Türkiye’nin 21. yüzyılda kendisine inşa edeceği ideal düzenin anlatıldığı “Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi” kitabı ideal düzenin dayandığı değerler ve atıf çerçevesi üzerine odaklanmaktadır. İbrahim Kalın Türkiye’nin yakın geçmişinde deneyimlediği sorunları ve hakiki anlamını bulmasını istediği temel kavramları aktarıyor bizlere. Kitabın amacı, medeniyet tasavvurunu hayata geçirebilmek için Türkiye’nin yeni bir muhayyileye ihtiyaç duyduğunu ortaya koymak şeklinde tarif edilmiş.
İbrahim Kalın tarafından kaleme alınan “Akıl ve Erdem: Türkiye’nin Toplumsal Muhayyilesi” bir yandan Türkiye’nin yakın tarihinde yaşadığı kültür, medeniyet, kimlik, hukuk, anlam sorunlarına odaklanırken diğer yandan ise bu kavramlar üzerine derinlikli sorgulamalar yaparak aydınlanmacı görüşün çözümleri yerine geleneğimizde hâlihazırda var olan çözümlere ve bu çözümlerin yeniden keşfine yönelmektedir. Toplumsal muhayyile, dünya görüşü, varlık tasavvuru gibi kavramlarla Türkiye’nin geçmiş ve gelecek vizyonu ortaya konulmaktadır.
Dinleri şiddetten arındırmak
Dinleri ve dini öğretileri şiddetin kaynağı olarak gören modern zihniyete göre dinlerin modernleştirilmesi, sekülerleştirilmesi demek dinlerin şiddetten arındırılması demektir. Yine bu zihniyetin beraberinde getirdiği bir düşünceye göre insanlar dindar oldukları nispette şiddete meyillidir. Bu görüşlerin karşısında duran yaklaşıma göre ise dinlerin şiddete müsamaha göstermediği ve barış yanlısı dinlerin siyasi kazançlar uğruna insanlar tarafından istismar edildiği savunusu bulunur. Her iki görüş de kutsal metinler ve tarihsel gerçeklik konusunda sorunlu tutum içerisindedir. Kutsal metinlerin kendisi şiddet yanlısı değildir; metnin farklı okumalara maruz kalması onu şiddet yanlısı veya barışçıl hâle getirmektedir. İslâm özelinde konuşmak gerekirse İslâm’ın nihai amacı ahlaklı ve adil bir toplum meydana getirmektedir.
İslâm geleneği çağdaş Müslüman toplumların barış, dini çeşitlilik ve sosyal adalet gibi acilen ilgilenilmesi gereken konuları ele almasını sağlayacak imkânlara fazlasıyla sahiptir. Asli ve pozitif bir kavram olarak barış, onu sürekli bir ahenk, bütünlük, rıza, denge, huzur ve itidal hâli kılacak olan bazı şartların bulunmasını gerektirir. Negatif barış kavramı ise çatışma ve uyumsuzluğun bulunmaması durumudur. Asli bir kavram olarak barış adalet üzerine kuruludur ve bu minvalde herkese eşit haklar ve imkânlar sunar. Allah’ın isimlerinden biri olan “es-Selâm” barış anlamına gelmektedir. Barışın nihai kaynağı olarak Allah bütün zıtlar, çatışma ve gerilimleri aşar, O dinginlik ve sükûnetin kalıcı hâlidir. Allah kullarını “Barış yurduna” (Dâr es-selam) davet eder ve barışın hakiki yurdunun “Ancak Allah’ı zikretmekler mutmain olan” kalpler olduğunu bildirir.
Kelam ve felsefe bağlamında barış ve şiddet meseleleri iyilik ve kötülük başlığı altında incelenmiştir. Günümüz tabiriyle barış, ahenk ve adalet yerine dünyada bu kadar çok şiddetin, zorbalığın olması sorgulanmıştır. “Mümkün âlemlerin en iyisi” (Ahsen el-nizam) düşüncesine göre kötülük ilahi planın bir parçası ve imtihan sebebidir. Kötülük bu dünyaya ait bir fenomendir, fakat eşyanın asli tabiatını tanımlayıcı ve temsil edici bir şeyi değildir. Kötülük iyilikten mahrum olma hâli; iyilik ise var olmanın kemâlidir.
Savaş, barış, cihat, dini azınlıklar, daru’l-İslâm, daru’l-harb, daru’l-ahd, daru’s-sulh gibi dini-siyasi bölümlemelere dair şer’i hükümler, İslâm milletler hukukunun önemli bir parçasıdır. Bu kavramların bağlamsal ve tarihsel yorumlamaları birçok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Bu tartışmalar İslâm’ın ve dini öğretilerin asli bir barış ve bir arada var olma kültürüne teminat vermediği düşüncesine kadar gitmektedir. Bu fikrin yanlışlığını ortaya koymak için cihat konusunun üzerinde durmak gerekir. Hazreti Peygamber ilk vahiy gelmesinden itibaren Mekke’de bulunduğu dönemde büyük baskı ve zulümlere maruz kalsa da şiddet yolunu seçmemiştir. Onun bu tutumuna rağmen Mekkeliler saldırgan politikalarına son vermemiş ve Medine’ye hicret yaşanmıştır. O dönemde Hac suresindeki “Kendilerine savaş açan kimselere (Kâfirlere karşı koymak için) izin verildi.” ayetiyle cihadın gerekçesi Müslümanlara sunulmuştur. Dini özgürlüğü korumak ve kendini savunmak için meşru savaş kaçınılmaz olmuştur. Bu dâhili ve harici saldırılar karşısında bir savunma hakkıdır ve İslâm dışı kaynaklarda da farklı isimlerle yer almaktadır. Bununla birlikte savaşta aşırıya kaçılmaması, ateşkesin kabul edilmesi, kadın, çocuk ve yaşlılara dokunulmaması gibi konular da İslâm kaynaklarında yer almaktadır.
