Olur ya, size birisi “bana şehrini tarif et, senin şehrin nasıldır, nasıl bir yere şehir dersin” diye sorsa ne cevap verirsiniz? Kimse sormaz ama diyelim ki sordu bana birisi, benim cevabım şöyle olurdu tahminimce: “şehir, muhakkak bir akarsu, dere, çay, ırmak tarafından (ama etrafını yıkan cinsinden değil, sakince akan) ikiye bölünmüş ve yine muhakkak eteğine kurulduğu tepenin başında o şehre göz kulak olan, koruyan bir/kaç evliyanın türbesi, makâmı bulunan bir yerdir” derdim. Tabii bu tarifte bir de orada yerleşik insan unsurunun özelliklerine de değinmek gerek; ne de olsa ‘şerefi’l mekân bi’l-mekîn’, yani bir mekâna asıl şerefini veren oradaki insanlardır.
Şehrin manevî mimarları
Bu, bir şehirde bir/kaç evliya makâmı olması çok önemlidir; o şehri kuran, fetheden askerî ve siyasî dehalar ne kadar maddi mimarlarsa evliyalar da manevî mimarlarıdır o şehrin. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’inden aşinasınızdır bu konuya, o ne diyordu ‘Ankara’ bahsinde, bir bakalım:
“Evliya Çelebi’nin Ankara’sı, muasırı olan yahut sonradan gelen seyyahlarınkine pek benzemez. Daha ziyade fantastik bir sergüzeştin etrafında toplanır. Ankara’ya gelen Evliya, vâkıa şehri, kalesi, hisarı, Paşa sarayı, serdarı, hususî kazanç kaynakları, bahçelerinin meyvası, mektep ve medrese, cami sayıları ve âdetleriyle tasvir etmekten geri kalmaz, fakat asıl orkestrasyonunu bugün, yattığı yerin adı bile unutulan bir Türk evliyasında yapar. Evliya’nın Hacı Bayram-ı Veli için bir hatim başladığı halde kendisini unutmasına üzülen Erdede Sultan gece onun rüyasına girmekle kalmaz, aynı zamanda gaipten gönderdiği bir elçiyle sabahleyin ona kendi merkadini gösterir. Evliya Çelebi’nin el ele Ankara sokaklarında yürüdüğü ve sonradan birdenbire fazla tecessüsü yüzünden kaybettiği gaip âlemlerden gelen bu rehberin elleri kemikmiş ve sesi toprak altından gelir gibi derin ve boğukmuş.”
Tanpınar, dediğimiz gibi Beş Şehir’inin ‘Ankara’ bahsinde bunu aktardıktan sonra kendisi de bu meçhul gönül erinin mezarını aramaya koyuluyor Ankara’da, fakat bulamıyor. Derken bahsin devamında şu tespitte bulunuyor, ya da itirafta: “Seyahatlerine, doğruluğundan şüphe ettirecek derecede lâtif ve mizahî bir rüya ile başlayan Evliya Çelebi’nin rüyalarına ne kadar inanabiliriz? Bunu pek bilemem. Zaten ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum.” der ve bu işten hep kârlı çıktığını da ekler. Yukarıdaki ifadenin altını, size saygısızlık etmek için değil, önemini vurgulamak amacıyla çizdim. Nedense o cümleyi okuduktan sonra zihnimde muhterem Sadettin Ökten Hocamızın bir sohbette söyledikleri geldi; efendim bazı tarihçi akademisyenler Ziya Nur Aksun’un 6 ciltlik Osmanlı Tarihi’ni, indeksi olmadığı için pek ciddiye almazlarmış. Yahu, demişti Sadettin Hoca aynen Tanpınar gibi, ben onu tenkit etmek için okumam ki, inanmak için okurum. Başka bir sohbette de, arasıra Ziya Nur’un tarihinden rastgele bir sayfa açıp tefeül ettiğini de söylemişti.
