Türk Edebiyatı’nın usta isimlerinden Sezai Karakoç’un kaleme aldığı İslâm’ın Dirilişi, 1966-1967 arasında Diriliş Dergisi’nde yayımlanan başyazıların bir araya getirilerek kitaplaştırılmasıyla oluşmuştur.
İslâm’ın Dirilişi ve İslâm’ın Çağrısı olarak iki ana bölümden oluşan eser, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki Rönesans sonrası değişime ve toplumsal yozlaşmaya değinerek bu yozlaşmanın İslâm toplumlarına yansımasını ele alıyor. Dünya geneline yayılan ahlâkî ve siyasî medeniyet çöküntüsünden kurtuluş için tek çarenin İslâm olduğunu vurgulayıp düşüncede, inanışta, edebiyatta, sanatta ve aksiyonda İslâm’ın diriliş rotasını çiziyor. Müslüman olan ve olmayan herkese İslâm’ın çağrısını iletiyor.
İslâm’ın Dirilişi ve Avrupa
Avrupa Dönemi, Rönesans sonrasındaki 500 yılı içine alan bir dönemdir. Bu dönemde Asya âdeta bir ölüm sessizliği içindeyken Afrika ise yoktur. Yalnız Osmanlı Devleti, Avrupa’yı dizginlemeye ve Asya’yı korumaya çalışmış, fakat Avrupa’nın süresiz yağmasına o da karşı duramamıştır. Yeni dönemde artık Avrupa’nın durumu tartışılmalıdır ki yeni dünya daha yaşanır bir dünya olabilsin.
Avrupa’nın uzun süreli inşası, Afrika ve Asya’da yeni bir medeniyet gibi algılanmamış tam tersine bu oluşum barbar bir kabile görünümü çizmiştir. Afrika ve Asya, Avrupa ile içten bir kaynaşma gerçekleştirememiş, bu içselleştirme Avrupa’nın kendi içinde de görülmediğinden iki ayrı dünya savaşının çıkmasının önü açılmıştır. Yayılmacı politikası, diğer toplumları Avrupa’ya karşı bilemiş ve yüzyılın başında bir öç alma girişimi başlamıştır. Dünya genelinde linç edilme korkusu ile yaşayan bu toplumun filozofları, durumun bu noktaya gelebileceğini önceden sezmiş, ancak engel olamamışlardır.
Kendini sevdirememek, Avrupa’nın en bariz sıkıntısıdır. Korkutmuş, sindirmiş lakin asla sevdirememiştir. Avrupa’nın medeniyet tasavvuru, her yönüyle kapsayıcı bir kültürden ziyade daha çok teknoloji alanındaki gelişmelerde görüldüğü için soğuk bir toplum görünümü çizmiştir. Teknolojideki bu sürekli gelişim de özgüven eksikliğinin bir dışa vurumu olabilir. Önceki medeniyetlerin her biri, kendinden öncekini kabul edip devam ettirirken Avrupa, İslâm Medeniyetini yıkmaya çalışmış, her alanda etkisini minimum seviyeye düşürmek istemiştir. Bu yıkımın en büyük örneği de Endülüs Medeniyeti’nin katlidir.
Asya ve Afrika, Avrupa’nın yüzyıllardır kendisine karşı olan ve gerçek bir hümanizmden yoksun bu davranışlarının intikamını elbette alacaktır. Avrupa’nın şimdiye kadar bu bölgelerle olan tek münasebeti silahlar üzerindendi. Şimdi de Afrika ve Asya aynı yöntemle ona cevap vermektedir. Avrupa bu durumun idrakindedir ve kurulan Avrupa Birliği de bu idrak ve korkunun bir tezahürüdür. Avrupa’yı içine düştüğü bu çıkmazdan asıl kurtaracak olan ise İslâm’dır. Avrupa, İslâm’ın dirilişine karşı durmamalıdır, çünkü bugün tüm dünya milletlerinin içinde bulunduğu çatışmaları, yalnız İslâm giderebilir.
