Ömür Uzel, Karkarga Yayınlarından çıkan “Tarihe Geçen Savunmalar” kitabında, geçmişte kendi davalarına güçlü bir bağ ile bağlı insanların savunmalarından örnekler veriyor. Bu insanların aslında onları yargılayanlara karşı değil, tarihe karşı bir savunma yaptıklarını okuyacaksınız. Hukuk tarihine geçmiş on beş muhteşem savunmayı derleyip kitap hâline getiren Ömür Uzel, Sokrates’ten Aziz Nesin’e, Fidel Castro’dan Aliya İzzetvegoviç’e kadar farklı zaman diliminde, farklı ideolojilerdeki insanların unutulmaz savunmalarını aktarıyor. Kitapta, kendi zamanlarına yön veren bu insanların davalarından nasıl vazgeçmediklerine ve nasıl dik durduklarına tanık olacaksınız.
Sokrates: Yasalar beni suçlu görebilir ama esas suçlu, yasalar!
Sokrates, Atina demokrasi tarihi ve felsefesinin en önemli isimlerinden biriydi. Konuşmayı seven ve doğru bildiklerini söylemekten kaçınmayan gerektiğinde korkusuzca tartışabilen bir yapıya sahipti. Sokrates, daima erdemli olunması gerektiğinden bahsetti ve yanlış olarak gördüğü ne varsa eleştirdi. Hata yapan devlet olduğunda dahi hiç çekinmeden eleştirirdi. Gücü elinde tutanın yanında olan devlet kanunlarını hiçbir zaman kabul etmedi ve onun için beklenen son yaşandı. Sokrates kendisine yöneltilen; tanrıları reddetme, şehrin inandığı tanrılara inanmama, yeni tanrılar icat etme ve gençleri yanlış yollara saptırma suçlamalarıyla mahkeme önüne çıkarıldı. Atina’nın Beş Yüzler Meclisi’nde, yargılama yetkisine sahip bir kurum önünde yapılan ve “İlk savunma” olarak kabul edilen savunmasının sonunda Sokrates, ölüme mahkûm edildi.
Fakat ardında bıraktığı savunması, ölüme meydan okuyan ve bildiği doğrulardan şaşmayan bir savunma olması sebebi ile arkasından gelenlere örnek oldu. İğneleyici ve alaycı ifadeler içeren savunmasına, “Beni suçlayanların sizlerin üzerindeki tesirini bilemiyorum ama bahsettikleri suçlamalar ve sözleri öylesine kandırıcıydı ki şahsım adına onları dinlerken az kalsın kim olduğumu unutuyordum.” diyerek başlayan Sokrates, onu suçlayanların tek bir kelimelerinin bile doğru olmadığını dile getirdi. Ancak Sokrates’in şaşırdığı yargıcıların halkı, onun usta bir konuşmacı olduğu bu nedenle yalanları ile herkesi etkileyebileceği konusunda uyarmalarıydı. Sokrates savunmasında devlet düzenini ve yaşamı da sorguladı. Halka seslenerek bu idam cezası ile onu değil, kendilerini cezalandırdıklarını söyledi. O, öldüğünde hem büyük hem cins ama büyüklüğünden ötürü yavaş ve dürtülmeye muhtaç bir ata benzeyen devleti yerinden hareket ettirmek için ellerinde kimse olmayacaktı. Sokrates, devletin başına gelmiş en büyük belaydı ama onun yokluğunda devleti ikaz edecek, azarlayacak başka bir kimse yoktu.
Sokrates’in savunduğu fikirlerden vazgeçerse cezasının kaldırılacağını söyleyen mahkemeye yanıtı oldukça netti. İdam kararından kurtulmak için bile olsa asla görüşlerini değiştirmiyor ve söylediklerini geri almıyordu. Onu ölümle cezalandıran herkes, ondan ağlayıp sızlamasını, yalvarmasını ve canının bağışlanması için merhamet dilemesini istiyordu. Gerçekte, Sokrates’i idama götüren düşünce ve de ifadeleri değil, onun otorite karşısında eğilmez bir başa sahip olmasıydı. O, bir tehdit ile karşılaştığında ne geri adım atmak gibi bir davranışta bulunur ne de af dilerdi. İdamından önce yaptığı savunmasında tüm Atinalıları kendi gibi olmaya, ölümden çekinmeyip düşünceleri arkalarında durmaya davet etti. Onun görüşüne göre iyi ve erdemli bir insana ne hayatta iken ne de ölümden sonra hiçbir kötülük gelmez ve tanrı onu korurdu.
