Hasan Sabbâh, öncelikle Fatımî egemenliğine, akabinde ise Selçuklu ve Abbasi egemenliğine karşı çıkıp dini, siyasi bir boyuta taşıyarak yaptığı yoğun propagandalarla geniş bir coğrafyayı etkilemiş bir isimdir. Gerek İran gerekse Irak ve Suriye bölgesinde önemli sayıda insana ulaşmayı hedeflemiş ve “Yeni Davet” adını verdiği doktrinine ek olarak “Nizâri İsmâilîği”nin inançsal ve fikirsel temeli olan “Ta’lim doktrini”ni inançlarının merkezine yerleştirdikten sonra teşkilatında bulunan dâi ve fedailer aracılığıyla felsefesini yayarak faaliyet gösterdiği coğrafyalardaki merkezi otoriteyi sarsmayı başarmıştır.
İslâm Dünyası’nın imamet ve hilafet konusunda ayrılığa düşmesinin ardından ortaya çıkan mezheplerden biri olan Şiilik, kendi içinde kollara ayrılmıştır. VI. İmam Câfer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’in imam olarak belirlenmesiyle ortaya çıkan Nizârî İsmâilîlik de Şiiliğin kollarından biridir. Nizârî İsmâilîlik, kuruluşunun ardında Hasan Sabbâh, liderliğini kendisinin üstlendiği yeni bir felsefe ile bu görüşün destekçisi olmuştur. “Kıyamet öğretisi” adını verdikleri bir öğreti ile dâi ve fedaileriyle kendilerine âdeta gizli bir tapınak hâline getirdikleri Alamût Kalesi’ne çekilmiş ve faaliyetlerini buradan yönetmiştir.
Hasan Sabbâh liderliğinde başlayan bu hareket, Sünni çevreler tarafından dinden çıkmış, sapkın bir hareket olarak görülmüştür. Daha önce örneğine rastlanmamış bu hareket, başta Selçuklu Devleti olmak üzere, topraklarında bulundukları devletlerin içinde büyük karışıklıklara sebep olmuş ve halk içinde de büyük huzursuzluklar yaşatmışlardır. Özellikle yönetimden memnun olmayan, fakir halk arasında yürütülen propagandalar ile otoriteye karşı taraftarlar toplanmıştır.
Bu kitapta, Hasan Sabbâh’ın Nizârî İsmâilîliği liderliğine dair ulaşılabilen tüm detayları bulabilir; keskin zekâsı ve karşı konulması zor ikna yeteneğine, dini siyasallaştırarak gizli bir teşkilata dönüştürmesine, propaganda yöntemlerine ve Alamût Kalesi’nin önemine ilişkin bilgi sahibi olabilirsiniz.
Ayşe Atıcı Arayancan tarafından pek çok tarihi kaynak ve belgelere dayanarak hazırlanan “Dağın Efsanesi Hasan Sabbâh ve Alamût” kitabı, bir tarihçi gözünden Hasan Sabbâh gerçeğine dair ulaşılabilen tüm bilgileri okuyucuya sunmaktadır. Eserde, Hasan Sabbâh ve ardından gelen halefleri, propagandaları, nasıl yayıldıkları ve yapıları ile birlikte meşhur Alamût Kalesi de anlatılmaktadır.