İslâm’ın dirilişinden kasıt, İslâm akaidinin değil, İslâm toplumlarının dirilişidir. Çünkü akaid asla ölmemiştir.
İslâm’ın Dirilişi ve Asya ile Afrika
Asya ile Afrika’nın uyanma vakti gelmiştir ama bu kolay olmayacaktır. Batı ki içine Avrupa, Amerika ve Rusya’yı da almaktadır, bu uyanışı engellemeye çalışacaktır. Ancak tüm gücünü teknolojiden alan Batı’nın politika ve sanattaki gelişmesi bu uyanışı engellemeye yetmeyecektir. Fakat şunu da unutmamamız gerekir ki henüz Batı’nın teknikteki ilerlemesini karşılayacak bir Doğu tekniği yoktur. Nükleer bir saldırı tehlikesiyle karşı karşıya olan Asya ve Afrika için uzlaştırıcı bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç ise İslâm’ın kendisidir. Geçmişte Batı’yı kendi kaynaklarıyla besleyen İslâm, bu sefer de Doğu’yu besleyecektir. İslâm ahlâkı, cihadı ve ruhu önder olacaktır.
Çin, eski bir medeniyettir ve çağlar boyunca devam eden içe dönük sisteminden artık sıyrılmaya çalışmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki Çin medeniyeti, ilk çağa ait bir medeniyettir. Dolayısıyla eski medeniyetini aynıyla diriltemez; yeni bir başlangıcı ancak yeni bir düzenleme ile yani bir sentezleme yoluyla gerçekleştirebilir. Marksist bir ideolojiden beslenen günümüz Çin’i, İslâm veya Batı ile sentez kurmalıdır, çünkü ancak böyle bir sentezleme ile eski ihtişamlı günlerine yaklaşabilir. Mevcut dinler içinde de sadece İslâm, yaşanır bir din görünümündedir. İslâm, geçmişe değil, geleceğe ait; yeniçağa uygun ve hatta bu yeniçağı açan bir medeniyettir.
Afrika ise genellikle Müslümanların yaşadığı pek çok bölge içermesi sebebiyle de ancak İslâm’ın yardımıyla dirilebilir. Bir yandan bu süreci planlarken diğer yandan bir dış darbe ile engellenmemek için de Batı toplumlarını İslâm’a davet etmelidir.
İslâm’ın Dirilişi ve İslâm Dünyası
Birinci Dünya Savaşı’na kadarki dönemde doğusuyla batısıyla, Türk’ü ve Arap’ıyla İslâm toplumunun tek temsilcisi Osmanlı Devleti idi. Fakat savaş sonrasında Osmanlı Devleti’nin bölünmesi ile Osmanlı toprakları içindeki İslâm coğrafyaları, Batı sömürgesi haline geldiler. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Rusya yönetimindeki ülkeler hariç siyasî bağımsızlıklarını kazanan İslâm ülkeleri, 20. yüzyılın ortasında olduğumuz şu günlerde ekonomik bağımsızlıklarını da kazanmak durumundalar.
Siyasi ve ekonomik bağımsızlık kazanıldıktan sonra üçüncü ve son sırada ise düşünsel ve kültürel bağımsızlık vardır.
İslâm ülkeleri ya sosyalist bir rejim kurmaya çalışıyor ya da Batı benzeri bir sisteme yöneliyorlar, Türkiye gibi. Batılılar inancımızı sarstığından beri kurtuluşu onların sistemlerinde arar olduk! Kültür emperyalizminin içine doğru hızla çekilmekte ve kendi kültürümüze düşmanlık beslemekteyiz. Bu durum aşağılık kompleksi ile narsisizmin birleşmesinden beslenmiştir. İkinci Dünya Savaşı ile Batı, tüm çirkinliğini ortaya dökünce İslâm ülkelerinde ona karşı bir direniş kıpırtısı olmuş, lakin ortaya konan bu direniş, yine Batı dinamiklerine dayanarak sürmüştür. Demokrasi, sosyalizm ve anarşizm ile Batı’ya karşı durulmaya çalışıldığı için bu direnişin olumlu bir neticesi olamamıştır.