Fikirlerinden vazgeçmek yerine, yaşamaktan vazgeçen ve baldıran zehri içerek yaşamını sonlandıran Sokrates’in hâlâ hukuk fakültelerinde okutulan savunması, Atinalılardan son bir istekte bulunmasıyla biter. İsteği, evlatları büyüdüğünde erdemden çok zenginliğe ya da başka şeylere düşkünlük gösterdiklerini görürlerse o, Atinalılarla nasıl uğraşıp azarlamış ve uyarmışsa Atinalıların da evlatlarına öyle davranmalarıdır. Böylece hem Sokrates’in hatırasına hem de evlatlarına iyilik yapmış olacaklardır. Ayrılık vakti geldiğinde savunmasını şu cümleler ile tamamlar Sokrates: “Vakit geldi, yolumuza gidelim; ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi? Bunu tanrıdan başka kimse bilemez.”
Fidel Castro’nun savunması
Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro, Moncada Kışlası Baskını sonrasında yakalanarak 1953’te yargılandı. Castro ve arkadaşları, o zaman yönetimde olan Diktatör Batista’yı ülkenin yönetiminden düşürerek bir devrim gerçekleştirmek istedi. Fakat girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı ve tutuklanarak cezaevine konuldular. Fidel Castro’nun yaptığı savunma, onu sanıktan itham edene dönüştürmüş, kendisini yargılayanları ise suçlu olarak göstermiştir.
Castro, savunmasına yargıcılara seslenerek başlamıştır. Suçlu olarak gösterildiği davanın hem sanığı hem de avukatıdır. Üstelik o güne kadar hiçbir sanık ne böylesine ağır bir hukuksuzluk ve adaletsizliğe maruz kalmış ne de bir avukat böylesine haksız koşullarda savunma yapmak durumunda bırakılmıştır. Bir sanık olarak da tam yetmiş altı günden bu yana, tek kişilik bir hücrede her türlü insanî ve hukuksal haktan mahrum bırakılmış bir şekilde bekletilmiştir. Savunmasını kendi yapmak durumunda kalmasının iki nedeni vardır. İlki, savunmasına yapabilecek herhangi bir makama ulaşma imkânından bütünüyle yoksun bırakılması; ikincisi ise böyle bir savunmayı ancak ülkesinin ne kadar hak ve hukuktan kopmakta olduğunu ve bu vaziyet karşısındaki çaresizliğini görüp anlayan, bu durumu vicdanında derin bir sızı olarak duyan birinin üstlenebilecek olmamasıdır.
Yalnızca Küba tarihi için değil, dünya tarihi için de en önemli belgeler arasında yer alan savunmasında Castro, “Sizler bu davayı cumhuriyet tarihinin en mühim davası olarak duyurmuşsunuz. Eğer gerçekten böyle olduğuna inanmış olsaydınız, otoritenizin dalga konusu olmasına göz yumarak, yerle bir olmasına müsaade etmezdiniz.” der ve yeniden hakimlere seslenir. Başına gelenler gerçekten ibret alınması gereken bir durumdur. Mahkeme salonuna çıkmasını engellemek isteyenler ona doktor raporu alması için ısrar etmiştir. Ancak Castro her şeye rağmen davasında bir numaralı sanık olarak çıkmaktan çekinmemiştir. Onun savunmaya çıkmasını istemeyen rejimin ta kendisidir. Suçsuz olduğunun bilinmesi, rejimi korkutuyordur.