Hasan Sabbâh ve Alamût Kalesi
İsmâilîlerin kendisine “Seyyidina (Efendimiz) Hasan” ismini verdikleri Hasan Sabbâh, belirlenene göre 1046 veya 1047 senesinde Kum ilinde dünyaya gelmiştir. Henüz 17 yaşında iken İslâmiyet’i ciddi manada sorgulamış ve Emire Zarrâb vasıtasıyla İsmâilîlik ile tanışarak Fatımî davasını yürütmüştür. Hasan Sabbâh’ın bu örgütlenmedeki ilk faaliyetleri oldukça enteresandır. Bu dönemde Fatımî dâileri Mısır haricindeki pek çok bölgeye yayılmış hâlde ve aktif durumdaydılar. Hasan Sabbâh’tan evvel Büyük Selçuklu egemenliğindeki İsmâilîler, hareketlerinin merkezi olarak İsfahan’ı seçmişlerdi. Hasan Sabbâh Mısır’da bir süre geçirdikten sonra el-Muntasır’ın ölümünün ardından, onun büyük oğlu Nizar adına propaganda yapmaya başlar. Bu nedenden sürgüne gönderildikten sonra Halep ve Bağdat gibi pek çok şehirden geçerek 1082’de İsfahan’a gelir ve dokuz yıl İran’da kalır. İran’da çeşitli bölgelerde dolaşarak İsmâilîliğin propagandasını yapmaya devam eder. Daveti için özellikle merkezi otoriteden uzak, dağlık bölgelerde yaşayan halka yönelir ve kendisine taraftar toplamaya başlar. Özellikle “Deylem” adındaki bölgede yaşayan halkı seçmesinin nedeni, burada yaşayan halkın savaşçı bir halk olması ve İslâm’ı sonradan kabul etmiş olmalarının etkisiyle dini bakımdan da Ehl-i Sünnet inancından farklı uygulamalar içinde olmalarıdır. Topladığı taraftar kitlesinin devlet için tehlike oluşturmaya başlaması üzerine, Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk tarafından hakkında yakalama emri çıkartılır. Nizâmü’l-Mülk’ten kaçarak davetine devam eden Hasan Sabbâh dağlık bir bölgede bulunan Rudbar vadisindeki “Alamût Kalesi”ne yerleşir.
Hasan Sabbâh, Alamût’u ele geçirmek üzere dağların ardından Kazvin’e geldiğinde bölge “Alevi-î Mehdî” isminde birinin kontrolündedir. Hasan Sabbâh fedaileri aracılığıyla kalede bulunan askerleri gizlice İsmâilîliğe çekip kendisi de kaleye gizlice girdikten sonra buranın kontrolünü ele geçirir. Bu sayede daveti için planlarını hayata geçirebileceği sağlam bir kale ve mühim bir merkez bulmuş olmanın rahatlığı ile dört bir yana dâiler gönderip davetini buradan sürdürmeye başlar.
Deylemli bir hükümdarın kurdurmuş olduğu Alamût Kalesi’nin tarihi oldukça eskidir. Anlatılana göre bu hükümdar eğitimli kartalı ile avlandığı sırada bu hayvanı salıvermiş ve hayvan bir müddet uçtuktan sonra kayalık bir yerin üzerine konmuştur. Kartalın konduğu bu noktanın askeri kıymetini fark eden hükümdar, o bölgeye bir kale yapılmasını emretmiştir. Hasan Sabbâh’ın kendisine merkez olarak seçtiği Alamût, yüksekliği iki bin metrenin üzerinde bulunan kayalar üzerine kurulmuş bir kaledir. Kayalık bölgenin bulunduğu bu alan aynı zamanda ağaçlıktır. Kalenin çevresinde yaşamını sürdüren halka “Zalkan” denilmektedir. Hasan Sabbâh, kaleyi ele geçirdikten sonra ilk icraatı kaleye sur ve su kuyusu yaptırmak olmuştur. Kalenin suyunu yer altından kanallar yaptırarak uzak mesafelerden getirtmiştir. Kalenin etrafına meyve ağaçları diktirmiş ve olası saldırılara karşı onarım yaptırmıştır. Yapılan anlatımlardan da anlaşılacağı üzere Alamût Kalesi, Hasan Sabbâh ve İsmâilîler için en ideal yerlerden biri hâline gelmiş ve iyi seviyede tahkim edilmiştir. Kalenin içinde erzakları depolamak için ambar ve mahzenler yapılmış ve dönem şartları düşünüldüğünde yiyeceklerin uzun süre bozulmadan saklanması sağlanmıştır. İsmâilîler’in bu durumu Hasan Sabbâh’ın bir kerameti olarak gördükleri belirtilmektedir.
