Hamzavî-Melamî kutbu olarak tanınan Seyyid Abdülkadir Belhî hazretlerinin ismini, ilk defa Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı kitabında gördüm. Kitaptaki birkaç sayfalık ekte hazretin tercüme-i hali arz edilse de aklımda kalmasının asıl nedeni, ailesiyle beraber delikanlılık yaşlarında hicret ettikleri yurtları Belh’in hatırasını, âdeta havasını, kokusunu muhafaza eden, hazretin sağ-ı sanilerinden çekilmiş portre fotoğraftır. (Öyle ki bu fotoğraftan bahsederken hazretin Belh’te kullandığı ve nüfus kağıdında yazdığı gibi “Gulâm-ı Kâdir” ismini kullanmak geliyor içimden.)
Altyazısından I. Cihan Harbi sonrasında çekildiğini anladığımız bu resmi tamamlamak için bir de Hüseyin Vassaf Efendi’nin Sefine-i Evliya’da yaptığı tasviri eklemeli: “Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt beyaz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pak özlü idi. Hafif söylerdi. Tâb-ı cemale nâzır, rahm u şefkatleri galip idi. (Bu kısmını da yazmadan edemeyeceğim.) Sevdiklerine ‘kuzum’ tabirini kullanırdı.”
Türkçe, Arapça, Çağatayca ve Farsça dillerine vâkıf, şiir neş’esi yüksek, eserlerini Farsça nazım ile telif buyurmuş olan Abdülkadir Belhi hazretlerinin tasavvuf nokta-i nazarından çok kıymetli –Gölpınarlı, hazretin “son asrın en büyük sufi şairi olduğunu” yazmış- otuz sekiz bin küsur beyitten oluşan yedi eserlik külliyatının, torunu Neşen Hanım tarafından Türkçeye çevrildiğini ve basılmamış bu çevirilerin fotokopiler halinde kıymetini bilecek zevatın arasında dolaşımda olduğunu okudum, Üsküdar’ın Üç Sırlısı’nı yeniden elime alınca. İşte bu fotokopiler gel zaman git zaman, bir CD halinde Niyazi Sayın hanesinde, Kadem dergisinden aşina olduğumuz ve CD’deki ilk kitabı yani Esrar-ı Tevhid’i yayına hazırlayan Yüce Gümüş’ün nasibine düşmüş. Ve dolayısıyla Pan Yayınları tarafından neşrinden sonra biz okurların da...
“Hakk’ın sırrı senin yüzünden aşikar oldu”
Esrar-ı Tevhid, isminin düşündürdüğü gibi evvela âlemin vücuda gelişini anlatıyor; âlemin zuhurunu, Cenab-ı Hakk’ın zatının eseri ve cilveleri olduğunu... Sonra bu âlemlerden hülasa olan insanın, kevn ağacının meyvesi, Hakk’ın maksadı, nüsha-i kübra ve cami-i ecza oluşunu... Ve bir sır olarak insandan bahsediyor. Kitabın başlığındaki esrara atıf yapan beyitlerden birini zikredeyim: “Cihanın Hüdavendine sen sır oldun. Mekânsız olan Huda, senin sırrındır.” Fasıllar böyle devam ediyor, hakikatin sırları, ilâhi esrarın Efendimiz (sas) yüzünden oluşu, ilâhi boya (sıbga-i ilâhi), hal ehli ile söz ehli arasındaki fark, “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır” hakkında beyan, insanın hakikati, tabiat...
“İmkanda olanın gölgesi yok olunca...”
Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın üç sırlısından Üsküdarlı Hafız Eşref Ede Efendi’nin meşayih nezdindeki kıymetini anlatırken aktırdığı bir hadise var. Şeyh Haydar Efendi’nin, Sandıkçı Baba Tekkesi’ndeki bir meclise Abdülkadir Belhi hazretlerini davet etmek için Eşref Efendi’den aracı olmasını istemesi neticesinde, Eşref Efendi hatırına senelerdir tekkesinden çıkmayan ve diğer tekkeleri ziyaret âdeti olmayan Belhî hazretleri toplantıya iştirak için, yaşlı halinde Eyüp Sultan’dan Üsküdar’a kadar gitmiştir. Bu meyanda Hüseyin Vassaf Efendi, Abdülkadir Belhi hazretleri için hal-i hayatında kimse takdir edememiştir dedikten sonra, “Meşayih-i rüsum dergâhlarına gelen şeyhlerin tekkelerine giderlerdi. Âdetleri böyle idi. Bir şeyh diğer şeyhlerin tekkesine gitmezse, o zat velî-i zaman olsa da kimse onun tekkesine gitmezdi. Abdülkadir Efendi hiçbirine gitmediğinden ona kimse gelmezdi...” diye yazmıştır.
