Türkiye’nin yüz yıldan fazladır tartıştığı meselelerden biri de maarif sistemimiz ya da günümüzdeki adıyla eğitim politikalarımız. Tartışmalar geç Osmanlı döneminden başlıyor Cumhuriyet’in erken döneminde boyut değiştiriyor ve nihayet günümüze kadar devam ediyor. Konu hakkında her bir vatandaş söz söyleme ehliyetine sahip olduğu düşüncesinde. Çünkü neticede herkes bir yerde sistemin bir parçası oluyor önce öğrenci, sonra veli olarak. Tartışmaların sisteme ne kadar olumlu yönde sirayet ettiği ise meçhul.
Eğitim fakültelerinde hâli hazırda Sigmund Freud, Edison gibi Batılı bilim adamlarının eğitim felsefelerinin öğretildiğini öğrenci olarak gördüm ve öğretmen olarak da uygulamak durumundayım. Çocuk gelişimi ve çocukların psikolojisini anlamakta bu bilim adamlarının kuramlarını temel alıyoruz. Halbuki şimdiye kadar çoktan bu alanda çalışan bilim adamları yetiştirmiş olmalıydık. Hatta maarifimizi, ayakları kendi toprağımıza basan fikirler üzerine kurmalıydık. Burada bilimin evrensel oluşu gerçeğine itiraz ediyor değilim ancak öğrenme psikolojisi, gelişim psikolojisi gibi alanlarda verilen eğitimin bir parçasında dahi olsa Türk bilim adamlarının da yer alması gerektiğini düşünüyorum. Ahmet Murat’ın son kitabında söylediği gibi “Eğitim politikalarımızdaki değişiklikler ancak edebiyat kitabına Necip Fazıl’ın şiiri ile Nazım’ın şiirini koymak arasındaki kısır ve yüzeysel döngüden ibaret çoğu zaman.”
Son bir yıldır ise eğitim sistemimiz ayak uydurmakta zorlandığımız bir değişim ve dönüşüm süreci içerisine girdi. Salgın hastalığın ortaya çıkmasıyla bir alternatif olarak kullanılan uzaktan eğitim yöntemi eğitim sistemimizin ayrılmaz bir parçası olma yolunda ilerliyor. Görünen o ki hastalık bitse de uzaktan eğitim artık maarifimizin bir parçası olacak. İşte böyle bir dönemde okumaya başladım Ahmed Rasim’in Falaka’sını. Güzel bir tevafuk oldu. Kitap, yaklaşık yüz yıl önce Osmanlı Devleti döneminde eğitime başlayan bir çocuğun eğitim anılarından oluşuyor. “Yüz yıl önce okullar nasıldır, öğretmenler öğrenciler ile nasıl ilişkiler kurar, eğitim sistemi nasıl kurulmuştur?” gibi soruların cevaplarına kitapta cevap bulmak mümkün. Bunun haricinde “Yüz yıl önce bir çocuk okuldan, öğretmenden ne bekler, nasıl vakit geçirir, çocuğun aile içindeki yeri nedir, okul dışında kalan vakitlerinde nasıl zaman geçirir?” gibi sorulara da cevap bulabiliyoruz.
Mahalle mektebinde eğitime başlayan bir çocuğun daha sonra yetim oluşu sebebiyle Darüşşafaka’da devam eden eğitim sürecine şahit oluyoruz kitabı okurken. Okuma esnasında, mahalle mektebi bölümünde kendi çocukluk anılarım aklıma geliyor. Öyle ki Osmanlı dönemindeki mahalle mektepleri bizim çocukluğumuzdaki yaz Kur’an kurslarına benziyor. “Ramazan ayları için Türk çocukluğunun en güzel rüyası” diyor ya Yahya Kemal, bir Türk çocuğu olarak benim Ramazan’ıma eşlik eden bir diğer güzel rüya ise yaz Kur’an kurslarıdır muhakkak. Yine Yahya Kemal’in deyişiyle “evde kalabilmemizi ezanlı semtlerde doğmamıza ve yaz tatillerini Kuran kurslarında geçirmemize” bağlıyorum. Kitabın 91. sayfasında bahsi geçen ve öğrencinin ne işe yaradığını merak etiği biri uzun, biri kısa iki sırığı çocukluğumdan hatırlıyorum ben. Uzakta konuşmaya dalanların başına vurmaya yarıyor o sırık. Kısa olan ise yakında oturan çocuklara müdahale etmek için. Evet, biz mekteplerimizde böyle gördük. Bugün otuz yaşına yaklaşan bir öğretmenim ve “eti senin kemiği benim’’ diyerek okula ya da mektebe teslim edildiğim bir öğrencilik süreci geçirdiğim yıllarımı anıyorum.
