Bugün pek çok şey gibi tasavvuf da popüler kültürün etki alanına girmiş durumda. Bu yüzdendir ki herhangi bir kitapçıya girdiğinizde tasavvufla ilgili ya da öyle olduğunu iddia eden nice eser çıkar karşınıza. Bunların arasında bir grup var ki daha ziyadesiyle ilgisini çekmektedir okuyucunun. Evet efendim, nam-ı diğer ‘tasavvufi roman’ türünden bahsediyorum. Bu tür, okuyucunun ilgisini çeker çünkü araştırma, inceleme, tarih türüne nazaran daha rahat okunur. Yazar açısından da tercihe şayandır, çünkü akademik türdeki derin incelemeye, analize ya da biyografik türdeki tarihî gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı kalmak zorunluluğunu ortadan kaldırır. Yazar, anlatmak istediği konuya dair genel bilgilerine gönlünce eker kendi anlayışını, duygulanımlarını. Roman türünün zaten ne kadar bize ait bir şey olduğuna, ya da bir romanın gerçeklikle bağının ne kadar olması gerektiğine dair tartışmalar önemli olmakla birlikte bu, bu yazının sınırları dışındadır.
Tasavvufî roman türünde diyebileceğimiz kitaplar sadece Türk yazarlara da ait değil. Çeviri kitaplar sayesinde dünyanın dört bir tarafından yazarların kaleme aldığı tasavvuf-roman karışımı eserlere ulaşmak mümkün. Bunlardan bir tanesi de İsveçli yazar Torbjörn Säfve’nin Ivan Aguéli: Özgürlüğün Romanı adıyla Türkçe’ye çevrilen ve 2010 yılında İz Yayınları'nca basılan eseri. Eserin çevirmenliğini yapan ise Merih Malmqvist Nilsson. Kitabın orjinal ismi, Ivan Aguéli: En roman om frihet ve İsveç’teki ilk basım tarihi de 1981.
Ivan’dan Abdulhadi’ye bir hidayet yolculuğu
Peki, kimdir bu, hakkında roman yazılan ve romanın çevirisi sayesinde Türk okuyucuya tanıtılan Ivan Aguéli? Asıl ismiyle John Gustaf Agelii, 1869–1917 yılları arasında yaşamış İsveçli bir ressamdır. İsveç’in resim tarihinde özel bir yere sahip olmasının yanısıra kendisini asıl öne çıkaran husus, Müslüman olması ve Şazeliyye tarikatına intisap etmesidir. Kısa süren hayatı boyunca birçok ülke gören, değişik diller öğrenen Aguéli, Müslüman olduktan sonra aldığı ismiyle Abdulhadi Aqhili (bazı kaynaklara göre ise Abdulhadi el-Mağribî), bir tarikatta mukaddim ünvanını alan ilk Avrupalı olmuştur. Meşhur din felsefecisi René Guénon’un tasavvufa bakışını etkileyen isimlerin başında gelmektedir. İşte bu nev-i şahsına münhasır ressamın hayatına dairdir Säfve’nin romanı.
Yazar, romanı için Aguéli’ye dair bulabildiği her türlü materyalden (dergiler, gazeteler, Aguéli ve arkadaşları tarafından yazılan mektuplar, günlükler, vs.) yararlanmıştır. Roman, 1886 yılında Sala’da başlayıp ölümüne değin Aguéli’yi adım adım takip etmektedir. Daha baştan şunu belirtmek isterim ki romanın ne kadarının onun hayatına ait olduğunu, ne kadarının ise yazarın hayal gücüne dayandığını net olarak söyleyemem. Fakat bu konuda okuyucuya yardımcı olacak bir ayrıntı mevcut: Bazı bölümlerin başlığının altına ‘Yazan: Ivan Aguéli (sonraları ise Abdulhadi)’ diye not düşülmüş. Netice itibariyle, roman adı üzerinde gerçekliği yüzde yüz yansıtması beklenen bir tür olmadığından, eserin Aguéli’nin hayatını tamamıyla yansıtmadığına dair bir ön kabul ile okumaya başlamalıdır okuyucu.
Aguéli’nin okul hayatındaki başarısızlığı ve bu nedenle o şehir senin bu şehir benim başka okullara gönderilmesini anlatan ilk bölümlere dair beni en çok etkileyen ayrıntı, onun bu dönemdeki hayat akışına paralel olarak okuduğu ya da okumaya karar verdiği kitaplara değinilmesi. Mesela, okunan bir kitap olarak kayda geçen Binbir Gece Masalları’ndan Tüccar ile Cin hikâyesi ve okunması planlanan bir kitap olarak Kur’ân... Bu listenin ne kadar doğru olduğunu bilmemekle beraber yazar Säfve’nin insan hayatına paralel olarak okunanlara, okunacaklara yer vermesi hoş bir ayrıntı.
