Hukuk fakültesindeyken “hukuk felsefesi ve sosyolojisi” isimli bir dersimiz vardı. Her anını pürdikkat dinlemeye çalıştığım, not almak adına canhıraş azmettiğim, kalemi bile terlettiğim başka bir ders olmuş muydu, hatırlamıyorum. Bu, dersin güzelliğinden ziyade Tayfun Hocamız’ın maharetindendi. Hocanın deniz derya bilgisi ve o bilgiyi gönüllere nakşetme teknikleri cezbederdi. Her derste kitap, film isimleri havada uçuşur, güzel insanların hayat hikâyelerinden dersler verir; bazen bir şiirle bazense bir şarkıyla gönüllerimize dokunurdu.
Bir gün amfiye ufak-tefek, ince kapaklı bir kitapla girdi. Derse giriş yapmadan biraz muhabbet etmek âdetiydi. Kitabı kaldırdı ve sordu, “Aranızda Küçük Prens’i okuyan var mı?” Kalkan eller arasında benim elim yoktu maalesef. O zamana değin ismini çokça duymuş lakin okumamıştım ya da daha güzel bir ifadeyle söylersek kaderlerimiz kesişmemişti.
Tayfun Hoca’nın tabiriyle, “küçük-büyük kitaplardandı” Küçük Prens. Hacmi küçük ama tesiri büyük. Bir mülakatta okuduğum Onur Dinçer’e ait şu sözler de hocanın sözlerini teyit ediyordu: “Her sanat eseri, kelimelerle anlatılamayacak bir alan kaplar insanda. Bu alanın büyüklüğü eserin de büyüklüğüdür. Küçük Prens’te bu alan, bir çöl kadar büyük.” Her yaşta ayrı bir keşif yapabileceğimiz bir kitap olarak tanıtmıştı bize. Aslında çocuk kitabı olarak tasnif edildiğini fakat çocukluktan yaşlılığa doğru belli aralıklarla okuyanın, her okuyuşta göremediği bir yeri daha aydınlatacağını ifade etmişti. Kitabı tanıtırken kurduğu cümleler böylece hafızamın bir köşesinde yer etti.
Küçük Prens'i öyle herhangi bir kitapçıdan değil, hikâyesi olan bir anıyla birlikte almak niyetindeydim. İşte o fırsata, Ankara'da bir kitapçıda eriştim. Aldıktan sonra hemen okumaya başladım. Tayfun Hoca’nın söylediklerinden daha fazlasını buldum içine daldıkça. Kitapla adeta bütünleştim. Exupery'nin anlattıkça sanki kahraman benmişim gibi hissettim. Satırlara işlenen cümlelerin manasının sathi olmadığını, sadrı delip geçen kurşun gibi, insanı kalpten çarptığını fark ettim. Çocuk kitabı deyip de alaycı bakışlarla tahfif etmeyen, ciddi bir okuma gerçekleştiren bir kimseyi derinden sarsabilecek bir kitap olduğunu anladım.
Kitabın muhtevasından bahsedelim biraz da. Olaylar, bir pilotun uçağıyla kaza yaparak Sahra Çölü’ne inmesiyle başlıyor ve pilotumuzun yolu Küçük Prens ile kesişiyor. Kitabı okumadan önce yazarın biyografisinden elde ettiğim bilgilere göre asıl mesleği pilot olan ve bir zaman uçağındaki arıza nedeniyle Sahra Çölü’ne inmek zorunda kalan yazarımız, kitapta canlandırdığı pilot karakteriyle bize iç dünyasının kapılarını açıyor. Bu yönüyle Küçük Prens, bir anlamda derinlerde saklanan çocukluğumuz, modern hayatın karmaşası içerisinde ulaşmaya çalıştığımız özümüz olarak da düşünülebilir.
Yazar, alegorik bir dille, eleştirel bir üslupla yaklaşıyor okuyucuya. Günümüz insanının haline güzel, sıkı, ince tenkitler getiriyor. İthafta yer alan “Her yetişkin önce çocuktu… Ama pek azı bunu hatırlıyor” cümlesi kitabın özeti niteliğinde. Çünkü kitap baştan sona, büyüdüğünü zanneden insanların yaptığı büyük hataları anlatıyor bizlere. Büyüdükçe kirlenen, kirlendikçe büyüdüğünü zanneden biz sözde büyüklerin, çocuk gördüğü, çocuk zannettiği kimselerin hayatından öğreneceği çok şeyin olduğunu kanıtlıyor. Büyüdüğünü zannettiğimiz zihinlerimizle çocukları küçümsüyoruz fakat aslında küçümsenecek çocukluk değil, büyüklük. Zira hiçbir çocuk diğerine bilerek zarar vermek istemez. Hiçbir çocuk savaştan, kandan, acıdan, kötülükten, kaostan beslenmez. Hiçbir çocuk diğerinin yarasından menfaat devşirmez ve yekdiğerinin acı çekmesinden zevk duymaz. Büyük dediğimiz küçük zihniyetli insanlar yapar bunu.
Onur Dinçer’in deyimiyle kitap, “Hızlı ve modern dünyaya karşı bir anti-manifesto. İnsanların modern gündelik uğraşlarının yapaylığına ve anlamsızlığına ve insanların bu anlamsızlıktan bihaber olmalarına bir eleştiri. Bundan kaçış yolu olarak çocukluk idealize edilmiş.” Küçük Prens, çocukça saflığı ve samimiyetiyle muhtaç olduğumuz özü, insan olmaya doğru giden karakterli duruşu simgeliyor.
Küçük Prens’teki imgeleştirilmiş karakterin her biri, dünyada insanlık tarihi boyunca şikâyet konusu olmuş bir soruna tekabül ediyor. Kral, güç müptelası, hodbin, mağrur, şan ve şöhret aşığı olmayı; patron, açgözlülüğü, hasisliği, para ve mal düşkünlüğünü ve zenginliğin tek gaye olarak benimsenmesini; ayyaş, her türlü bağımlılığı; fenerci, bürokrasinin anlamsız işlerini, insanların kendilerine emredilen işleri hiç sorgulamadan yapmasını, insanların işlerini kutsallaştırıp ona tapmasını yansıtıyor.
Küçük Prens, özlem duyduğumuz, olmak istediğimiz, belki arayıp da bir türlü erişemediğimiz bir yaşamın yansıması. Küçük Prens, bir yaşam tarzı, hayat felsefesi. Onun hakkındaki şu tespit, bu durumu muhteşem bir şekilde özetliyor: “Bence bir sufi, Küçük Prens. Fakat o hayatın kutsal bilgisine/anlamına kendi iç-görüsüyle erişmiş. Herhangi bir disiplin tarafından eğitilmemiş. Özellikle kurduğu şu cümle sufizmin özeti: ‘İnsanlar aradıklarını bir gül ya da biraz suda bulabilirler ama gözler kör. Kalp ile aramak lazım.”
Her ne kadar bir çocuk kitabı olsa da asıl sözü büyüklere. Kitap hakkındaki bir değerlendirmede denildiği gibi, “Kitap, çocuklara nasıl iyi bir ‘yetişkin’ olacaklarını öğretmekten ziyade yetişkinlere nasıl “iyi” yetişkin olunuru hatırlatıyor.”
Süleyman Çınar