l’amour est le regarde de l’ame[1]
“Yüzyıllar boyunca krallar, rahipler, derebeyleri, sanayici patronlar ve ebeveynler, itaatin bir erdem, itaatsizliğin ise bir ahlaksızlık olduğunda ısrar etmişlerdir. Yeni bir bakış açısı getirmek için bu görüşe karşı şu açıklamayı öne sürelim: İnsanlık tarihi, bir itaatsizlik eylemiyle başlamıştır ve bir itaat eylemiyle sonlandırılması beklenmedik bir şey değildir.” cümleleri ile başlıyor Erich Fromm’un İtaatsizlik Üzerine adlı kitabı.[2]
Şöyle ki insan kimi zaman iradesini kullanarak birtakım fiiller meydana getirmektedir. Ancak bu fiilleri niçin yapmaktadır? İşte bu bir muammadır. Esasen bu fiillerin asıl failleri nelerdir veya kimlerdir? İnsan olmanın temelinde bu husus yatmaktadır. İnsan gördüğü bir kötülüğe iyilikle karşılık veriyorsa burada iyilik her zaman bu insanı iyi mi yapmaktadır? Asla.
Bu insanı bu fiili yapmaya iten sebep ne ise söz konusu iyilik hususu da ona göre şekillenecektir. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen kötü niyetli bir insanın söz konusu eylemi hiçbir zaman onu iyi bir insan hâline getirmeyecektir oysaki.
Kaldı ki insan çepeçevre kuşatılmış bir varlıktır. Doğa, tarih, toplum zindanı ve en son olarak da kendi benliği tarafından kuşatılmıştır insan ve bu etkenlerin tesiri altında yaşar. Fakat bu hayata, yaşamak denir mi? Bu etkenlerin etkisinden kurtulamayan insan, gerçekten kendisine verilen iradeyi kullanmakta mıdır? İradesini kullanmayan yahut kullanamayan insanın durumu nedir? “Acaba Tanrı ne istemektedir? İyilik mi istemektedir yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan kendisine iyilik dayatılan bir insandan bazı açılardan daha mı üstündür?”[3]
Burada Ali Şeriati’nin tanımıyla insanın dört zindanının olduğu ve bu zindanların aşılmaması durumunda esas mânâda bir insan olunamayacağı ifade edilmelidir.
İnsanda var olan ancak insan tarafından irade edilmeyen her fiil, istek ve eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. Yani aslında insan, kendi iradesi ile değil işbu kuvvetlerin tesiri altında kalarak hareket eder ve gerçekte de bu tesirlerin kendisini yönlendirmesinin sonucunda yaptığı eylemleri kendi fiilleri olduğunu zanneder.
Tabiat zindanından insan bilimsel buluşlarla kurtulabilir. Tarih zindanından ise hakiki tarihi bularak ve tarihin yükünü bir yana bırakarak kurtulur. Toplum zindanından ise toplumsal baskıdan kurtularak, kurtulabilir.
En son zindan ise çoğu zaman farkında bile olunamayan, farkında olunsa dahi kabul edilmek istenilmeyen ise benlik zindandır. Bir insan kendi benliğinin yükünden kurtulmak için nasıl davranmalı, ne yapmalıdır? Mümkün müdür bu?
“İlk üç zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orada tutsaktım; kendi tutsaklığım hakkında bilgi ve bilinç sahibiydim. Fakat dördüncü zindanın duvarları etrafımda bir duvar değildir. Bu öyle bir zindandır ki onu kendimle birlikte taşıyorum. Bundan dolayı bu zindana dair bilinç ve tanıma hepsinden daha zordur.
Burada tutsağın kendisiyle zindan birdir ve aynı olmuştur. Hastalık ve hasta insan bir ve aynı olmuştur. Bu bakımdan bu hastalıktan kurtulmak zordur.”[4]
Peki bu zindandan kurtuluş yolu nedir?
İnsan bilim ile diğer zindanlardan kurtulabilse bile ne yazık ki kendi zindanından bilim ile kurtulamaz. Çünkü Ali Şeriati’nin ifadesi ile bu durumda bilginin kendisi de tutsaktır.
“İşin çetin yanı şuradadır ki bu dördüncü zindan insanın kendi boyutları arasında, insanın bir parçası gibidir. Bilgin insan, kendi dışında olan zindanlardan kurtulsa bile kendine karşı başkaldırıp özgür olamaz.