Bu ideolojileri savunan Batı aydını da İslâm dinine mensup fertlerin kendi ülkesindeki sesi olamamıştır. İslam ideolojisini faşizm ile suçlayan Batılı aydınlar vardır, ancak ne yaparlarsa yapsınlar; İslam düşüncesinin doğmasını engelleyememişlerdir. Mevdudi Hareketi Pakistan’da, Müslüman Kardeşler Mısır’da, Nurculuk ve Büyükdoğuculuk Türkiye’de; İslâm idealinin ilk aksiyon adımlarını attılar. Bu hareketler, sadece doğdukları ülkelerin sınırları içinde kalmamış, dünya gündeminde de İslâm Birliği’nin tartışılmasına zemin hazırlamışlardır. Bu düşünce hareketlerinin her biri farklı ülkelerde ortaya çıksalar da aynı kökten beslenmektedirler; o kök ise İslâm’dır. İslâm Birliği, dünya tarihinde daha ortaya çıkmadan tartışılan, tek siyasi oluşumdur.
Diriliş Ama Düşüncede
İslâm toplumlarının tekrar kendilerini bulmaları için ihtiyaçları olan şey, “İslâm Aydın”larıdır. Bunun için de düşüncede dirilişin gerçekleşmesi şarttır. Düşüncede dirilmeden inanışta, inanışta dirilmeden de kültürde diriliş olmaz. 19. yüzyıl itibarıyla önce düşünce dünyamızda bir durgunluk meydana gelmiş, sonra da bu durgunluk son raddeye ulaşıp düşünmeme şeklini almıştır. Düşünmeme durumu zamanla daha da kötü bir hal alarak kopyacılığa dönüşmüştür.
Düşünce dünyamız şuanda tamamen aktarma üzerine kuruludur. Üniversiteler ise sadece tarihi mekânlar olarak göz doldurmaktadır. Onlar Batı kültürünün Türkiye şubeleri olarak işlev görüyorlar. Bir ideoloji veya akım takip edilmemiş, aktarmacılık; eğitim ve öğretim metodu olarak belirlenmiştir. Bu çizgide olan İslâm toplumları düşüncede dirilemezler. Düşünmeyi bile Batıya bırakarak nasıl değişebiliriz?
Müslümanların yeniden diriliş için göstermesi gereken ilk gayret, düşünce gayreti olmalıdır. İnsanı harekete geçirecek bir fikir olmadan bir aksiyonun meydana gelmesini, inançta ve hayatta bir değişim olmasını bekleyemeyiz.
Değişimi, ancak tarih metodu ile gerçekleştirebiliriz. Kendi kültürümüzü ve yüzyıllardır süregelmiş, uygulamada faydası görülen mirasımızı günümüze uyarlamalıyız. Ancak bu fikre karşı bir önyargı söz konusudur ve bu önyargıya üniversite profesörlerimiz bile katılmaktadır. “Batı düşüncesinden vazgeçilebilmesi mümkün değildir.” algısı bizi yıllardır yerimizde saydırmıştır. “Batı düşünmeli biz ise düşünülenleri almalıyız.” temel yargısıyla moda akımı gibi olan düşünceler değer görüyor ve kadim olan her şey tenkit ediliyor.
Hâlbuki moda olan ve değişim gibi görülen şey, sadece terminolojide değişimdir. Muhtevası aynı olan bu tür akımlar, öncelikle toplumun aydın kesimi tarafından tartışılmadan kabul edilmekte; hatta çok yakın bir zaman önce takip edilmekte olan bir önceki akım hızla unutuluvermektedir. Bunun nedeni ise kritik edilmeden kabul edilen düşüncenin kendi kendini kritik ederek zahirde değişime uğramasıdır. Biz de yeni bir akım bulduğumuzu zannedip seviniyoruz; aslında olan sadece aynı odanın içinde dönüp durmaktan ibarettir. İşte bu aynı zamanda zihin tembelliğimizin özetidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra marksizm ve sosyalizm, bu kısır döngünün doğal bir sonucu olarak İslâm toplumundaki üniversitelere de girmiştir.
