“Evsiz” olmak. Bu sadece mekânsızlıkla ilgili bir şey değil. 1999’da öğrendim bunu. İkinci kattaki evimi görmek için zemine baktığım an. O anla ilgili olarak bir de mısra yazdım hatta. Neydi o mısra “eve gidiyorum, evsizliğime” idi galiba. Şimdi kitabıma bakıp kontrol edebilecek durumda değilim. Zaten bu yazının konusu da o değil ki. Kusuruma bakmayın.
Her şey böyle başladı işte. “Evsizler Şarkı Söyler”i okumaya kitabın yayınından 19 sene önce başlamış duygusuyla başladım ve kitap boyunca hiç bir işaret de bana tersini söylemedi. Evsiz kalmak savunmasız kalmak en başta. Bir boyutuyla özgürlüktür evsizlik. İki özelliğin birbiriyle çeliştiğini düşünenlere özgürlüğün tekinsiz bir boyutu olduğunu da hatırlatmak isterim. İnsanlar özgür oldukları için şarkı söyledikleri gibi korkularını gizlemek için de şarkı söylerler. Peki Çelik’in kitabında hangisi daha ağır basıyor? Bu soruyu bir not etmek lazım.
Yaşadığımız dünyada evsizlerin, mültecilerin, afetzedelerin nüfus toplamı nice ülkeden fazla. Önümüzdeki yıllarda evsizlerin sayısının azalacağına dair de bir emare görünmüyor. Yani onlardan bahsetmek hiç de marjinal bir durum değil. Bu cümleyi de bir not etmekte fayda var.
Sükunet içinde fırtına
“Evsizler şarkı Söyler”in ilk öyküsü “Durup dururken ellerime bakarım.” cümlesiyle başlıyor, ikinci öykü ise “Bu sabah uyanıp ellerimi yıkadım.” cümlesiyle. Bu yazıya bu alıntıları bir bibliyofilin okuduğu kitap hakkındaki buluşlarını sıralamasının heyecanıyla yazmıyorum. “Evsizler Şarkı Söyler” hayattan sert yumruklar yiyen karakterleri anlatıyor. Ancak yumrukları sadece öykü karakterleri değil, okurlar da yiyor. Bu yumrukları not etmeye gerek yok, nasılsa hafızada iz bırakıyor.
Yüzüne karşı “Sen kimsenin değilsin” diye haykırılanların öykülerini yazıyor Çelik. Annesini kaybedenleri, donmamak için bank yakanları, kıran artıklarını, felaketin eşiğinde dolaşanları ve hatta o eşiği geçenleri yazıyor.
Büyük trajedileri küçük sakin cümlelerle anlatıyor Çelik. Anlattıklarının vehametine rağmen bu tonda bir anlatımı seçmesi öyküyü daha da sahicileştiriyor. Çünkü “büyük cümlelerle” ve “panik halinde” anlatılan öykülerin okurunu etkileme ihtimali zannedildiğinin aksine zayıftır. Tıpkı canlı yayında seyrettiğimiz bir bombardımanın bizde bir bilgisayar oyunu etkisi uyandırması gibidir bu noktada yaşadığımız duygu. Sahicilik zihnin kabul edebileceği bir dili inşa etmeyi gerektirir. Gülhan Tuba Çelik de bunu farketmiş ilk kitabında…
İlk kitabın vaadi
İstanbul ve Orta Anadolu var Çelik’in öykülerinde. Ancak harita üzerinden seçilen yerler değil buraları. Zira bu öyküler, uzay boşluğunda yahut yazarın zihninde yaşanıp bitmiyor. Bu zeminde, bu zamanda yaşanan yahut en azından yaşadığı duygusunu uyandıran öyküler; yoksulluğu, yalnızlığı, hayatı hissettiren kurgular bunlar. Kurguda yanlış yapmak gerçekte yalan söylemekten zordur. En gerçek dışı kurgu bile kendi içinde bulunduğu “gerçeklik” alanı içindeki falsoyu eleverir de yalanın kaçabileceği bir arka kapı her zaman mevcuttur zira. Gülhan Tuba Çelik, bu anlamda iyi bir sınav veriyor ilk kitabında.
Bir ilk kitap “Evsizler Şarkı Söyler”. Ben bir ilk kitaptan fazlasını buldum bu kitapta. Bir vaad. Daha güzel kitapların vaadi. Ne yapacağız şimdi birer okur olarak? Bekleyeceğiz. Yeni kitabını beklediğimiz yazarlar listesine bir isim daha eklemiş olduk böylece…
Bir de kitabın son öyküsünün ilk iki cümlesini yazıvermiş olalım buraya: “Ben. Beklemekten yapılmış bir duvardım.”
Suavi Kemal Yazgıç