Görüyorsunuz ki bu zindandan kurtuluş bilim yolu ile mümkün değildir. Şu hâlde bu zindandan nasıl kurtulmalı? Aşk ile. Tasavvufi/irfani aşkı veya bunun gibi diğer anlamlarını kastetmiyorum. Bunlar da başlı başına başka zindanlardır.
Aşk'ı şu anlamda kullanıyorum: Muktedir bir güç. Hesapçı ve oportünist akıldan yüce bir güç gerekir ki benim öz benliğimde, İnsan - Ben'de, Fıtrat'ım’ın derinlerinde, «Ben» de bir güçlü iç-patlama koparsın, içimden kendime karşı bir devrim kopsun, yoksa bu iş doğal yasalar ile olmuyor, içten bana karşı bir başkaldırma kopmalı! Değil mi ki dördüncü zindan benim bir iç parçam durumundadır. İçten bir patlama geçirmeliyim, tutuşmalıyım. Nasıl? Niçin ateş ile? Niçin mantık kuralları içinde çalışan ve doğal kanunları ortaya çıkaran akıl ile dördüncü zindandan kurtulunmasın ki?
Çünkü bu alan, mantık yolu ile çözülecek sorunlar alanı değildir. Bir bölük davranışlar ise ne mantıki ne de mantıksızdır, sadece mantık dışıdır (alogique). Bunlar mantık yargıları alanına girmezler. Mantıktan da daha güçlüdürler. Mantık, ihtiyaçlarımın giderimi süresince kendisinden yararlanabileceğim sebep-sonuç ilişkilerinin kavranması demektir. Ancak kimi zaman insan bütün bunları daha yüce ve üstün bir şey için mahveder, kendini bilinçli olarak ve toplumu ateşten kurtarma uğruna yakar. Bu davranışta mantık aranmaz. Hiçbir şey ve hiçbir karşılık istenmeden yapılan bu davranışlar, bu özelliklerinden ötürü ahlak'ın özüne de uygundur.[5]
Aşk beni kendi yaşayışımın üzerlerine kurulmuş olduğu çıkarları ve yararları, bütün çıkarlarımı feda etmeye yönelten, hatta yaşamımı ve kendi «imek»imi (sein, buden) başkalarının «imek»i, benim aşık olduğum ülkü uğruna feda etmeye çağıran ve benim olumlu cevaplandırdığım güçtür. Ben sana yalan söylemiyorsam, sen de bana iş hayatında yalan söylemeyesin diyedir. Ben karşılıksız çek vermiyorsam, itibarım sürsün ve bundan sonra da çeklerimi nakit para yerine piyasada kullanabileyim diyedir. Bunlar hep yarar düşüncesine dayanan ahlaki davranışlardır, akıl ve mantık içinde olagelirler.
Fakat ben yalan söylememek için yalan söylemiyor ve kendi zararıma da olsa böyle davranıyorsam, hiçbir karşılık da beklemiyorsam, doğruyu, mahvoluşum pahasına da olsa söylüyor ve hiçbir karşılık beklemiyorsam, üstelik her şeyimi yitiriyorsam, işte burada «ben»i görüyoruz: «İnsan»ın ortaya çıkış muştusudur bu! Hangi insanın? İçindeki korkunç dördüncü zindandan da kurtulabilen ve iman ve aşk güneşi altında insan olma yönüne doğru adım atmaya başlayan insanın!” [6]
Üst insan savını savunan Nietzsche, hayatının son demlerinde, sokaktan geçerken devrilmiş ve çukura düşmüş bir at arabası gördü. Arabacı ata hiç aldırmadan her ne pahasına olursa olsun, atı kaldırmaya çalışıyordu. Atın ayağı kırılmıştı. Ancak arabacı durmaksızın atı kamçılıyor, doğrulmaya çalışan at ise ağır yükün etkisiyle tekrar çukura düşüyordu.
Durumu gören Nietzsche çok sinirlenerek at arabasının sahibinden bu şekilde davranmamasını istedi ise de söz konusu şahıs aynı şekilde devam etti. Nietzsche ise şahsın yakasına yapıştı ve ata kamçı vurmasına müsaade etmeyeceğini söyledi.
Arabacı da bunun üzerine Nietzsche'ye vurmaya başladı. Muhtemelen filozofa attığı bir tekme, bir süre sonra, onun ölümüne yol açtı.