Arayışlar: Sanat ve tasavvuf arasındaki derin ilişki
Aguéli’nin resme olan ilgisinin onu Paris’e sürüklemesinin ardından resme ve ressamlara bakışına dair ayrıntılar ağırlık kazanıyor kitapta. Örneğin, onun ağzından Säfve’nin yazdığı şu tespit: “Merkezî perspektifin şematik kurallarından kurtulmak, renklerin üç boyutlu gücünü kullanmak; senelerce yarı uykuda dolaştıktan sonra uyanmak gibiydi.”
Hem Paris’e gitmeden önce hem de Paris’teki yaşama ara verip İsveç’e dönüşünün ardından yazarın Aguéli’ye dair ara ara fakat düzenli bir şekilde yansıttığı temel görüşlerin başında ise var olan statükoyu özellikle alt ve dışlanan kesim açısından eleştirmesi geliyor. Nitekim Aguéli, tekrar Paris’e döndükten sonra protestolar, patlayan bombalar ile bir hayli karışmış ortamdan sıyrılıp arkadaşının tavsiyesi üzere ‘anarşist olarak damga yememiş gruplara’ karışacak fakat yine de tutuklanmaktan kurtulamayacaktı. Bu arada sanatını destekleyici bir çift ile tanışmaktadır; Bay ve Bayan (Marie) Huot. Bu noktadan itibaren Marie, Aguéli’nin hayatındaki ve kitaptaki temel karakterlerden biri haline gelir.
Aguéli’nin, resmini geliştirmek ve ufkunu genişletmek adına bir sonraki durağı ise Mısır olur. O Mısır ki yazara Aguéli’nin ağzından şu cümleyi kurdurur: “Paris analitik çalışmalar için uygun ama esas sentez burada!”
Mısır’ın ardından babasının rahatsızlığı dolayısıyla İsveç’e dönen Aguéli’nin İslamiyet’le tanışmasına dair ise pek bir ayrıntı yer almıyor kitapta. Ardından yine Paris dönemi... Türkler (Osmanlı) aleyhine Ermeni protestoları, Dreyfus davası ile Paris... Bu dönemin sonunda ise Aguéli’nin hayatı açısından çarpıcı bir olay gerçekleşir: Babası vefat eder. Onun babasına dair hissettiklerini ve düşüncelerini, babasının mezar taşına yazmak istediği şu cümleler güzelce özetlemektedir:
Gabriel Agelii
Sertliğiyle tanınmıştı
Hem karısına, hem oğluna, hem de hayvanlara
Ama
Adale gücü tükenince iyi olmak istedi
Görün bakın vahşetle iyilik nasıl aynı kişide bağdaşıp burjuva faziletlerinin paradoksu haline geliyor
Avrupa ve Arap dünyası arasında köprü kurma girişimleri başlıyor
Aguéli birçok dil bilmektedir. İşte bildiği bu diller yardımıyla Doğu’ya giden gemilerde tercüman olmaya karar verir. Planlarını çevresindekilere anlatırken Müslüman olduğunu ve Abdulhadi adını aldığını da açıklar. Birçok farklı tecrübenin ardından İtalyan doktor Enrico İnsabato ile Mısır’a yerleşip bir İtalyan-Arap gazetesi çıkarmaya karar verirler. Kitapta yer verilmemekle beraber söz konusu yayınların isimleri Il commercio italiano ve Il Convito (en-Nâdî)’dur.
Avrupa-Arap dünyası arası köprü kurmaya yönelik bu proje istediği gibi gitmeyince Aguéli inzivaya çekilir. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle de Mısır’dan ayrılır. Resim yapma isteğiyle doludur. Bu amaçla yolu İspanya’ya uzanır. Bir lokomotifin altında kalıp 48 yaşında hayata veda edeceği yer de yine burası olacaktır.
Aguéli’nin kendi günlüklerinden ya da düştüğü notlardan alındığı belli olsun diye birinci tekil şahıs ile yazılan kısımların, yazarın ondan üçüncü şahıs olarak bahsettiği kısımlarla art arda gelmesi yer yer takip sorunları oluşturuyor kitapta. Yine de Türk toplumu tarafından pek de bilinmeyen bu ressamın hayatı, düşünceleri ve hissiyatına dair genel bir bakış açısı kazanılmış oluyor. Bu noktada belirtmekte fayda var ki bir Batılı’nın oryantalist iştihaları üzerine bina edilmiş bir çalışma değil bu. Aksine, bir zamanlar Maoist olması hasebiyle daha baştan modern Batı dinamiklerine karşı eleştirel yaklaşan yazarın, tasavvufa ilgi duymasının ardından muhtemelen kendine yakın bulduğu Ivan Aguéli’yi anlattığı bir kitap bu. Yine de, bir tarikatın halifesi olacak mertebeye gelen ve René Guénon gibi isimlere etki eden Aguéli’nin mutasavvıf yönüne dair detaylar, kitapta pek de yer almamakta.
