Susturun şu narin söğüt dallarını içimde
Böylesi bir yenilgiyi beklemiyordum
Kuyuya düşen Yusuf
İhbar edilmiş İsa: Beni siz tanırsınız ancak
Bana gölge yok söğüt dallarından soluklanacak
Oysa fazlaca suskunum; bilinmiyor ülkesi bana çarpan acının
Bir çingene bulsa beni bakmadan ardına kaçacak
Şiire tam bir tanım yapabilene aşk olsun. Şiir, duygu işi olunca tanımlanması da biricik olur. Şiirle şuur ortak kökten geldiğine göre şiire şuurlu bir duruş da yaraşır elbet.
Üsküdar kitap fuarında tesadüf edip aldığım Bülent Parlak’a ait “Sevgili Huzursuzluğum” adlı şiir kitabı, bende tatlı bir huzursuzluk bıraktı. İzdiham Yayınları’na ait, sekizinci baskısı yapan bu kitapta yirmi şiir bulunmakta.
Merhaba
Sözlerime küfürle başlamak istiyorum
Yani ben Hiroşima’yı duyunca Japon olan ben
Tombul ve yüzü kırışmış kadınları görünce üzülen ben
Kapı pervazlarından geçerken besmeleyi unutunca
Yüzü kızaran köylü adamlardan olan ben
Şiirlere haklı bir huzursuzluk sinmiş. Haritası Kayıp şiirinde haritam nerede, diye sorguluyor şair. Oysa haritası mazlumun yanında, haksızlığın karşısında. Gazze’ye şiir yazılmaz elbet. Cezayir dile getirilmez. Kaç kişi dişi sararmış inşaatçılar yüzünden estetik cerrahlarına sarı zarf içinde kınama cezası vermek ister?
Şiirlerdeki sosyal damar dikkat çekici çoklukta. Zenciler, ilk iş günündeki utangaç dilenciler, Sovyetlerden medet umanlar, hiç mektubu gelmeyen onbaşılar, süveter ören karısını düşünenler, küfürler ezberleyenler, her yaşta yetim olanlar, cehennemden getirdiği birkaç kova ile öfkesini kaynatanlar, elini kulağına atıp müşriklere detone bir şekilde arya okuyanlar, hakkında hiç şiir yazılmamış bir kız gördüğü için Kennedy’nin katili ilan edilenler, biraz kıskanç ve Ömer öfkesinde olanlar, sana hangi dilde dil dökeyim diyenler, cennette sigara içen hamile kadınlar, rençberler, saklanma duygusu içinde olanlar, azınlıklar, vakti dolmuş adamın tövbeleri, insan etine doymayan mezarlar, suça ortak olacak bildiri dağıtan teyyareler, kirli sakallarıyla yeni evli bir çifti tek celsede boşayan yargıçlar, rütbesini rüşvete satan genareller, tükenmiş bir halk şair duyarlılığıyla şiire yakışır bir üslupla ele alınır.
Şiirlerde gelenekten, dinlerden beslenen damar da göze çarpar. Kuyudaki Yusuf, ihbar edilmiş İsa, melekler, havariler, cennet, cehennem, Allah, dört kitabı heceleyen kekemeler, Ömer öfkesi…
Kim tercüme edecek yana düşmüş kollarımı
Tanrım bari sen konuş, en çok dili bilen sensin, derken Tanrı’dan medet uman bir yakarış hâlini alır şiirleri.
Post modern eserlerde metinlerarasılıkla nasıl ki farklı metinler buluşturulursa Bülent Parlak da şiirlerinde farklı toplumları ortak bir paydada bir araya getirir. Şair muhayyilesiyle Kızılderili reis tüylerini başa taktırıp oturan boğalar ile bozkırdaki köylüleri ayaklandırır.
Sana yeniden dirilmiş annemi seyreder gibi bakardım
Çehremde bir sürü göz havari gibi, anons gibi, çarpıntı gibi
Roma yakılırdı yanımda dönüp bakmazdım; ilkçağ, ortaçağ ve sen
Cennetten mi emmiştin sütünü bu güzellik nereden
……
annem başucuma süt koyardı içeyim diye
merhamet çok unutkan ah merhamet
……
annem öldüğü yerden örtmeyecekse üstümü
melekler saymasın beni, içtimanız sizin olsun
“Anne” kavramı; dua kapısı gibi merhametin sembolü gibi birçok şiirinde bilinçaltı olarak yansır.
Okula gider ön yüzü Türkçe arka yüzü problem
At yarışçısı öğretmen, kuponların arkasında sözlü notu yazılı
Disiplin kurulunda gardiyan oğluyla
Beş şıktan dördü yanlış bizim ali ne yapsın
Eğitim sisteminin yarış atına çevirdiği duruma ayna olur beş şıktan dördü yanlış adlı şiirinde.
Büyük günahları var çocukların
Uçaklar Allah’tan daha kocaman
Bir galip ararlar yarıştırıp atlarla örümcekleri
Yugoslav adlı şiirinde geçen bu dizeler dünya tarihinin özeti gibi. Atlarla örümcekler her devirde yarışmamış mı ki? Hâlihazırda Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan savaş, elli yaşında bir adam ile beş yaşındaki bir çocuğun savaşı gibi değil de ne? Afrika’da aç bırakılmış yarı çıplak çocuklar için, Bosna’da tecavüze uğrayanlar için, Filistin’de kaderi kedere dönüşenler için, Hocalıda alevler içindeki duyulmayan çığlıklar için, Irak’ta, Myanmar’da yaşanan zulüm için duyarlı bir şairin şiiri de bülbül gibi ağıt yakmalı insanlığa.
Parklarda heykeller yalnızlıktan vazgeçerken
Melekleri atlatıp cehenneme koşar gibi
Sahipsiz kusurları alıp da gideceğim
Yaşamaktan pes düşmüş çıraklar el sallıyor
Sultanlara yakışan bir yalnızlık yüzlerinde
Sahipsiz ne çok kusur var bu dünyada değil mi? Hassas yüreklere de bu kusurları yansıtmak kalıyor.
Yaşamım
Kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor
Affedin beni
Doğmuş olduğum için affedin
Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Hüzünlü çıraklara denk gelmeseydim
İnsanlığın acılarını yüreğinde emdiren şair; her ne kadar kaçış, yalnızlaşma, yabancılaşma, tuhaflaşma haline evrilse de hüzünlü çıraklara denk gelince el verenlerden olmak gerekliliğinin bilincinde olur.
Ne zaman kalsam kendime hep
Yanlış kuşlar uçar çocukluğumun üstünden
Eski bir yetimden esinlenen çocukluğumun
Şimdi ne anlatsam size tuhaf kaçar, susayım
Aradan Çıksın Diye adlı şiirinde “susayım” derken konuşan bir şair buluruz diğer şiirlerinde olduğu gibi.
Şaire susmak yakışmaz elbet. Ne demiş Mehmet Emin Yurdakul: “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir; zaman ona kanı damlayan dişlerini gösterir, bu zavallı sürü için ne merhamet ne hukuk, yalnız ağır bir yumruk.”
Bülent Parlak’ın şiirlerinde de işte böyle bir yumruk hâli hâkim.
Süheyla Karaca Hanönü