Düşüncede dirilişin gerçekleşmesi için dil ve terminoloji sorunlarının acilen çözülmesi gerekiyorsa da temelleri sağlam olan bir düşünce kendi terminolojisini oluşturacağından bununla uğraşmak yersizdir. Dille uğraşanlar düşünceyi geri plana itmişler; dil ve kültürün aynı şey olduğunu savunanlar, koskoca bir nesli dille uğraştırmış ve aslolan, kültür oluşumunu engellemişlerdir.
Diğer İslâm toplumlarından farklı olarak Türkiye için geçerli önemli bir sorun da harf devrimidir. Maalesef, kadim geçmişini kendisiyle oluşturduğu geleneksel yazısından mahrum olarak Türkiye, tam teşekküllü bir düşünce dirilişine sahne olamaz. Geçmiş ile bağlantısı kalmadığı için bu oldukça zordur. Yeni yazı, yeryüzünde geçmişi olmayan tek yazıdır. Klasik entelektüel geçmişimizle bağlantı kurmamız bu köksüz yazıyla imkânsızdır.
Düşünmek, Kur’an-ı Kerim’inde Allah-u Teâlâ’nın kullarına sürekli öğütlediği bir eylemdir. Düşünmek, insan fıtratında vardır ve empoze edilmeye çalışılanın aksine İslâm düşünmeyi engellemez. Aslında biz, düşünmediğimizde İslâm’dan uzaklaştık. Biz düşünmekten kopunca ezberlemeye başladık. Kendi kültürümüzü de değil, ısmarlama kültürleri ve değerleri ezberledik. Eğitim yuvalarımız; kadim geçmişimizi ve onun izlerini değil, yabancı hocaların tezlerini çalışma konusu yaptı. Bize ve kültürümüze yabancı bu hocalar geçici olarak gelseler de kalıcı oldular.
Diriliş Ama İnanışta
Düşüncede dirilişten sonra sıra inanışta dirilişe gelecektir. İslam’ın temeli inançtır ve insan şeytanla gireceği harbe iyi hazırlanmalı, bunun için de her daim Rabbini hatırlamalıdır. Ancak önce kendisi dönüşerek etrafını dönüştürebilir.
İslâm aydınları, uzun süredir Batıya bir İslâm savunması mantığı ile yaklaşmaktadırlar. Ferit Vecdi, Reşit Rıza, Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Muhammed İkbal ve Mehmed Akif bu isimlerden bazılarıdır. İslâm müktesebatını korumak ve ilmî münazaralar ile yıkılmak üzere olan bu yapıyı ayakta tutmak niyetiyle bu işi yaptılar. Bu isimlerden bazılarının şiir, bazılarının ise tasavvuf ve felsefe ile bu girişimi gerçekleştirdiği söylenebilir. Ancak bu çalışmalar daha çok akademik alanda yapılmış, İkinci Dünya Harbi’nden sonra da ideolojik alana kaymıştır. Demokrasi ve komünizmin dünyayı etkisi altına aldığı bu dönemde İslâm aydınları, Müslümanları bu ideolojik saldırılardan korumak adına çabalamıştır.
Bu çabaların bir neticesi olarak da İslâm toplumlarında bir aksiyon kadrosu oluşmaya başladı. Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Kutub, Mevdudi, Ebu’l Hasan en-Nedvi, Malik bin Nebi gibi isimler İslâm ideolojisi için kalem savaşı veren farklı ülkelerden isimlerdir. Bu mücadeleleri dolayısı ile hapisle cezalandırılma, işkencelere maruz kalma hatta öldürülme gibi pek çok fiille karşı karşıya kaldılar.
Bu sürecin inanışta direnişin başladığı bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Ne kadar baskılansa da iman derinlerde yine filizlenme imkânı bulmuştur. Artık yarım ideoloji insanı yoktur; ya tam Müslüman ya tam inkârcı; ya tam sağcı veyahut tam solcu olanlar vardır. Kişi ya köklerine bağlı tam bir “İslâm insanı” olacak ya da köklerini, değerlerini reddeden yabancılaşmış biri... Tam anlamıyla bir İslâm insanı eninde sonunda doğacaktır. Bu; İslâm’ın hükümlerinin değişmezliği ve gerçekliği sebebiyle ve insanların İslâm’a olan özlemlerinin artmasıyla olacaktır.