Siirtli hikâye anlatıcıları
Bu bir şeylere inanmak, inanma ihtiyacı duymak meselesi önemlidir. “Bana yalanlar söyle, aldanmak istiyorum” diyen şairde de, içerisindeki büyük boşluğu bir şeylere inanarak doldurma ihtiyacı sezilir. Sanıyorum Tarık Tufan’ın Kraliçe’nin Pireleri kitabında okumuştum; eskiden Fatih merkeziyle sanıyorum Fener-Balat arasında, genellikle Siirtlilerin oturduğu bir mahalle varmış. Bu Siirtliler göçle gelip bir şekilde boşalan oradaki büyük ahşap konaklara yerleşmişler. Geniş aileler oldukları için belki üç-dört nesil aynı çatı altında, teyzeler-halalar-amcalar-dayılar hep bir arada kalırlarmış. Tabii onları derleyip toparlayan, bir araya getiren, hep bir arada kalmalarını sağlayan da ailenin en büyüğü olan dedeymiş. Demek ki Doğu’da, Güneydoğu’da ya da belki Siirt özelinde böyle bir gelenek var; bu dede her akşam toplarmış tüm aileyi –belki de onun böyle bir çaba içerisine gerek kalmaksızın doğal bir insiyakla toplanıyorlar-, günlerdir-haftalardır-aylardır anlattığı hikâyeyi kaldığı yerden anlatmaya devam edermiş. Bu hikâyeyi bir yerden bakıp okumuyor, içinden geldiği gibi, içine orada bulunanları da katarak üstelik, anlatıyor da anlatıyor. Bu, kahramanları aile bireyleri olan, konusu hem tarihten hem güncel olaylardan alınan hikâyeyi en olmadık, en heyecanlı yerinde keser, “bu akşam bu kadar yeter” der, milletin dinleme iştiyakının ertesi güne daha da artmış bir şekilde devam etmesini sağlarmış. Hal böyle olunca orada bulunanlar da ertesi gün hikayede kendilerinin ne haltlar karıştıracağını, ya da neler yapacaklarını merak ederlermiş, falan. Gerçi Meksika Sınırı’nda Şam’da da böyle hikâyecilerin, hikâye anlatılan kahvelerin hâlâ var olduğunu duymuştum. İşte dede burada hem toprağa bağlılığı simgelerken hem de aile bireylerinin birlikteliğini, bağlılığını ve ailenin sürekliliğini de sağlıyor.
Hayâl ve harikuladeden nasiplenmek
Aslında belki de tam öyle de değildir. Hikâye, hikâye anlatıcısı derken ‘hikâye’den ne kastettiğimiz önemli sanırım. Tanpınar’ın Beş Şehir’ini okumaya devam edelim: (Efendim bu sefer ‘Erzurum’ bahsinde Tanpınar, bir halk ozanını arayışından bahseder, sorar soruşturur, ‘şu kahvede bulursun’ derler, o da güç bela bulur kahveyi…)
“[kahveyi buldum ama] O yok. Onun yerine Türkçe’yi mevlid gibi adeta tecvidle telaffuz eden bir hoca, beş mumluk bir petrol lambasının ışığında Battal Gazi okuyordu. Yıpranmış kitap ve isli lamba, kahvenin peykesine konmuş üstü mum lekeleriyle dolu, küçük ve tahtadan bir iskemlenin üzerindeydi ve adam bu rahlenin önünde iki diz üstünde durmadan sallana sallana hikâyesini okuyordu. İri burnu üstünde nasıl tutturduğuna hâlâ şaşırdığım kırık gözlükleri, ince, kirli saçı, kır düşmüş hafif sivri sakalı, zayıf yüzü ve perişan kıyafetiyle bir insandan ziyâde hiçbir zaman lâyıkıyle anlayamayacağımız bir takım şartların, içtimaî olarak başlamış, fakat zamanla biyolojik nizam emrine girmiş şartların bir mahsülü