İlerleyen yüzyıllarda İslâm devletlerinin topraklarını genişletmesi ve bazı İslâm âlimlerinin bu yönde fetvaları konuyu başka yöne çekmektedir. Bu sınırları genişletme konusu dini anlamda cihat olarak değerlendirilmemeli; dönemin tarihsel koşullarına uygun olarak devletlerarası siyasi güç mücadelesi olarak ele alınmalıdır. Nitekim fethedilen yerlerde Müslüman olmayan toplumların dinlerini değiştirmesi gibi bir zorlama olmamıştır. Hazreti Peygamber’den gayrimüslimlere eman verme (Güvenlik teminatı) politikası İslâm devletlerinde de uygulanmıştır. Bu hoşgörülü ve barışçıl yaklaşımlar da İslâm’ın farklı kıtalara yayılmasını sağlamıştır. İslâm toplumlarında zımni hukuka göre İslâm dışı dini azınlıklara siyasi, ekonomik, dini haklar verilmesi de göstermektedir ki İslâm çatışmayı değil, barış içinde yaşamayı öğütlemektedir.
Cihat kavramıyla savaşçı bir din olarak gösterilmeye çalışılan İslâm, tarihi ve geleneksel yapısıyla göstermektedir ki siyasetten kültüre, metafizikten kozmolojiye kadar kapsamlı bir barış kavramına sahiptir. Müslüman toplumlara ve Türkiye’ye düşen görev İslâm’ın özünde barındırdığı barış ahlakını yaymak ve barış kültürünü küresel olarak inşaya çalışmaktır.
Türk modernleşmesinin problemleri
Osmanlı’nın son dönemi ve özellikle de Cumhuriyetin kuruluş yıllarıyla birlikte siyasi elitler seküler bir kültürün inşasını radikal modernleşmenin aracı olarak görmüşlerdir. Tarihsel geç kalmışlık sendromuyla hareket eden Cumhuriyet dönemi Türkiye’si ilerlemenin önünde bir engel olarak gördüğü geleneksel kültürün yerine Türkiye’ye özgü batılı bir kültür kimliği inşa etmeye çalışmıştır. Kültür ve kimliğin radikal kopuşlardan çok sürekliliğe tabi olduğunu anlayamayan Cumhuriyet ideolojisi yerel olanla evrenseli birleştirme fırsatını yok etmişlerdir.
Türk modernleşmesinin radikal kopuş ideolojisini benimseyerek geleneğin ilim, fikir, irfan, sanat ve toplum mirasından bilerek ve isteyerek uzaklaşması, buna karşın Batı modernleşmesine ontolojik ve etik olarak intibak edememesi ortaya travmatik ve parçalı bir zihin çıkarmıştır. Birçok aydının da ifade ettiği gibi Türkiye’nin temel sorunlarından biri Türkiye’deki düşünce hayatının gelenekle olan bağını koparması ve dolayısıyla manevi servetten yoksun kalmasıdır. Bu köksüzleşme psikolojisi mimariden sanata, müzikten akademik çalışmalara, din tartışmalarından kültür faaliyetlerine kadar her alanda kendisini göstermektedir. Türkiye bugün bu travmadan çıkmak için çabalarken fikri, siyasi, toplumsal ve estetik olgunlaşma için zamana ihtiyaç duymaktadır.
Modern Türk düşüncesinin temel sorunlarından bir diğeri ise kendine ait ufku olmamasıdır. Bir tarafta köklerine yabancılaşmış, öbür tarafta kendi ufkunu yitirmiş bir Türkiye’nin dünyaya ve dünyadaki konumuna ilişkin bir iddiadan bahsetmek mümkün değildir. Bunun yerine geçmişten süregelen geleneği ve geleceğin açık ufuk perspektifi ile potansiyelinin bilincinde bir Türkiye gücüne güç katacaktır. Toplumsal muhayyile bir toplumun bütün olarak bir arada var olmasını sağlayan temel kabulleri ve davranış biçimlerini ifade eder. Toplumsal muhayyile bir topluluğun ben tasavvurunu, toplum duygusunu, tarih algısını, kültür kodlarını ve değerler sistemini işaret eder. Bir tarafta köklere, tarihe ve geleneğe dayanan, öbür tarafta geleceğe dönük olan açık ufuk, kapalı bir sistem değildir ve tekâmüle açıktır.
Bir medeniyetin geliştirdiği sosyal-siyasi düzene şekil veren ve içerik kazandıran unsur, o medeniyetin sahip olduğu dünya görüşü ve varlık tasavvurudur. Medeniyet ve tekniği ortaya çıkartan tutum ve davranışlar varlık karşısında geliştirilen idrak biçiminin maddi hayattaki yansımalarıdır. Bölgesel önemi gittikçe artan Türkiye jeostratejik konumuyla uygun bir kültür stratejisi geliştirecek kuvvettedir. Türkiye’nin küresel ve bölgesel dengeler karşısında yapacağı tercihler onun kültür politikalarına da yansıyacaktır. Kültürel sığlığın ve yeknesaklığın hız kazandığı günümüz dünyasında Türkiye egzotikliğin ve hamasetin ötesinde derinlikli ve erdemli bir kültür birikimi oluşturabilecek imkâna sahiptir. Türkiye hem farklı kültür geleneklerinin taşıyıcısı hem de kendi değerlerinin temsilcisi ve koruyucusu olarak öne çıkarken bugününü anlamlandırmak ve geleceğini de inşa etmek için kendi kültür mirasından beslenmek zorundadır.