Hapis cezasıyla sonuçlanacak mahkemedeki savunmasını noktalarken savunma makamının savunma sonunda beraat istemeleri bir kural olsa da bunu yapmaz ve beraatini talep etmez. Sebebi, birlikte yola çıktığı arkadaşlarının Pinos Adası’ndaki cezaevinde acı çekerken beraat istemenin doğru olmadığını düşünmesidir. Onların yanına giderek yoldaşlarıyla aynı kaderi paylaşmayı arzu eder. Üstelik bir katil ve hırsızın ülkenin başında olduğu bir cumhuriyette, dürüst insanların katledilmelerinden, masumların cezaevlerine atılmalarından daha anlaşılır bir durum olamayacağını düşünür. Son sözleri, “Tarih, eninde sonunda beni aklayacaktır!” olan Castro ve devrimciler daha sonra Batista tarafından çıkartılan af ile serbest kalır. Castro, Granma adlı tekneyle Küba’ya çıkar ve Küba Devrimi ile sonuçlanacak mücadeleyi başlatır.
Faşizmi yargılayan savunmalar: Ulrike Meinhof, Georgi Dimitrov, Emile Zola
Alman devrimci teorisyen ve gazeteci Ulrike Meinhof, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun öncülerindendir. Sosyalizmin kitlelerin eylemleriyle sağlanabileceğini savunan Meinhof, Alman basını tarafından “Baader-Meinhof Çetesi” olarak anılan bir grup içerisinde yer alır. Eylemleri sonrası kaçak yaşamaya başlayan Meinhof, 15 Haziran 1972’de tutuklanır. Oyun yazarı ve yönetmen Dario Fo, mahkeme ve sorgu tutanaklarını inceleyerek bu gerçek hikâye üzerinden, “Ben Ulrike, Bağırıyorum” oyununda Ulrike Meinhof’un ağzından bir savunma yazısı yazar. Yazının sonunda, “Cesedim, bir dağ gibi ağır olacak. Yüz binlerce kadın kolu, bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! Ve hep birlikte ‘Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz’ diye bağıracaklar.” diyen Meinhof, birkaç kez ömür boyu hapis cezası istemiyle yargılanır ve 1976’da hücresinde ölü bulunur.
Bulgaristan’da sosyalist yönetimin kurucusu, uluslararası işçi hareketinin önderlerinden Georgi Dimitrov ise yaşamı boyunca faşizme karşı sürdürdüğü mücadelesiyle bilinir ve 27 Şubat 1933’teki “Leipzig Savunması” ile tarihe geçmiştir. Alman parlamentosunun toplandığı binada çıkan yangından sorumlu tutulan komünistler arasında Dimitrov da vardır. Mahkemeye tanık olarak çağırılan Nazi İçişleri Bakanı Göring’in elinde hiçbir kanıt yoktur ve suçlamalardaki tutarsızlıkları ortaya çıkaran Dimitrov, bakanı bir hukukçu gibi sorgular. İlerleyen günlerde yine tanık olarak mahkemeye gelen Halkı Aydınlatma ve Propoganda Bakanı Joseph Goebbels’i de köşeye sıkıştırır ve tüm dünya bir mahkeme salonunda faşizmin nasıl yargılandığına tanık olur.
1894 yılında Fransa’nın Genelkurmay Karargahı’nda görevli Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Alman Askeri Ateşesi Schwartkoppen’e bilgi sızdırmakla suçlanır. Yahudi asıllı Dreyfus, imzasız bir ihbar mektubu nedeniyle vatana ihanet suçundan hapse mahkum edilir. Bir süre sonra askeri istihbaratın başına gelen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını yeniden açar ve mektubun başka bir subaya ait olduğunu öne sürer. Mahkeme, Picquart’ı görevden alınca Emile Zola devreye girer ve cumhurbaşkanına “İtham Ediyorum!” başlıklı açık bir mektup yazar. Kaleme aldığı mektubu ile Zola, bir hukuk dersi ve haksızlığa karşı bir direniş olarak tarihte önemlidir. Dreyfus davası ise Yahudi düşmanlığıyla Batı’nın ilk yüzleşmesi olarak zihinlerde yer alır.
Ben bu memleketin hakiki evladıyım
41 yıllık kısa yaşamına “Kürk Mantolu Madonna”, “Kuyucaklı Yusuf”, “Kağnı”, “Ses”, “İçimizdeki Şeytan” gibi önemli roman ve hikâyeler sığdıran Sabahattin Ali, siyasal kimliği ile de ön plana çıkmıştır. Siyasal düşünce özgürlüğünün henüz yerleşmediği 1930’lu yıllarda sağ ve sol kesimden eleştirilere maruz kalan Ali’nin kimseye boyun eğmeyen bir kişiliği vardı ve özellikle öğretmenlik yaptığı yıllarda hakkında sürekli dava açılıyordu.