gibiydi. Etrafında her cinsten bir kalabalık toplanmıştı. Omuz omuza, yüzlerinde, bilhassa gözlerinde acayip bir parıltı, nadir görülen bir dikkatle onu dinliyorlardı. Öyle ki bu kahvenin yarı aydınlığında ilk seçilen ve görülen şey bu dikkatti diyebilirim. Pek az şey bu kadar acıklı ve güzel olabilirdi. Çünkü harbin, bakımsızlığın, yüklü irsiyetlerin yiyip tükettiği bu çehrelerde, sonradan tanıdığım ve o kadar sevdiğim Goya’nın o zalim fresklerinde eşini görebileceğimiz bir hal vardı; bir hal ki açıktan açığa karikatüre ve hicve gidiyordu. Bununla beraber bu yüzlere biraz dikkat edilince zayıf ışığın, sefaletlerini ve gözlerinin sıtmalı parıltısını daha belirli yaptığı bu insanların, oraya, en fazla muhtaç oldukları şeyden, hayâl ve harîkulâdeden nasiplerini almak için geldikleri görülüyordu. “
Hayâl ve harikulâdeden nasiplerini almak… Sahi, “hayâl” ve harikulâde” ile aramız nasıl bizlerin, onlardan nasibimizi almak için ne yapıyoruz, şiir okuyor muyuz mesela, en son hangi söz, cümle, buluş bizi alıp başka yerlere götürdü? Biz hangi hikâyenin içindeyiz, hangi hikâyeye inanıyoruz, bir hikâyemiz var mı? Hayâl ve harikulâdeden nasiplendiren Evliya Çelebi’ler, Ziya Nur Aksun’lar, Siirtli hikâye anlatıcıları, ( zihin nelere çağrışım yapıyor, Cem Karaca’nın “sevda kuşun kanadında” adlı şarkısında geçen ‘dağ başındaki ak sakallı birisi’ ya da ), Battal Gazi okuyucusu…
Yoksa, yine Tanpınar’ın deyişiyle, “hulasa bir yığın ahmaklığa hayran [mı] oluyoruz”?.. Bugün için bunun ayırtına varmamız belki de zor, çünkü ahmaklıklar o kadar güzel süslenip pazara sunuluyor ki, harikulade olan şeylerden ayıramıyoruz.
Mâşerî vicdan
Biraz önceki mesele dönelim. Sadettin Ökten Ziya Nur ile hayâlî bir konuşmasını aktarır Ziya Nur Aksun’a Armağan kitabında. 30 küsur senelik suskunluk nöbetine girmeden önce Ziya Nur en önemli Marmaratörlerden birisidir, sözü dinlenir, güncel meselelere tarihî bir bakış açısı getirip yorumunu tarihten beslenerek yapan bir Ziya Nur portresi çizer ve sohbetlerinden bahseder. Şimdi yine böyle bir sohbet halkanda bulunsam, der, sen tarihîmizde yaşanan olaylardan bahsetsen, “rüyâ ile hareketin el ele yürüdüğü çağlardan” dem vursan yani, biz de sanki o olay yanı başımızda cereyan ediyormuşçasına, sanki biz de hemen o kahramanların yanındaymışızcasına dinlesek; ben mühendislere has zihin yapımla ‘nereden biliyorsun ağabey, orada mıydın’ diye sorma cüretinde bulunsam sana ve sen desen ki “bunu ben uydurmuyorum, mâşerî tarihimiz böyle söylüyor, tarihi hakikat öyle olmasa dahi biz öyle biliriz, öyle inanırız, yakıştırırız”… Aslında bu hayâlî muhavereyi direkt kitaptan anlatsam daha anlaşılır olurdu fakat aklımda kaldığı kadarıyla aktarmaya çalıştım. Yine de meselenin özünü verebildim sanırım. Tanpınar’ın “hayâl ve harikulâdeden nasibini almak” sözüyle anlatmak istediği şeyle “tarihi hakikat öyle olmasa dahi mâşerî tarihimiz, vicdanımız böyle söylüyor” lafı arasında bir ilişki var.