İnanç, insanın özünde mevcuttur. Aksiyon kadrosunun inancı, düşünceyi canlandıracak bu da kitlelerin inançlarını körükleyecektir. Nurculuk, kitle hareketinin en bariz örneklerindendir. Onun ihlas temelli düşüncesi, İslâm insanın rotasını oluşturmuştur. Her alanda ihlas şuuruna erişen insan, inançta dirilişin numunesi olacaktır. Bunun sonucunda da İslâm dirilişi sadece kendi toplumlarını irşat etmekle kalmayacak Avrupa ve Amerika’ya sıçrayacaktır. Hristiyanların yüzyıllardır devam eden misyonerlik hareketleri, imkânları açısından şanslı olsalar da içerik bakımından ruhsuz ve geçersizdirler. İslâm ise pek çok imkânsızlığa rağmen muhtevasında gerçekliği ve ruhu barındırması nedeni ile irşat alanını yaygınlaştırmaktadır.
Çağımızda her türlü hareket felce uğramış durumdadır, kalbe ve beyne giden damarları tıkalıdır. Bu nedenle de ayakta durabilmenin yollarını aramak üzere sağa sola saldırmaktadır hepsi. Ancak teknikte ne kadar ilerlediyse ruhtan o kadar yoksun olan bu hareketlerin hiçbiri başarılı neticelere ulaşamayacaktır. Deva sadece İslâm’dadır.
İslâm çocuğu, Kur’an’ın ışığı ile koşmaktadır. Onun sahip olduğuna başka kim sahiptir? Onun silahları ve donanımı görülmez… Görülmeyen yardımlarla koşan bir çocuğa kim engel olabilir?
Diriliş Ama Edebiyatta ve Sanatta
Edebiyat ve sanatın, ölü bir toplum için değeri ruhun vücuda nispeti gibidir. Kur’an-ı Kerim’in, fetih gelmeden önceki ilk başarısı edebi bir başarı değil miydi? Yaşadığımız çağın bu bitmeyenkâbusunun bir nedeni de edebiyat ve sanatta yaşadığı yabancılaşmadır. Ancak maalesef Müslüman sanatçılar da gerek edebiyat gerekse sanatın herhangi bir kolunda meydana gelen bu yabancılaşmaya karşı nefes olamamışlardır. Hâlbuki yeni bir medeniyet, doğmak için kendi diline ve terminolojisine ihtiyaç duyar. Bilinen bir gerçektir ki dünyada ortaya çıkan tüm akımlar önce edebiyatta kendinden söz ettirmiştir. Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde aydınlar her zaman edebî kişilikleriyle öne çıkan isimlerdir. Lakin bu kıpırdanış yeterli düzeyde değildir. Edebiyat, özellikle şiir ve roman hâlen sol görüşün elindedir. Batının bu alandaki önderliği tartışılmaz iken İslâm edebiyatı hâlâ kendini bulamamıştır.
Aynı şekilde mimarimiz de estetik yönden son derece düşük, aktarmacı bir görünümdedir. İslâm mimarisi ile asla kıyaslanamaz bir hâldedir. Resim, sinema ve tiyatroda da durum benzerdir. Minyatür ve hattatlık gibi soyut resim geleneklerimiz olduğu hâlde figüratif bir çizgi izlenmektedir. Bu ise İslâm akaidine terstir. Figüratif resim anlayışının yerine kendi özümüzden çıkarılacak soyut bir resim anlayışı konulmalıdır. Putlaştırılmış izlenimi veren portreler bu sanatta asla yer almamalıdır. Sinemada ise Karagöz benzeri bir “hayal sineması” veya “rüya sineması” kurulabilir. En önemli konu içeriklerin İslâm muhtevasına uygun olmasıdır.
