Bilgegil oturuyor. Kahvenin içini yoğun bir enfiye kokusu kaplamıştır. Mevsimlerden kış. Az sonra üniversitedeki derslerinden çıkmış kallavi hocalar buyur edecektir çayhaneye. Tarlan’ın olduğu masaya Fuat Köprülü gelir önce. Sonra Ali Fuat Başgil. O zamanlar Divan Edebiyatı Beyanındadır’ı yazdığına bin pişman eski edebiyatın külleri arasında yüzü is duman biri daha girer içeri: Abdülbaki Gölpınarlı. Aynı masadaki isimlere bakıldığında yakın dönemin nasıl bir fotoğrafının çıktığı görülecektir. Usta ve çırağı buluşturan bu masaya az sonra öyle biri gelecektir ki kahvenin ağır akademik havasını bir muzip gülümsemesiyle tuz buz edecektir. Büyük adamları çözüp çözüp çocuklaştıracaktır. Kapıda görünen saçı başı dağınık bu derviş kişi de kim? Şehzadebaşı’ndaki Karadeniz otelinden çıkıp elinde ney’iyle Neyzen Tevfik. Demek o gün tam günündeymiş, bütün letaifleri gümbür gümbür ki Neyzen Baba, dört saate yakın bir ney ziyafeti sunar. Bütün hocalar çayla sarhoş neyle sermest olarak onu dinlerler.
Kitabın kapak fotoğrafında bir sahnesini vermeye çalıştığım o kahve ortamını bugün herhangi bir yerde bulmak ne kadar mümkündür? Bir zamanların İstanbul’unda kahvehaneleri kıraathaneye, sohbethaneye kimi zaman da ilimhaneye çeviren bu havayı solumak bugünün hangi genç şairine, hangi genç yazarına nasib olur? Cem Sökmen’in derin bir incelemesi olan Eski İstanbul Kahvehaneleri kitabını okurken hep böyle bir kahvehanenin eksikliğini yaşadığımı söylemek isterim.
Durmuş Hocaoğlu’na ithaf etmiş
Cem Sökmen, yakın zamanda rahmet-i Rahmân’a tevdi ettiğimiz bu ülkenin yetiştirdiği çok değerli ilim adamlarından biri olan Durmuş Hocaoğlu’na ithaf etmiş kitabını. Kahvenin Türkiye’ye nasıl geldiğine değinerek açılan kitap Osmanlı’daki ilk kahvehaneleri ele alıyor. Mahalle kahvelerinin toplum içinde icra ettiği role değinen Sökmen, bu kahvelerin mahallenin idarehanesi gibi işlev gördüğünü, mahalledeki kültürel ve dini bağları daha kavi tuttuğunu işaret ediyor. Tanpınar’ın ‘her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk’ olarak nitelediği mahalleyi birleştiren unsur o mahallenin kalbinin attığı yer olan kahvelerdir. Gölpınarlı’nın deyişiyle içtimai toplantı yeri. İnsanlar işe gitmeden oraya uğrarlar birbirinden haberdar olurlar, mahallenin kimsesizinin derdine orada şifa bulunurdu.
Biz de bir kahvede Muhammediye dinlesek
Basılı eserlerin olmadığı yazma eserlerin sayıca çok az olduğu dönemlerde Osmanlı’da kahvelerde Muhammediye, Kan Kalesi, Hamzaname, Battal Gazi, Fuzuli Divanı, Taberi Tarihi gibi kitaplar sürekli bulundurulur, böylece okuma yazma oranının düşük olduğu ortamda belli başlı hikâye ve şiirleri ezbere bilen ve bunlardan aldığı hayat ölçü ve düsturlarını gündelik hayata aktarmaya çalışan insanlar ortaya çıkmış, bu okumalar hayırlı neticeler vermiştir.
Cem Sökmen eskinin güzelliklerini anlatmış eserinde. Bugüne dair olması gerekeni söylemek bize düştü. Bugün de geliştirilemez mi böyle bir kültür? Bir mahalle kahvesinde bir yandan Muhammediye dinlese, bir yandan çayını yudumlayan az önce camiden gelip evin rehavetini atmak isteyen Mehmet Amca. Dedikodu mekânı, kumarın yol göstericisi olan mahalle kahveleri böyle bir manevi havalandırmaya ihtiyaç duymuyor mu? Belki Müslüman kahvesi yeniden böylece teşkil edilemez mi?
Cem Sökmen’in kitabında en dikkat çekici bölümlerden biri de aydın kahvehanelerini anlattığı kısımdır. Bu bölüm kıraathane olarak anılan ilk yer olan Sarafim Kıraathanesi ile açılır. 19. yüzyılın son çeyreğinde açılır burası. Eski yeni gazetelerin bulunabileceği, bir arşiv hususiyetini de içinde barındıran kırathane aynı zamanda sağlam bir kütüphanesi olan bir yerdir. Namık Kemal’den Ebuzziya Tevfik’e kadar birçok münevverin uğrak yeridir burası.