Bu topraklarda herkesin bir hikâyesi var. Bugün ne kadar fark etmesek de, yer altı ırmakları gibi gürül gürül akan bir serüvenin parçasıyız hepimiz. Çünkü hakikate, güzele ve güzelliğe, harikuladeye aşinayız. Zamanın tüm yıkıcılığına, hoyrat ayakların bahçemizi tarumar etmesine, hep kötülüğün gözümüze sokulmasına rağmen bu hikâye anlatılmaya devam ediyor. Hâlâ derinlerde bir yerde suyun çağıldadığını duyabiliyoruz, hâlâ ufacık şeylere hayranlık duyabiliyoruz, hâlâ hiç beklemediğimiz anlarda bir küçük hareket, bir eda bizi alıp ötelere götürüyor. Hâlâ dört yanımızı saran insan kalabalığına rağmen ansızın bir hüzün bulutu göğümüzü kaplayıverip bizi derin bir daüssıla hissiyle, gurbet hissiyle baş başa bırakabiliyor.
Esma kızın yaptıkları
Geçenlerde hiç olmadık bir yerde ve zamanda, üstelik biraz da neşeliyken, böyle bir ân yaşadım ben de. Evimin hemen yakınında sürekli alışveriş ettiğim küçük bir bakkal var, akşam eve dönerken bakkala uğradım, baktım küçücük, incecik, “gül dalı” gibi bir kız çocuğu ortalıkta dolaşıyor, ben girince bana da şöyle “sen de kimsin yabancı mahlukat” der gibi baktı. . “Kızınız herhalde” dedim bakkala, “adı ne?” “Esma” dedi. Kıza baktım, o da başını 45 derece kadar yukarı kaldırıp bana bakıyor hâlâ; “inşallah adın kadar güzel bir hayatın olur” dedim ama onun o tatlı bakışıyla sanki çiçekler, böcekler, ırmaklar, dağlar, ağaçlar, tüm kainat vecd halinde zikre durdu, benim de göz pınarlarımın kilidi açıldı, kendimi dışarı zor attım. Onca neşeliyken bunca hüzne boğulmak o akşam beni epey yormuştu.
Tabii hep böyle hüzünle o büyük hikâyeye ortak olmuyorsunuz; bazen o kadar hoş şeylere rast geliyorsunuz ki gönlünüzden şükür kuşları havalanarak sizi de o büyük hikâyeye yetiştiriyor. Haber bültenlerinde rastlamışsınızdır: Amerika’da göl kenarında bir şehir, gölün kıyısında bir cadde, caddenin üzerinde bir banka, tek katlı bankanın çatısına yuva yapmış bir yeşil ördek. Yaklaşık on tane yavrusu olmuş ördeğin ve epey de büyümüşler. Artık anne ördeğin yavrulara suda yüzme derslerini vermesi gerekiyor fakat bir sorun var. Anne uçabiliyor yani rahatça çatıdan yere inebiliyor. Fakat yavrular öyle mi? Daha kanatları tam gelişmemiş bile. Çoktan yere inen annelerine bakıp “ee biz nasıl ineceğiz” diye bir iniş yolu aranıp duruyorlar. En sonunda “ne olursa olsun artık” diye kenara gelip kendilerini boşluğa bırakıyorlar sırayla. Hemen korkmayın yavrulara bir şey oldu diye. Çünkü yoldan geçen ve durumu fark eden bir adam hemen aşağılarında durup bekliyor, yavrular sırayla düştükçe yakalayıp yere bırakıyor her birini, annelerinin yanına. Derken tüm ördek ailesi efradı bir araya gelince artık göle gitmenin vakti geldi. O adam ve çevreden onlarca kişi caddeyi trafiğe kapatıyor, anne ördek önde, yavru ördekler arkada paytak paytak geçiyorlar karşıya, görseniz dünya umurlarında değil. Ardından suya ulaşıyorlar hemen ve atlıyorlar, yüzüyorlar, gölün içlerinde kayboluyor arkalarına –hayâlen de olsa- beni yani bu çirkin ördek yavrusunu da katarak.
Bir tebessümün peşinde
Hayâl ve harikulâde… Tanpınar’a dönelim, bakalım o bize neler anlatacak:
Bir an, bu çok sevdiğim şehirde [Bursa’da] kendi hâtıralarımı aramak hülyâsına düştüm. “Acaba Hüdevendigâr Camii’ne gitsem, onun akşam rengi loşluğu içinde, beş yıl önce bu camii beraberce gezdiğimiz güzel çocuğun tebessümünü bulabilir miyim?”