Şeriati, “Sizin her birinizin «Ben» inde iki kişi vardır: Birincisi, Nietzsche'nin bu olaydaki ruh güzelliği ve ahlak, ruh ve duygu yüceliği, kendisini bir hayvanı koruma uğruna feda edişi sırasında, bir cinayete, bir faciaya tahammül edemeyişi karşısında heyecan duyar. İkincisi, bu mantıksız ve aptalca olaya, bir dâhinin bir beygir uğruna ölmesine güler. Fakat burada aptalca bir şey yoktur. Bu mantıki bir davranış veya mantıksız bir davranış değildir.
Mantık dışıdır, mantıki değerlendirme ötesindedir. Ahlak ve aşk da böyledirler. İhtiyaçlarımızdan birini gidermek için bir seçim yapar, bizi sevmesi için birini sever ya da gereksinmelerimizden birini giderir diye yahut onun sevgisi bize bazı imkanlar sağlar düşüncesiyle birine sevgi gösterirsek, gerçekte sadece bir alışveriş yapmışız demektir. Aşk ise her şeyi bir amaç uğruna vermek ve karşılığında hiçbir şey istememektir. Bu, büyük bir seçimdir.
Kolayca ele geçirilemeyen bu korkunç dördüncü zindandan, insan, aşk gücü ile kurtulabilir. Aşk, akıl ve mantığın ötesinde, bizi kendimize başkaldırmaya ve kendimizi yadsımaya çağırır. Gereğinde bir ülkü veya başkası uğruna fedakârlık etmeye çağırır. Bu, insan olma sürecinin en üst aşamasıdır[7].” der kitabında.
Ve insan olan kimse, karşı taraftan hiçbir beklentiye girmeden karşılıksız veren kimsedir. Alan değil. Zaten söylenildiği gibi aşkın, almak vermek eksenine dayanan alışveriş veya ticaretten farkı da buradan gelmektedir. Çağımızda kullanılagelen aşk kavramına tamamen yabancı bir bakış açısıyla bu duygunun hayatın yegâne anlamına gelebileceğini kaçımız düşünüyoruz acaba…
İnsan olmak için işin özü zannediyorum ki kendinden verilene karşı hiçbir zaman almak düşüncesinde olmamak ve karşılıksız olarak yapmak olmalıdır. Âşık olan da karşıdan hiçbir karşılık beklemez. Âşık olan zaten alacağını almıştır, artık bir şey isteyemez, bundan geri o verecektir, hep o verecektir.[8]
İşte insan dördüncü ve en korkunç zindandan da bu hâl ile kurtulabilir. Aşkı sadece kuru bir içgüdü olarak gören günümüz dünyasında, belki insanlara en zor gelecek olan kısım da burasıdır. Çünkü artık kimse karşılığını alamadığı bir şeye tahammül edemez durumda. “Benim bu işten ne çıkarım var?” diye düşünülmekte. Sair sebeplerle karşısındakini bir meta olarak görmekte. Ancak bu fiillerin ne bir iyilik taşıdığını ne de insanlığa bir hizmetinin dokunduğunu söylemek kabil değildir. İçine bu ateş düşen insan, içinde bu aşkla yaşamak durumundadır. Gerisi ise sadece günü kurtarmak uğruna yaşanan birtakım duygu veya hazlardan ibarettir. Fakat ki aşk, her yüreğin kaldırabileceği de bir şey değildir. Ancak eninde sonunda insan olana yakışan da aşk ile atan bir kalp ile yaşamaktır.
Kendisiyle birlikte ‘Ecole Normale Supérieure’ye katılan Simone de Beauvoir, anılarında; Simone Weil hakkında şöyle yazar: “Onda tüm dünya için atabilen bir kalbi kıskandım.”
Simone Weil, sadece toplumun en zor yaşayan katmanı ile bağ kurmak ve onlarla hemhâl olabilmek için -kadın bir işçi olarak- kimliğini gizleyerek bir araba fabrikasında işe girer ve orada bir yıl boyunca çalıştı. Şiddet karşıtı olmasına ve çocukluğundan beridir hastalıklarla mücadele etmesine rağmen, İspanyol iç savaşına ezilenlerin safında katılmak için gönüllü oldu ve bir anti faşist komutana kendisini siyasi bir mahkûmu kurtarma operasyonunda görevlendirmesi için yalvardı. Savaş zamanı Fransa’da, yurttaşlarının aç kaldığını öğrendiği zaman ise zayıf bedenine rağmen çok az bir yemek ile idare etti ve kendisinin ön saflara gönderilmesini istedi. Ancak Charles De Gaulle tarafından onun bir “deli” olduğu ifade edilerek talebi reddedildi.