Säfve’nin İbn Arabî okuması: Var inte rädd [Korkma!]
Şunu da ifade etmeden geçmeyelim: Säfve’nin tasavvufî roman türüne dâhil edilmeye daha uygun bir eseri daha var: 1992’de yayımlanan Var inte rädd (Korkma) isimli romanı. İbn Arabî’ye dair olan bu romanı okumak, hem yukarıda değerlendirilen romanın biçem açısından bir devamı ve ileriye taşıyıcısı olması, hem de yazarı kendi dilinde aracısız okuma imkânı sunması hasebiyle anlamlıydı benim için. Yazarı kendi dilinden okumak, özellikle de onunki gibi etkileyici, güçlü bir dili olan bir yazarı kendi dilinden okumak gerçekten farklı bir tecrübe...
Roman, İbn Arabî’nin ilk eşi Meryem ile evlenmesinden başlayıp çeşitli yolculukları eşliğinde onun hayatına, düşüncelerine ve hissiyatına dair yazarın okumalarını içeriyor. Romanın hazırlanmasındaki yöntem ilkiyle aynı: Hikâye edilmek istenen şahsa dair hemen her türlü materyali kullanmak. Özellikle de eserlerini. Bu ikinci kitapla ilk romanda yer yer hissettiğim fakat tam olarak isimlendiremediğim bir aksaklığın da ayırdına varıyorum: Yazarın tasavvufa dair bakış açısında rayında gitmeyen bir şeyler var. Böylesi bir eleştiriyi şahsımı baz alarak değil, işin ehillerine binaen dile getirdiğimi belirtmekte fayda var. Aslında bu tür bir aksaklık ya da eleştiri, özellikle tasavvuf romanı yazan kimseler için zaman zaman söz konusu olmakta. Bunun en güncel örneklerinden biri, Elif Şafak’ın Mevlana’ya dair olan Aşk isimli romanı idi hatırlanacağı üzere. O halde şunu sormanın tam sırası: Neden özellikle tasavvufî roman türünde tasavvufa dair hususlarda eksik ya da hatalı okumalar söz konusu olmakta?
“Kur’ân mertebesinden Muhammedî mirasın açılımı”
Bu sorunun olası cevapları için işin ehillerine kulak verelim derim. Prof. Dr. Süleyman Derin, kolaylıkla anlaşılamayan tasavvufî eserlerin, İbn Arabî’nin Fütuhât-ı Mekkiyye’si gibi, ciddi bir dinî eğitim almamış ve/ya bir kâmilin terbiyesinden geçmemiş kişilerce yanlış anlaşılmasının kaçınılmaz olduğunu dile getiriyor. Oysa tasavvufun hakkıyla anlaşılıp yaşanabilmesi için takip edilmesi gereken bir yol vardır ki o da sırası ile şeriat, tarikat ve hakikattir. Buna marifeti ekleyenler de vardır. ‘Şeriat, tarikat ve hakikat’ sıralamasındaki ilk basamağın önemine dair pek çok mutasavvıf görüş serdetmiş, tasavvufun kaynağının Kur’ân ve sünnetten başka bir şey olmadığını ifade etmişlerdir. Nitekim Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, yazıp söylediklerinin kaynağına dair İbn Arabî’nin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Açtığım bütün sırlar Hz. Kur’ân’dan, Kur’ân mertebesinden alınmıştır ve tamamen Muhammedî mirasın açılımından ibarettir...”
Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkün fakat buraya kadar açıklananlardan özetle denebilir ki tasavvufî roman türünde, özellikle de bir kişinin hayatına odaklı bir eser yazmak için o kişiye ait eserlerin okunmasının gerekliliği barizdir. Ancak bu tarz tasavvufî eserlerin anlaşılması, her şeyden önce tasavvufun hal ilmi olması hasebiyle doğasından gelen bir zorluğu barındırır.
İlaveten, bu eserleri anlamak için gerekli donanıma ihtiyaç vardır. Bunlar dikkate alınmadan yazılan tasavvufî romanlar eleştiriye açık hale gelmektedir. Evet, roman türü, yazarın kendi okumalarına açıktır fakat özellikle kişi odaklı ise belli başlı gerçekleri takip etme zorunluluğundan da azade değildir kanımca. Aksi halde, tasavvufa ve tasavvufî figürlere dair belki de tek bilgisini roman türünden edinen insanlara gerçekte olduğundan çok farklı tablolar sunulmakta ve okuyucu tasavvufu ya bütünüyle reddetmek veya dinde laubalilik olarak algılamak gibi iki uç arasında gidip gelebilmektedir.
Son olarak, tasavvufî roman türüne dair kendi kişisel okumasını eksik etmediği halde temel gerçekliği de koruyan bir eser örneği sunmak sanırım faydalı olacaktır: Sadık Yalsızuçanlar’ın İbn Arabî’yi anlatan romanı Gezgin. İyi okumalar.
Zeyneb Hafsa Aström yazdı