Tanpınar epey hüzünlüdür. Bu hüzünle camiye gitmekten vazgeçer, yanından geçtiği bir kır kahvesinde oturmaya karar verir:
Belki bu karanlık düşünceler oturduğum kır kahvesinde de devam edecekti. Fakat ihtiyar kahvecinin çok zarif bir hareketi onları olduğu yerde kesti. Bir eliyle bana oturacağım iskemleyi düzelten adam öbürüyle kırmızı ve muhteşem bir gülü önümdeki şadırvanın küçük kurnasına fırlatıvermişti. Gözlerimin önünde saat, manzara hepsi bir anda bir bahar tazeliğine boyandı. Bu ihtiyar ve biçare adam bu sanatkâr hareketi nereden öğrenmişti? Kendi talihine bırakılmış bu biçare adamda hangi asil terbiye, hangi güzellik ananesi devam ediyordu? Onun bu hediyesiyle ben birdenbire yeniden kıymetlerin dünyasına doğmuştum.
Hikâye devam ediyor, en olmadık anda, hiç beklemediğiniz bir adam bir sanatkâr hareketle güzelliği devam ettiriyor, hem de bakın nelere sebep olarak:
“İki güvercin, şadırvanın yalağının kenarında sanki bu kaideyi bir aşk istiaresiyle tamamlamak ister gibi boyun boyuna duruyorlar. Belki onları buraya kahvecinin ben gelir gelmez attığı gül çekti. Suyun hareketiyle o gül sallandıkça onlar da aşk türkülerini söyleyecekler. Hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Sadece bu ânı ve bu aydınlığı Bursa ovası denen büyük ve zümrütten yontulmuş kadehten içmekle kalacağım, 'En iyisi budur, diyorum; eşyayı bırakmalı, güzelliğinin saltanatını içimizde kursun'”
En çok hangi şehri anlatışını sevdin?
“Beş Şehir Beş Şehir deyip duruyorsun, e söyle bakalım, bu beş şehir içinde hangisini çok sevdin” diye bir soru sorar mısınız bilmiyorum, ben sordunuz farzedip cevabımı vereyim: Bursa. Bilmiyorum, belki Tanpınar’ın anlatımından, belki bugüne kadar sadece bir kez -o da çok güzel bir geziyle- güzelliğini görüp bir daha görmek nasip olmamaklığından ileri gelen bir hasretten, belki Bursa’nın Osmanlı’nın kuruluş dönemini temsil ettiği (Tanpınar’ın deyimiyle “Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahip olduğu”) ve bu dönemin nazarımda saflığı, tevazuu ve henüz karmaşıklaşmamış yapısıyla bana daha yakın geldiği içindir, bilemiyorum.
Evliya Çelebi kaç kez Bursa’ya gitti, gittiğinde ne kadar kaldı bilmiyorum ama seyahatnamesinde Bursa çeşmelerinden uzun uzun bahsettikten sonra, “velhasıl Bursa sudan ibarettir” diye kestirip atmış. Bu Evliya Çelebi film gibi bir adam doğrusu, her ne kadar hakkında çok az şey bilsem de kendisinden bahsedilirken hep bir gülümseme eklenmesi yüzlere, ne bileyim, kendinden yapılan alıntılarda ince, zevkli nükteler olması böyle bir kanaate varmama sebep oldu.
Osmanlı bir aşk hikâyesi ile mi başladı?
Tanpınar kitapta Osmanlı’nın bir aşk romanıyla başladığını iddia ediyor, Osman Bey’in Mal Hatun’a olan aşkı… Fakat kendi deyimiyle asıl “orkestrasyonu”, kurguyu Orhan Bey ve Nilüfer Hatun ile yaptıktan sonra, kaseti biraz geriye sararak Osman Bey’e geliyor. Zaten Bursa Orhan Bey ile, Orhan Bey ile Nilüfer Hatun’un hatıralarıyla Bursa olmuş. Fakat bu devirde aşk hikâyesi bir değil, iki değil, üç’tür. Osman Bey-Mal Hatun, Orhan Bey-Nilüfer Hatun veee… “Aydos Kalesi’nin kapılarını Türklere, Orhan’ın akrabasından Abdurrahman Gazi’ye âşık olan bir tekfur kızı açar.”