Sanat dallarındaki kurgu, çağın ve insanın değerlerini içermeli ki uzun ömürlü olabilsin. Metafizik bir perspektif ile mücerrede yani soyut olana yönelmek bu alanın en önemli kuralı olmalıdır. Tevhid ise her sanat dalının üzerinde durduğu pergelin ana ayağıdır. Bir toplumun, edebiyat olmadan ki en öncelikli sanat dalıdır, değişim gösterebilmesi mümkün değildir. Diğerleri ancak bundan sonra İslâm’ın yeşerttiği alanlar olacaktır. Dirilişimizin en önemli basamağı olan medeniyet, sanatla ve özellikle edebiyatla yerini bulacaktır. Bugün edebiyat ve şiirde kendine yer bulan yarın doğal olarak hayatta da kendine yer bulacaktır.
Düşünce, inanç ve sanatta meydana gelen bu diriliş, beraberinde aksiyonu getirecektir.
Diriliş Ama Aksiyonda
Düşünce, inanış, edebiyat ve sanatta atılan İslâm dirilişinin temelleri yükselerek bina görünümü alacaksa eğer bu, aksiyon ile olacaktır. Sadece niceliksel yükselimin değil; manevi yükselişin de önü açılacak ve insana her alanda yardım edecek bu manevi desteklerle İslâm medeniyeti kurulacaktır. Cihad şuuruyla savaşacak erler, önlerinde Bedir örneğini bulacaktır. İnanç, güven, sabır ve cihad Bedir’de tam olduğundan zafer de tamdır. Uhud ise bunlardan birinin, sabrın eksikliği ile negatif bir örnektir.
Tarih boyunca Bedir, Uhud ve Hendek karşımızda örnek olarak durmuştur. Zaferlerde Bedir, yenilgilerde Uhud çizgisi vardır. Hendek ise bu ikisi arasındaki bir köprü olarak gözlerimizin önündedir. Güncel aksiyonumuz da Bedir, Uhud veya Hendek olmak zorundadır. Yıllardır arada bir Bedirleşen Uhud Savaşları veriyor, geçiş dönemleri yaşıyoruz. Nihayetinde Bedir, en son ve zafer savaşımız olacaktır. Onunla birlikte varlığımız, inkâr edilemez bir biçimde medeniyetler silsilesinin tahtına oturacaktır.
İslâm ülkeleri şu anda var olmak için savaş veriyor, Hendek savaşının ilk kıpırdanışlarını yaşıyorlar. İçimizden çıkan yiğitler, kanlarını bu dava uğruna dünya tarihine nakşediyorlar. Şehid Seyyid Kutub bunun en güzel örneklerinden biridir. Ancak unutmamalıyız ki aksiyondaki eksikliklerimiz, inanç ve düşünce dirilişini tamamlamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Önümüzde duran Mekke ve Medine örneği bize, aksiyonun ağır bastığı dönemin son dönem olduğunu gösteriyor. O safhaya gelene kadar uzun süren bir iman ve düşünce çalışması dönemi vardır. Bunun yanında aksiyon da tümden yok değildir elbette.
İslâm, aksiyon safhasına geçtiğinde yapay aksiyonlar; komünizm, kapitalizm, Hristiyanlık ve faşizm bir köşeye sinecektir. Diğer tüm ideolojiler, ezmenin, zincire vurmanın, puta tapmanın, maddeye tamah etmenin aksiyonu olduğu hâlde İslâm, Allah, insan ve doğa arasında uyum kurarak barışı en uç noktalara kadar götürmek iddiasını taşımaktadır.
İslâm’ın medeniyet savaşından daha gerekli bir aksiyon yoktur. Günümüzde her bir ideolojinin dinamikleri saygın olarak kabul edilip kendine yer bulurken her türlü işin en güzelini ortaya koyan İslâm’ın aksiyonu niçin yok sayılsın?