Selçuklular ve Alamût
Alamût’a güvenli bir şekilde yerleşen ve faaliyetlerini sürdüren Hasan Sabbâh, artık farklı coğrafyalara yayılmaya başlamıştır. Bu faaliyetlerinin ilk sırasını ise Kûhistan almıştır. İran-Afganistan sınırında bulunan bu bölgenin halkı Zerdüştlüğün etkisinden henüz kurtulamamış ve İslâm’ı yeterince benimseyememiştir. Hasan Sabbâh, bu bölgeye hem Kûhistanlı olması hem de bölgenin durumunu iyi bilmesinden dolayı Hüseyin Kâinî’yi gönderir. Hasan Sabbâh’tan aldığı emir ile harekete geçen Hüseyin Kâinî, bölgede gösterdiği faaliyetlerle bölge halkına kısa sürede tesir eder ve halkın birçoğu İsmâilî davasını benimsemeye başlar. Bu sıralarda bölgede bulunan bir Selçuklu kumandanı, İsmâilî davasını benimsemiş mahallî idarecilerden birinin kız kardeşi ile evlenmek isteyince, zaten Selçuklulardan hazzetmeyen halkın kini iyice artar ve isyana kalkışırlar. Bu isyan ile kısa sürede sonuç alınır ve İsmâilîlik burada yayılır. Böylece Hasan Sabbâh’ın tesiri, Selçuklu egemenliğindeki topraklarda belirgin şekilde ortaya çıkmaya başlar.
İlk zamanlar bu hareketi pek ciddiye almayan dönemin Selçuklu Sultanı Melikşah, onlar ile mücadeleyi vezirine bırakır. Fakat daha sonraki zamanlarda İsmâilîlerin hem doğuda hem de batıda tesirini artırmaya başlaması üzerine durumun önemini kavrayarak, onlarla mücadeleyi bir devlet politikası olarak uygulamaya başlar. Komutanlarından Emir Yoruntaş’ı Alamût’u ele geçirmek üzere gönderir. Bu kuşatma oldukça uzun sürer. Halk kaleyi terk etmek üzereyken Emir Yoruntaş’ın ölmesi üzerine kuşatma kaldırılır ve İsmâilîler büyük bir tehlikeden kurtulur. Geçen süre zarfında Sultan Melikşah birkaç sefer daha düzenlemiş olsa da başarılı olamaz ve kendi ölümü ile de son kuşatma da kaldırılır. Sultan Melikşah’ın ölümü ile Selçuklu tahtı, sultanın oğlu ve kardeşleri arasında kanlı taht kavgalarına sahne olmuştur. Bu sırada İslâm Dünyası’nda Şii ve Sünni çatışması ortaya çıkmış, batıda ise Haçlılar, Selçuklu topraklarına saldırmaya başlamıştır. Selçuklu bu meseleler ile boğuşurken İsmâilîler boşluktan faydalanarak, davetlerini daha da geniş alanlara ulaştırmayı başarıp yeni kaleler ele geçirirler.
Selçuklu tahtına uzunca bir mücadelenin sonunda Berkyaruk geçer. Berkyaruk döneminde İsmâilîler saraya kadar girmeyi ve Selçuklu askerleri arasında da yayılmayı başarırlar. Hatta durum öyle bir hâl alır ki kendinden olmayanları hançerle öldürme suikastlarına başlarlar ve rütbeli asker ile vezirler artık korumasız dolaşamaz hâle gelirler. İsmâilî tehdidinin iyice büyümeye başladığını fark eden Berkyaruk, seferler düzenlemeye başlar ancak o dönem İsmâilîler kalelerini savunmada başarılı olurlar.
Berkyaruk’un ölümünün ardından Selçuklu tahtına saltanat mücadelesi verdiği Muhammed Tapar geçer. Muhammed Tapar gittikçe kuvvetlenen İsmâilî hareketine karşı daha ciddi tedbirler almaya başlar ve devamlı surette seferler düzenler. Tahta geçişinin ilk yılında on iki yıldır İsmâilîlerin elinde bulunan Tikrit Kalesi’ne asker göndererek kuşatma başlatır. Ancak kalenin çok iyi savunulması nedeniyle burası alınamaz. Tikrit Kalesi’nden sonra yine önemli merkezlerinden biri olan Şahdiz Kalesi kuşatma altına alınır. Burada da uzunca bir süre iyi bir şekilde savunma yapan ve direnen İsmâilîler artık erzaklarının bitmeye başlaması ve kuşatmanın da kaldırılmaması üzerine zor durumda kalırlar. Kaleye giden gizli geçidin de Muhammed Tapar’ın askerleri tarafından bulunması üzerine kale ele geçirilir. Muhammed Tapar, Alamût Kalesi’ni ele geçirmek üzere defalarca girişimde bulunmuş ancak başarılı olamamıştır.