Orhan Bey ve Nilüfer Hatun ne yapmışlar? “…Bu isimlerin içinde bir tanesi vardır ki Bursa’yı tek başına bütün bir bahar güzelliğiyle doldurur: Bu beyaz zafer ve ganimet çiçeği Nilüfer’dir. Genç Orhan’ın kolları arasına günün birinde güzelliğin kahramanlığa, hayatın istihkara bir mükafatı gibi düeşn bu kadınla beraber kuruluş devrinin sert simasına aşkın tebessümü gelir.” Öyle ki Nilüfer, Bursa’nın boynuna takılan zümrüt, yakut, elmas, bilumum mücevheratla süslenmiş bir kolyeymiş. Peki dışarıdan görüntü güzelleşti, içerdeki güzelliği kim kemale erdiriyor: Orhan Bey. “Yaptırdığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan, imaretlerinde pişirttiği ilk yemeği kendi eliyle fakirlere ve gariplere dağıtan Orhan Gazi’nin yarı evliya çehresi bu destanın asıl merkezidir.”
Gelgelelim sonra ne olur? Bursa sanki ikinci plana itilir, kendi kabuğuna çekilir (belki o halis ruhu bu yüzden korur). “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal ustalarına benzer.”
Ah zaman…
“Şiiri hayatına sindirmiş ince ve zarif ruhlu rüya adamlarının ön safında” yer alan Tanpınar’ın bu ince, zarif sözleri yanında benimkiler boş gevezelikten öteye geçmiyor, farkındayım, zaten sözü fazla yormamaya gayret ediyorum. Şiiri hayatına sindirmiş ince ve zarif ruhlu rüya adamlar… tüm bu tırnak içinde anlatılanlar… neden bunları yazma, aktarma ihtiyacı duyuyorum bilemiyorum. Fakat şu var, baktım okuya okuya bir numara yok, ne kadar istesem de böyle zarif, ince ruhlu olamıyorum, belki yazarsam daha çok aklımda kalır da bazen hatıra geldikçe içlene içlene yontulur muyum, diye bunları yazıyorum sanırım…
Âh zaman, neden böylesin?
Masal anlatan nineler
Size küçüklüğünüzde masal anlatanlar oldu mu bilmiyorum ama Beş Şehir’in Erzurum bahsinde Tanpınar da kendisine masal anlatan ninesinden bahseder. Babasının Erzurum’a tayin edilişinden sonra Erzurum’a doğru günlerce sürecek bir yolculuk yaparlar ailecek. Bu yolculuktan uzun uzun bahseden Tanpınar, hâlâ Âşık Kerem hikâyelerinin anlatıldığı coğrafyalardan geçtikçe, küçüklüğünde kendisi de bu ve buna benzer hikâyelerden nasiplenen ninesinin kendisine o dağlarda, ırmaklarda, ovalarda aslında neler olduğunu anlattığını söyler ve ekler:
“bu dağlardan sonra Âşık Kerem benim için bir hayalet yolcu gibi kervanımıza takılmıştı. Zaten sık sık hatırlayışları yüzünden bu yolculuk biraz da onun namına yapılıyor gibiydi. Bu Trabzonlu kadının bütün coğrafya bilgisi memleketiyle, gençliğinde gittiği Yemen, Mekke bir yana bırakılırsa, bu hikâyeden (Âşık Kerem hikâyesi) gelirdi. Bu, bilgiden ziyade dine benzeyen bir coğrafya idi. Bütün akarsulara, dağlara, canlı, ebedî varlıklar gibi bakardı. Sanki şiir, din, gurbet duygusu, hayat tecrübesi, birbiri ardınca yaşanmış hayatların rüyalarımızda birbirine karışmasına çok benzeyen bir yığın inanış artığı, bu dağları, dereleri, ninem için ilâhî varlıklar yahut veliler hâline getirmişlerdi. İkide bir beni mahfesinin yanına çağırarak biraz sonra uzağından geçeceğimiz veya huzuruna varacağımız ebediyetin adını, varsa hikâyesini söyler, Yunus’tan, Âşık Kerem’den beyitler okurdu.”