İslâm Çağrısı Herkese ve Her Şeyedir
İslâm’ın çağrısı yüzyıllardan beri devam etmektedir ve tüm insanlığa yönelmiştir. İnsan bu çağrıya kulak tıkayabilir mi? Sicilde Müslüman olarak kayıtlı ama İslâm’dan gayrı her yöne savrulan Müslümanları İslâm, dirilmeye çağırıyor. Kur’an çağırıyor, Peygamberimiz çağırıyor, namaz çağırıyor, oruç çağırıyor, Kâbe çağırıyor…
İnsanlık maalesef uykudadır… Kıyametin ayak izleri belirmiş olmasına rağmen insan bu çağrıyı işitmemek için kendini zorlamaktadır. Ancak şafak yakındır, İslâm dirilmekte ve insanlığı da diriltmek istemektedir.
İslâm’ın esas olarak Müslümana bir çağrısı var. İlk çağrının kendi neferlerine olması doğaldır. Çünkü diğerlerini de uyandıracak bir kadronun kurulması gerekiyor. Dededen, babadan, kâğıt üzerinde kayıtta Müslüman olanlar, dirilişin mirasçılarıdırlar. Kurulacak İslâmî kadronun yaşamı, idealleri, sorumlulukları hep İslâm üzerine olacaktır. Onlar, çileli bir yolun yolcusu olmaya aday olacaklar.
Müslümanın kendine dönüşü başka bir kültüre dönüşmesinden daha zordur lakin bu dirilişin sesi, derinlerinden gelen bir sur sesi gibi onu kımıldatacaktır. Derinleşmesi gerek Müslümanın... Kendinden başkalarını düşünmeye başlaması, harekete geçmesi gerek… Ailesinin her bir ferdinden yolda yürürken yanından geçenlere kadar insanlığı düşünmesi gerek… Hakikat bilgisine vakıf olanların hâlâ mevcut olduğunu da düşünmeli ve düşündürmeli.
Amelde, ibadette, toplumsal uygulamalarda derinleşmeli… Gelecek nesillerin sadece teknik bilgi ile değil, edebiyat ve düşünce ile yoğrulması konusunda da düşünmeli ve derinleşmeli.
Şuurlanması gerek Müslümanın... Hz. Hüseyin’in şehadet şuuruna erişmesi gerek... Tarihi, günümüzü ve toplumları bilmeli ki düşmanın daha ilk adımından son adımını hesaplayabilsin.
Birlik olması gerek Müslümanın… Cemaatin öneminin tekrar farkına vararak uygulamaya geçmesi gerek…
Erdemli olması gerek Müslümanın. Yani İslâm’ı öyle sağ ve diri olarak yaşamalı ki onu öldürmeye gelen onda dirilebilsin!
İslâm’ın Yahudilere de çağrısı var. Tarihsel girdapları içinde yüzyıllardır Mesihi bekleyen bu toplum, gelen o kadar kurtarıcıya gururları yüzünden kulak asmamıştır. Kurtarıcıyı niçin bekliyorlar? Ekonomi onların elindedir, tüm siyasi ağları onlar örmüştür. Milyonlarca Müslümanı kan ağlatarak yurtlarından edip yerlerine yerleşmişlerdir. Beklenen Mesih, onlara daha ne vadedecektir? Irk gururları öyle bir raddeye gelmiştir ki dünyadaki hiçbir acı onların elinde çözüm bulamayacaktır. Hiçbir filozofları, hiçbir düşünce adamları bu kapalı din ve toplumsal yapılarının verdiği kasveti dağıtamamıştır. Yahudinin İslâm çağrısını duyabilmesi için ruhi bunalımından kurtulması gerekir. Dünya yönetimi ellerinde olmasına rağmen kimse onların dinine giremiyor! Bu büyük bir meseledir.
