İnsanoğlunun hikâyesi bir bahçe ile başlar. Adem babamız ile Havva annemiz işledikleri zelle sebebiyle Allah ile beraber oldukları cennetten kovulmuşlardır ve sürgün yeri olan dünyaya gönderilmişlerdir. Arapça’da “saklı bahçe” anlamına gelen cennet kavramını anlatırken Hz. Mevlana şöyle der: “Cenneti bahçe zannetme! Allah (c.c.), akılların alamayacağı kadar güzel bir yeri bize tanıtmak için oraya bahçe demiştir.’’ İnsan-ı kamiller, tıpkı Hz. Adem’in senelerce ağlayıp “Ben kendime zulmettim. Beni bağışlamazsan hüsrana uğramışlardan olurum.” diyerek Allah’tan af dileyip tekrar cennete dönmek istemesi gibi büyük bir susamışlıkla cenneti arzularlar.
Yitirilmiş cennet
Modern yaşam, sırtını maddiyata dayamış; insanı kişisel çıkarları peşinde koşan bir “homoekonomikus”a dönüştürmüştür. Hız ve haz peşinde koşan bu insanın durmaya, düşünmeye, hissetmeye vakti yoktur. Fabrika çarklarının ve tüketim kültürünün dönme dolabında sıkışıp kalan modern insan gitgide insana, doğaya ve Tanrı’ya yabancılaşmıştır. Artık Müslüman ruhundaki cennetin yansıması olan şehirler yoktur. Sanayileşme, çarpık kentleşme, insani değerlerin yitimi bütün bu yabancılaşmanın sonucudur.
Beyhude Ömrüm'ün cennet bahçesi
1980 sonrası Türk öykücülüğünde Mustafa Kutlu, birey-doğa-toprak ilişkisinin güçlü olması hâlinde bireyin kendisi olarak kaldığını ancak bu ilişkinin bozulması sonucunda bireyin yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Onun öykülerinde, doğa bilinci yoğun bir şekilde görülür ve işlevsel açıdan bireyin var oluşu, doğa ile olan ilişkisine bağlanır.
Mustafa Kutlu’nun hikayelerinde çokça işlenen bu birey-doğa-toprak ilişkisinin en yoğun biçimde irdelendiği hikayelerinden biri de “Beyhude Ömrüm” adlı hikâyedir.
Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm
Hikâyenin kahramanı, dağ başında bir köyde yaşayan, tabiat aşığı bir Anadolu insanıdır. Köy, çok yüksekte olduğu için çeşme suyundan çekilen sular yoluyla sebze ve meyve yetiştirilmektedir. Oturduğu koca bir kayanın altından su çıkararak üzüm ve narlar ile dolu cennet gibi bir bahçe kurmayı kafasına koyan kahramanımız; harman sonu düğünü olacak kızının işlerinin yetişmesi, kaynatasının itirazı, aralarının bozuk olduğu muhtar ve köylünün konuşmaları, kanunlar gibi birçok engeli aklından geçirir ve hepsinin üstesinden geleceği inancı ile yola koyulur. Türlü maceralardan sonra amacına ulaşıp suyu çıkarır. Nihayet görenleri hayran bırakacak bir bahçe kurar. Fakat bahçenin ortasında ecel onu yakalayacak ve cennet bahçesinden ayıracaktır.
Burada da modern insanın hız ve hazdan kurulu şehirlerinden dışlayıp kovduğu ve hiç hatırlamak istemediği “fanilik” fikri karşımıza çıkmaktadır. Osmanlılar, şehirlerini inşa ederken mezarlıkları şehrin uğrak yerlerine yaparlarmış ki insanlar dünyanın bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu unutmasınlar diye. Oysa modernizm, şehirlerden mezarlıkları kovmuş; insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi tüketsinler diye faniliği bize unutturmuştur. Toprakla beraber yaşayan Anadolu insanı ise doğadaki çiçeklerin açıp solması gibi kendi faniliğine de aşinalık kazanmıştır. Beyhude Ömrüm’ün kahramanı da ruhundaki cennet özlemini bir bahçeyle gidermeye çalışırken hesaba katmadığı bir olgu onu durdurmuştur. Peki, onun dünyadaki hayatı beyhude mi geçmiştir, anlamsız mıdır? Hayır, çünkü insanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir.
Sakine Odabaşı