Savaşlar, fetihler, dökülen kanlar, alınan kaleler, yapılan siyasi anlaşmalar, imar faaliyetleri, şu bu… Anadolu’nun vatan olmasında, bu vatan ufkunda sırayla dizilmiş mücevherler gibi şehirlerin kurulmasında biraz da âşıkların, gariplerin, abdalların, hikaye anlatıcılarının yani bize ötelerden haber verenlerin, harikulâdeden, ‘güzel’den nasiplendirenlerin ve onların hikâyesini torunlara anlatarak nesilden nesile aktaran kadınların -şüphesiz büyük- rolü var. Belki de en büyük pay onların.
Ve o damar hâlâ devam ediyor; bu kadınlar, bu insanlar o güzel masalı anlatmaya, en sıradan gündelik işlerinde bile aslında ‘harikulâde’ şeyler yapmaya devam ediyorlar. Geçenlerde yine TRT 2’de yayınlanan “El Yapımı” diye bir programda Safranbolu’nun Yörük Köyü’nde düğünlerde gelinlerin ellerine yakılan ip kınasını tanıttılar yerinde. 5-6 yaşlı teyze toplandı, gelinin elini ince bir sicimle doladı, tabii elin hepsini kapatmadılar, arada irili ufaklı boşluklar kaldı ve kınayı o sicim dolalı ellerin üzerine sürdüler. Kına yakılmasının teferruatını biliyorsunuz zaten ama benim dikkatimi orada başka bir şey çekti, o 70-80 yaşındaki teyzeler kınayı yakarken ne söylüyorlardı hep bir ağızdan: “Kâbe’nin yolları bölük bölüktür/ Benim yüreciğim delik deşiktir/ Dünya dedikleri bir gölgeliktir” diyen Yûnus Emre’nin bir ilahisini…
Geldiğimiz yer belli
Tam da burada yine Tanpınar’a dönelim. Bu sefer mütareke yıllarından bahseden Tanpınar, “pencere önünde senelerce bekleyen ihtiyarlar[ın], her kapı çalınışında yitiğinin dönmesi umuduyla heyecanla açılan kapılar[ın], 5-10 sene öncesinde ayrıldığı yurduna hasbelkader dönen savaş artığı insanların hikâyeleri”ni anlatırken, meseleyi daha da somut hale getirmek için, bir dostunun anlattıklarına dikkatini çevirir:
“Daha şehre girmeden, Aşkale’de yattığım hanın kahvesinde, esirlikten yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir biçâre bana, giderken bıraktığı oğlu, karısı ve anasından hiç birini, hatta evinin yerini bile bulamadığı için, girdiği günün akşamında şehri terk ettiğini söyledi.
-peki şimdi nereye gidiyorsun, diye sordum.
Bir müddet düşündü. Yüzü alt üst olmuştu. Nihayet:
-efendi, dedi; nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?”
‘Güzel’den geldik, yine O’na dönüyoruz. Bu hikâyeler, masallar, şiirler, ağıtlar, sanatkârane hareketler, sözler, her şey ama her şey ince şeylerden, edepten, zarafetten, güzelliklerden, harikuladeliklerden nasiplenebilmek için… ve dünya, yaşadığımız çevre, atmosfer, şehir sadece bir gölgelik… şehrin tüm esprisi bu… ve bundan önce tüm yaptığımız, insanıyla ve çevresiyle bu gölgeliği daha da güzelleştirmek üzerine kurulu, sanırım.
Yani öyle hissediyor ve düşünüyorum.
Mehmet Emre Ayhan bitti bu kitaba
Yer yer Bursa'ya, yer yer bakkalınızın küçük kızının muhtemel düşler ülkesine misafir olduk; bazen bir nilüfer ferahlığına, bazense gurbetten dönüp gurbeti bulan adamcağızın acısına düştük kaleminizle... Hiç şüphe yok ki, zarifler arasındasınız...
Teşekkür ederiz bu harikulâde yazı için...