İslâm’ın Hristiyanlara da çağrısı var. Tanrı, hiçbir toplumu, ırkı diğerlerinden üstün tutmamış ve bu konuda bir ayrımcılıkta bulunmamıştır. O, ne sadece Yahudinin ne de sadece Hristiyanın tanrısı değil; tüm insanlığın, evrenin ve hatta yokluğun da tanrısıdır. Onun ne babası ne de oğlu vardır. İnsana babadan da oğuldan da daha yakındır. Hristiyanlığın Katolik kolu oldukça katı iken Protestanlık buna karşı olarak dinsizliğin kapısı haline gelmiştir. Ortodoksluk ise evrensellik özelliği olmayan bir mezheptir ve onun hâkimiyetinde dünya kan, gözyaşı, keder ve sıkıntıdan kurtulamamış, onun elinde dünyayı irşat etme algısı tamamen bozulmuştur. Tevhid akidesi içermeyen, ahiret ve ceza veya ödül inanışı olmayan bir dinin benimsenmesinde hiçbir fayda yoktur. Hristiyan önce; tevhidi benimsemeli, ahirete inanmalı, tüm peygamberleri kabul etmeli ve son kitaba iman etmelidir.
İslâm’ın Doğuya ve Afrika’ya da çağrısı var: İnsan dinsiz olamaz. Hâlbuki süreç gösteriyor ki komünizm tehlikesi altındaki tüm doğu ülkeleri ileriki yıllarda dinsizliğin pençesine düşecektir. İslâm, onları kurtarıcı olarak hazır bulunmaktadır. Uzak Doğu dinleri, din değil; mistik birer ahlâk öğretisidir. İleride bu da yok olacak; fıtrata aykırı olan tenasüh ve tanrı buda anlayışları tarihin tozlu sayfalarına gömülecektir.
Afrika’da ise kabilecilik anlayışı ve soy bağı bağlantılı klan medeniyeti düzeni ölmektedir. Dinsizlik yerine İslâm’a sarılmaya başlamaları onlar için mutluluk vericidir. İslâm’ın dirilişi tamamlandığında Afrika, boydan boya İslâm’la şereflenmiş bir kıta olacaktır.
İslâm’ın ateistlere de çağrısı var. Dinin, tarihsel süreçte insanlığın bilimsel yokluk içinde olduğu zamanlar için bir ihtiyaç olduğu düşüncesi, dinin derinliğini anlamayan sığ bir düşüncedir. Sadece maddede ilerleyen bir toplum, ahlâken ve manen çöküntünün eşiğindedir. Hali hazırda dinsizliğin arttığı görüntüsü, bir geçiş döneminin eseridir. Göğe çıktığı halde orada Tanrıyı görmediğini iddia eden pilot, görünürde dinle alay etmektedir. Lakin aslında arka planda ise göğe çıkarken içinde duyduğu korku yani Tanrıyla karşılaşma tedirginliği vardır. Bu kişi, yerin de göğün de Allah’a ait olduğunu bildiğinde dini kucaklayacaktır. Ve İslâm, bunu yapabilecek tek dindir.
Sonuç
İslâm’ın Dirilişi, İslâm dininin 20. yüzyıl bildirisi mahiyetinde bir kitaptır. Hâkimiyeti elinin altında bulundurduğu 600 yıl boyunca adaleti, ahlâkı ve medeniyeti tesis etmiş bir yapının, son birkaç yüzyılda durulduğunu ve yeniden nasıl canlanacağını ele almaktadır. Sadece Müslümanlara değil; diğer toplum kesimlerine, tek tanrılı veya çok tanrılı din mensuplarına ve tanrıtanımazlara da çağrısını sunmaktadır.
Sezai Karakoç’un bir sene boyunca aralıklarla yayımlanan dergi yazılarından oluşan bu eser, dünü, bugünü ve yarını okumak isteyenlere bir girizgâh sunuyor ve diğer okumalar için bir rota belirliyor. Müslümanın geçmişinde utanacağı ya da saklayacağı bir rolünün olmadığını, aksine gururla anlatacağı ve onun üzerinde tekrar ayağa kalkıp diğerlerini de kaldıracağı bir tecrübesi olduğunun temel mesajını veriyor.
Ele aldığı konuyu şiirsel bir üslup ve nida hitaplarıyla süsleyen yazar, çağrısını tüm insanlığa duyururken edebiyatın altın değerini de ortaya koymakta ve bu açıdan benzeri eserlerden ayrılmaktadır.