Ancak Simone Weil’in bildiği değerler uğruna yaşamasını hiçbir şey engelleyemezdi. Nitekim aşk için karşısındaki kimselerden veya toplumdan hiçbir şey beklemeyen, sadece kendinden verme odaklı olan ve doğa tarafından kendisine verilen tüm imtiyazları reddeden büyük bir şahsiyetti Simone Weil.
Kardeşine yazdığı bir mektupta da içindeki hisleri şöyle ifade eder; “İçeride olan, dışarıdan görünür mü?” “Birinin ruhunda ateşler yanıyor ve hiç kimse o ateşin sıcaklığını bile hissedemiyor ve yoldan geçenler bacadan tüten bir duman dışında hiçbir şey göremiyor.”[9] Ancak kimse görmese de bilmese de insan olmak amacında olan bir kimse, daima içinde bu aşk ile yanmalı ve tütmelidir. Ve hiçbir zaman yanan kişi, bunun uğruna mı yanmışım tütmüşüm demez, dememelidir de. Bunu aklına dahi getirmez. İnsan olana da yakışan; bir aşk uğruna kendini feda etmektir. Bundan gayrısı ise kibirden ibarettir.
Bu bakış açısının insan sevgisi nezdindeki izdüşümünü ise Simone Weil, “Sevilen insanlardan, bize sadece varoluşlarıyla teselli veren sanat yapıtlarının verdiğinden başka bir teselli aramak (veya onlara vermeyi arzulamak) korkaklıktır. Sevmek, sevilmek, karşılıklı olarak bu varoluşu zihinde daha somut, daha süreğen biçimde mevcut kılmaktan başka bir şey yapmaz. Ama varoluşun düşüncelerin amacı olarak değil de kaynağı olarak bulunması gerekir. Eğer anlaşılma arzusu söz konusuysa bu, kendi için değil de başkası için var olmak amacıyla başkası içindir.
Bizdeki aşağılık veya vasat olan her şey saflığa isyan eder ve yaşamını kurtarmak için bu saflığı kirletmeye ihtiyaç duyar.
Kirletmek; değiştirmektir, dokunmaktır. Güzel, değiştirmenin istenemeyeceği şeydir. Bir şey üzerinde güç elde etmek kirletmektir. Sahip olmak, kirletmektir.
Saflıkla sevmek mesafeye razı olmaktır, kendinle sevilen arasındaki mesafeye tapmaktır.”[10] ifadeleriyle açıklar.
Dolayısıyla insan olmanın yolu, her halükârda bir aşk uğruna yaşamaktır, sürekli tütmektir kimse görmese de. Ve en nihayetinde de “tam bir deli” olmayı, nice akıllılıklara yeğ tutmaktır.
Ahmet M. Furkan Doğan
Dipnot:
[1] ‘Sevgi, ruhun gözüdür.’Attente de Dieu [Paris, 1966] Waiting for God, Çevirmen: E. Craufurd, New York, 1951
[2] İtaatsizlik Üzerine, Erich Fromm – Syf. 9 İstanbul 2018 (Çev. Nurdan Soysal)
[3] Otomatik Portakal, Anthony Burgess – Syf 84 Türkiye İş Bankası Yay. İstanbul 2019, (Çev. Aziz Üstel)
[4] Ali Şeriati- İnsanın Dört Zindanı, Syf.54. İşaret Yay. İstanbul 1997 (Çev. Hüseyin Hatemi)
[5] Ali Şeriati- İnsanın Dört Zindanı, Syf.58 vd. İşaret Yay. İstanbul 1997 (Çev. Hüseyin Hatemi)
[6] Ali Şeriati- İnsanın Dört Zindanı, Syf.60. İşaret Yay. İstanbul 1997 (Çev. Hüseyin Hatemi)
[7] Ali Şeriati- İnsanın Dört Zindanı, Syf.62. İşaret Yay. İstanbul- 1997 (Çev. Hüseyin Hatemi)
[8] Safiye Erol- Ciğerdelen, Syf. 69. Kubbealtı Neşriyat İstanbul- İstanbul 2021
[9] https://tabutmag.com/simone-weil-asagilik-hissini-yikmak/ [Maria Popova, Çeviri: Hande Karataş (tabutmag)]
[10] Simone Weil - Yerçekimi ve İnayet, Syf. 94, Doğu Batı Yay. Ankara 2019 – Çev. Mukadder Yakupoğlu