Hasan Sabbâh’ın Ölümü
Alamût Kalesi’nde kurduğu merkezi ve yaymaya başladığı propagandası ile kitlelerin çoğunu etkisi altına alan Hasan Sabbâh, 90 yaşına gelmiş ve iyice ihtiyarlamıştır. Bununla birlikte ağır bir hastalığa da yakalanınca artık bu hastalıktan kurtulamayacağını anlayıp Lamasar’a bir adam gönderir ve Kiya Buzurg Ümid’i getirttirerek kendisinin yerine halef olarak bırakır. Bu durumdan kısa bir süre sonra vefat eder. Ölüm tarihi 23 Mayıs 1124 olarak kayıtlarda yer alır. Cenazesi Alamût civarındaki kendisi için yapılan kabre koyulur. İsmâilîler tarafından kutsal sayılan ve ziyaret edilen bu kabir, daha sonra Moğollar tarafından yok edilmiştir.
Hasan Sabbâh, bir din adamı olmasının yanında yönetici kişiliği ile de tarih boyunca kendisinden çokça söz edilmiş bir kişidir. Sürdürdüğü dava adına otuz beş sene Alamût’ta yaşamış ve rivayetlere göre kaleden hiç çıkmamış, ikâmet ettiği yerden sarayın damına ise sadece iki kez gitmiştir. Alamût Kalesi’ni ele geçirip bağımsız bir şekilde yaşamaya başladıktan sonra hiçbir zaman sultan veya emir gibi unvanlar kullanmamıştır. Kendi adına herhangi bir dini çağrıda bulunmamakla birlikte, yürüttüğü propagandasını ortaya çıkışı beklenen, gizli imam adına yürütmüştür. Geniş bir kitleyi etrafında toplamayı başarmış ve onları elinde tutmayı da bilmiştir. Ölümünün ardından ise arkasında kuvvetli bir silahlı güç ve siyasal kurum bırakmıştır.
İdeolojisi hakkında oldukça sert ve katı kuralları bulunan Hasan Sabbâh, kalede kurduğu düzende hata yapan kimseyi cezalandırmadan bırakmamış, sürdürdüğü dava adına herkesten faydalanmasını bilmiştir. Bulunduğu yerde adaleti sağlaması ile bilinmekle birlikte diktatör kişiliği ile de nam salan bir lider olmuştur. Karakter olarak kuvvetli bir yapıya sahip olan Hasan Sabbâh, geometri, astronomi ve aritmetik gibi diğer ilim kollarında da bilgilidir. Bu da onun davasını sürdürmesinde ve diğer insanlara karşı etkili olmasındaki yeteneğini destekler. Hakkında anlatılan bütün rivayetlere karşın, kendisi takva sahibi biri olarak bilinir. Otuz beş yıl süren hâkimiyeti süresince ibadetine devam etmiş ve kanaat eden bir ömür sürmüştür. İçki içmemiş ve içilmesine de asla müsaade etmemiştir. Nizâri topluluğuna öğretip dayattığı sert İslâmî yaşam şekline kendisi de ödün vermeden uymuştur. İki oğlu vardır. Oğullarından Muhammed’i emre uymayarak şarap içtiği için öldürtmüştür.
Bilime değer vermiş ve kalesinde pek çok bilim adamını himaye etmiştir. Etrafında böyle geniş bir kitleyi toplayabilmiş ve davası uğruna ölüme gözünü kırpmadan gidebilecek insanlar yetiştirmiş olması, ikna yeteneği yüksek bir insan olduğunu göstermektedir. Sürekli yapılan Selçuklu saldırılarına da askeri bilgisi, zekâsı ve etkileme gücü sayesinde karşı koyabilmiştir.
Bu ve daha birçok nedenle birlikte Hasan Sabbâh, Türk-İslâm tarihinde son derece önem teşkil eden bir şahsiyet olarak yerini almış ve tarihin akışına tesir eden bir lider, siyasi bir kişilik olmuştur. Kendi dönemi içinde alışılmışın dışına çıkan farklı yöntemler uygulayarak İran, Irak ve Suriye’de derin izler bırakmıştır.
Ayşe Atıcı Arayancan