Meşhur savunmalarından biri olan reisicumhura hakaret davasındaki savunmasında kendini bu memleketin hakiki evladı olarak tanımlamıştır. Bu nedenle hükümeti tenkit de etse bunu kanunlar çerçevesinde memleketini sevdiğinden yaptığını söylemiştir. Savunmasında da bir kez daha bildirdiği gibi ne Serbest Fırka ne de Terakki hareketine dâhil değildir. Sabahattin Ali, “Devlet ve millet beni dünya kadar masraf ederek okuttu diye bunu bir iftira yüzünden hapislerde çürüyeyim diye yapmadı, bana yapılan bu iftira yalnız şahsıma değil, millet ve devletin bana sarf ettiği emeğe hıyanettir.” diyerek savunmasını bitirmiştir. Dava sonunda cumhurreisine hakaretten on dört ay hapis cezası verilen Sabahattin Ali, on ay hapis yattıktan sonra Cumhuriyet’in onuncu yıl affıyla süresinden dört ay önce hapisten çıkar.
Bütün sevgimi özgürlüğe veriyorum
Aliya İzzetbegoviç, Bosna-Hersek’in kurucu cumhurbaşkanı ve bağımsızlığının lideridir. Kendisine, liderlik vasıfları ve bilge kişiliğinden dolayı “Bilge Kral” tanımlaması yapılmıştır. Eğer Bosna’nın verdiği bağımsızlık mücadelesinden bahsedilecekse ondan ve savunmasından bahsetmemek doğru değildir. Saraybosna’da askerlik yaptığı sırada tutuklanan İzzetbegoviç, savunmasına Yugoslavya’yı çok sevdiğini söyleyerek başlar. İzzetbegoviç, ülkenin kanunlarını çiğnemiş olmaktan yargılanmasının mümkün olmadığını çünkü yazılı hiçbir kural olmadığını söyler. Yugoslavya’nın başındaki iktidar sahiplerinin, kendi kendilerine müsaade edip yasakladıkları hâlleri, anayasayı ve kanunları dikkate almaksızın empoze etmeye çalıştıklarını savunur. Olmayan bir kural ihlal edilemezdir.
İzzetbegoviç, sözlerinin devamında bir Müslüman olduğunu ve daima Müslümanca yaşayacağını vurgular. Şahsı, dünyadaki İslâm davasının bir neferidir ve son nefesine kadar böyle kalmaya devam edecektir. İslâm, onun için güzel ve değerli olan her şeyin diğer adıdır. Dünyada yaşayan tüm Müslüman halklar için daha güzel bir gelecek vaadinin ya da ümidinin, onlar adına onurlu ve özgür bir yaşamın, özet olarak inancına onun inancına göre yaşamaya değer her şey İslâm’a dâhildir. Aliya İzzetbegoviç, yargılama sonrası Askeri Mahkeme tarafından hapse mahkum edilir.
Dünya tarihine geçmiş olan savunmalar; kendini müdafaa edenleri değil, zamanın geçmesiyle birlikte yargılayanları mahkûm etmiştir. Onlar, duruşma salonlarında yaptıkları savunmalarla, tüm dünyaya seslerini duyurdular ve tarih sayfalarında kendilerine ayrılan yerlerini aldılar.
“Tarihe Geçen Savunmalar” kitabı ile tarihin bir dönemine yön veren isimlerin davalarından nasıl vazgeçmediklerine, nasıl dik durduklarına tanık oluyoruz. Bu savunmaların ortak özelliği, hiçbiri kendini düşünmüyor ve günü kurtarmanın derdinde değildir. Her dönemin şartları farklı olsa da savunmalar aynı yola çıkıyor; masumiyet, özgürlük, iktidar, koltuk sevdası, güç, mevki ve en önemlisi bilgisizlik. Cesaretleriyle, duruşma salonlarından tüm dünyaya seslerini duyuracak şekilde savunma yapan bu insanların, aynı zamanda tarihi bir sorumluluk aldıklarını ve çağlara hitap ettiklerini söylemek mümkündür.
Mustafa Akıncı