Edebiyat ve Fikriyatın Küllük’ü…
Orhan Okay’ın asrın başlarında teşekkül etmiş olmalıdır dediği Küllük Kıraathanesi Beyazıt meydanının kültür yuvalarından biridir. Gazetecilerin, akademisyenlerin oluşturduğu okur-yazar tabaka 40 yılı aşkın bir süre boyunca Küllük’te tanışıp kaynaşmıştır. Bir okuldur Küllük. Usta ile çırağı buluşturur. Eski nesil yeni nesle bildiklerini rû-be-rû anlatır burada, aktarır, inikâs ettirir. Yeni nesle sadece bilgiler değildir geçen, aynı zamanda böylece hal, adap erkân da geçer. Küllük eski ile yeninin sağlam bir köprüsüdür. Küllük, üniversite hocalarının kürsü kaprisinden uzak, sivil bir tarzda ders verdikleri bir yere dönüşecektir zamanla. Tarık Buğra o zamanlar 20’li yaşlarda bir delikanlıdır. Alanlarında otorite kabul edilen dört isimle bir masada oturmaktadır: Ali Nihat Tarlan, Rıfkı Melûl Meriç, Mükrimin Halil Yınanç, Selim Nüzhet. Bunun ona ne kattığını söylemeye gerek var mı? Bir zaman sonra Tarık Buğra’nın Yarın Diye Bir Şey Yok hikâyesine konuk olacaktı bu mekân. Kahvenin sakinleri arasında kimler mi var dersiniz: Yahya Kemal, Necip Fazıl, Asaf Halet, Hilmi Ziya Ülken, Agâh Sırrı Levend, Özdemir Asaf, Peyami Safa…
Küllük kahvesi tarihe karıştığında onun müdavimlerini devralan mekân Marmara Kıraathanesi olmuştur. Mehmet Niyazi’nin Dahiler ve Deliler romanına konu olan kıraathane bir edebiyat mahfili olarak anılır. Tarihçi Ziya Nur Aksun felç geçirerek konuşma yetisi kaybedene kadar burada sözü dinlenir, üstat kabul edilen müdavimlerden biridir.
Tanpınar’ın Haşim ve Yahya Kemal’in ender karşılamalarından birini anlattığı önemli mekânlardan biri de İkbal Kıraathanesidir. İkisi de bulundukları ortamda sohbeti monolog şekline getirenlerden oldukları için yan yana geldiklerinde kimin kimi dinleyeceği merak konusu olur. Tanpınar, İkbal Kıraathanesi’nde Haşim’in sevimli mimik ve el işaretleri ve Yahya Kemal’in kahkahalarıyla zenginleşen ikili bir konuşmaya şahit olduklarını hayretle aktaracaktır. İki büyük şair koyu bir sohbete dalacak, etrafındakileri unutacaklardır.
Nesil ve Terbiye burada cem oluyordu. Ya şimdi…
Tanpınar’ın kaç nesil ve kaç terbiye burada birleşirdi dediği kıraathanelerin bugünkü eksikliği usta çırak arasındaki bağı da ortadan kaldırmış gözüküyor. Yeni nesil şair ve yazarlar, yol yordamdan yoksun kalıyor. Dergi editörleri dört duvar arasında yaşıyor. Birkaç şiir karalamış kimi şairler yüce şair, bir kitap kaleme almış yeni yetmeler bir numara ilan ediliyor. Büyüklerin kıymetinin bilinmeyişi onlarla yüz yüze gelmemekten de ileri geliyor. Aklı başında saydığımız büyük yazar çizer takımı da parasız, programsız bir yerlere çıkmayı birkaç kelam etmeyi, gençlerle baş başa vakit geçirmeyi zul sayıyor. Kuşakları buluşturacak mekânlardan oldukça uzağız. Bu da aramızdaki rabıtayı zayıflatıyor. Yeniler eskilerin dilinden bir şey anlamaz bir halde yetişiyor. Sokak oyunlarıyla büyüyen çocuklarla bilgisayar oyunlarıyla büyüyen çocuklar arasındaki fark ne ise münevverlerin bulunduğu bir ortamda yetişen yazarla ekran başında yetişen yazar arasındaki fark o.
Elimizdeki eser yoksun kaldığımız ortamlardan biri olarak kıraathanelerin doğuş ve batışının tarihi. Günümüz yazarlarında biri çıkıp Tarık Buğra’nın Darüttalim Kıraathanesi için söylediklerini söyleyebilecek midir?
“Diyebilirim ki o akşam sohbetlerinde edindiğim kültür havasını hiçbir kürsü karşılayamamış, hiçbir kürsü kafamı ve ruhumu o sohbetler kadar besleyememiştir; tarih ve edebiyat içimde tortulaşırdı. Muhterem Ali Nihad Tarlan’dan kalma öyle cümleler vardır ki bunların sanat ölçülerimin teşekkülünde başrolü oynadıklarını çekinmeden söyleyebilirim.”
Kıraathanenin adamı adam eden yerlerden biri olduğunu, buraların dekansız, doçentsiz, bütçesiz üniversite sayıldığını, memleketin nabzının buralarda attığını söyleyen Sait Faik’in kahvehanelerin tecrübe akışını çok iyi özetleyen tespitlerine bakılırsa bugünün eksikliği daha bir görülecektir. Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsili ona göre yarımdır.
Emir Yektâ hüzünle bir eksikliği işaret etti…
Bir de üsküdar'da azadla veysel'in çınaraltı'sı var ki benim orda Rasim Özdenören'i, Ali Ayçil'i, İsmail Kılıçarslan'ı, A. Edip Başaran'ı kalabalık bir masada dinlemişliğim vardır. ...