Erzurumlu Emrah’ın nutkunda, “Hakk’ın esrarından anlardır âgâh, velâkin surette ihfa ederler” diye bahsettiği gibi ehlullah kendisini gizler, sırlarını saklar. Hüseyin Vassaf Efendi, bu hususta İdris-i Muhtefi hazretlerinin, manen feyzine mazhar olan Belhi hazretlerinde, esrar tevdi etmekle şiddet-i tesettür neş’esini uyandırdığını aktarır. Bu tesettür hali, Murad Buharî Dergâhı’nın haziresindeki mübarek medfenlerine dahi yansımıştır. Vasiyeti gereği üzerine bir şey yapılmamış, isimsiz ve nişansız defnedilmiştir. Tabii ki bu nişansızlık, hal-i hayatında vârından soyunmuş bir zatın encam-ı kârı olduğu için yücedir. Zira hazretin de buyurduğu gibi, “Kendisinden geçip nişansız olmuş kişiye, Huda’nın nişanından pay verildi. Hakk’ın nişanından dolayı parıldayışta olmuş kimse için nişansız oluş, ebediyen varlıkta olmuştur. Hakk’ın nişanından haberli olan her kişi nazar ehli ariftendir. Hakk’ın boyasından boyanmış kimse, kendinden fâni olup Hak’ta olan kimsedir.”
“Kendinden gâfil olma, ey dinin ehli./ Sen âlemlerin Rabbi’nin esrarından oldun.”
Abdülkadir Belhi hazretleri ile birbirlerine “zamanın kutbu odur” dedikleri Fatih Sultan Türbedarı Âmiş Efendi hazretlerinin meşhur bir sözü var: “Matlubun husûlü veya adem-i husûlü nezdinde müsavî değilse, nâkıssın evlâdım!” Bu sözün mefhum-ı muhalifini düşündüğümüzde kâmil insan için talep edilenin olması yahut olmaması eşittir. Kırk altı senede sadece bir defa, yukarıda naklettiğimiz sebeple tekkesinden çıktığı ifade edilen bir zatın dışarda ya da içerde olması ne fark eder? “Hakk’ın evine dâhil olmuş kişi”, -ki “İnsanın kalbi Yezdan’ın evidir.” buyurur hazret- “evin sahibini içinde bul”muş, “Hak bahrinde katre olmuş”tur. “Can âlemi içinde yol bulmuş kişi”, yüzünü mahlukat âleminden ötelere çevirmez mi? O, “Hakk’ın varlığının güneşi”ndedir, “bütün âlem varlığını kaybetmiş”tir. Hakk’ın mertleri, mecazi varlığa niye takılsın, birlikten gayri ne görsün? “Söz ehlinin gözleri ikilik görücüdür. Hal ehli ise her şeyi ‘Bir’ görücü olur.”
“Satırlardan olan ilim baştan başa dedikodu ve lakırdı oldu / Sadrî ilim tamamıyla zevk ve hal oldu.”
Söz ehli satırlarını yazadursun... Hal ehli sadırlardan okumaya, sadırlara yazmaya devam ediyor. Sadrîler, gönüllerinden hırs ve hevayı söktüklerinden, asla heveslerinden değil, lisan kalıbından manayı akıtmak, “Hakk’ın lütfundan mana adamı oldun. Hak’tan hakikat manası avla” diyerek sâlike yol göstermek için yazıyorlar. Satırlarımız tamam olurken, tevhidin esrarına aşina olmak ve sadırlarımıza şifa bulmak duasıyla... Buyurun, Esrar-ı Tevhid’in hâtimesi: “Bunun adını Esrar-ı Tevhid koydum. Her okuyan muvahhidlerden oldu. (...) Her has ya da umumdan olan kimse bundan istifade etmiş olsun. (...) Bu bizden yârâna bir hatıra olarak hesap gününe kadar kalsın.”
Suleyha Şişman saff-ı ehlullahtan bir zat var imiş dedi