Kitapta da bahsedildiği şekliyle “öğretmen/hoca” mefhumu benim neslim için “saygın bir korku fakat yine de korku”ya denk geliyordu. Kitapta okuduğuma göre 1800’lü yıllarda da durum aynı imiş demek ki öğretmene bakışımız son yirmi, otuz yılda ciddi bir değişiklik yaşamış. Burada dayağın eğitim sistemi içerisinde olması gerektiğini savunacak değilim. Ancak kitaptaki “Hocaya saygı göstermeyen alçalır” anlayışı eğitim öğretimin en güçlü yaptırım maddesidir. Bence bu madde, herhangi bir toplumda uygulanma olanağı bulamazsa, orada ilerleme düşüncesi uyanamaz’’ şeklindeki ifadeler derdimize çare olabilecek en önemli düstur bence. Dün falaka ile disiplin vermeye çalıştığımız çocuklar, bugün öğretmen karşısında en olmayacak hareketleri yapmaya cesaret edebiliyorsa durup düşünmemiz gerekiyor. Öğretmenin dayağını kınarken öğrencinin öğretmene şiddet uyguladığı, öğretmene saygı gösterilmeyen bir noktaya geleceğimizi kimse planlamıyordu muhakkak.
Osmanlı döneminin eğitim sistemi sadece falakadan ibaret değildi muhakkak. Okurken gülümsediğim, keşke devam etseydi dediğim uygulamalar da oldu. “Amin alayı” bunlardan en önemlisi. Okula başlayan çocuklar için düzenlenen bir tören. Okula başlayacak çocuğun özel kıyafetlerle bir midilli üzerinde sokaklarda gezdirilmesi, bu geziye duaların, ilahilerin ve amin’lerin eşlik ettiği bir gelenekten bahsediyoruz. Amin alayları genellikle mübarek günlere, kandillere denk getirilirmiş. Öğrencinin ailesi bugüne özel yemekler hazırlar, Amin alayına eşlik eden diğer öğrencilere ve ailelere ikramlarda bulunurlarmış. Görülüğü üzere Amin alayları bir şenlik havasında geçiyormuş. Bu şenlik havasının çocuklarda okuma arzusunu artıracağını söyleyebiliriz. Aynı zamanda toplumda da eğitim öğretim faaliyetleri ile ilgili bir farkındalık da oluşturuluyor böylece. Ve daha önemlisi eğitim sürecine Allah’ın adı ve izni ile başlamak. Günümüzde de okulun ilk günü etkinlikleri çokça yapılıyor. Okulların süslenmesi, sosyal medya paylaşımları gibi. Hatta ilköğretim haftasında çelenk bile koyuluyor. Bunlara bir de çocukların dualarla, aminlerle şehri dolaşması eklense mesela. “Gelenek yaşasa ne güzel olur” diyorum kitabı okurken.
Parasız yatılılık ya da eğitimde fırsat eşitliği
Aynı kitap, çocukluğumun iki farklı dönemine götürüyor beni. Birincisi mahalle mektebi idi. İkincisi ise eğitimime parasız yatılı olarak devam ettiğim lise yılları. Köyümden ilk ayrılışım. Anasız, babasız ilk gecelerim. Şehirle ve şehirli çocuklarla ilk tanışmam. Kitapta öğrencinin mahalle mektebinden sonra Darüşşafakadaki yatılı eğitiminden bahsediliyor. Günlük aktivitelerin tamamının belli bir zaman çizelgesine göre düzenlendiği, okul dışındaki her adımın izne bağlı olduğu kışladan hallice bir durum.
Devletin eğitim ve öğretimi, Anadolu’nun her yerine ulaştıramadığı ancak yetenekli köy çocuklarının da nitelikli eğitimden mahrum kalmaması gerektiği düşüncesine hizmet eder parasız yatılılık müessesi. Köy çocukları sınava girerler, başarılı olanlar şehir merkezindeki büyük okullarda okumaya hak kazanırlar. Ulaşım imkanları da sınırlı olduğu için okulun hemen yanı başına da yeme içme, barınma, ısınma gibi ihtiyaçların karşılanması için bir yurt /pansiyon kurulur. Parasız yatılı ya da yurtlu öğrenci sabah yurttan çıkar okula gider akşam okuldan çıkar yurda gelir. Bu yerlerde parasız yatılılar yurttan okula, okuldan yurda gider gelir, gider gelir… Yıllar böyle geçer. Ancak haftada bir kereye mahsus olmak üzere izin kâğıdı ile çıkılan bir çarşıları vardır. Bu parasız yatılı yıllarında öğrenciler bazı krizlerle karşılaşırlar ki bunları söylemeden geçemeyeceğim. Birincisi köyünde hürce yaşamaya alışmış çocuk bir kurallar dairesinin içine girer. Köyündeki sobanın yerini kalorifer almıştır belki ama bülbülün altın kafese girmesi gibi bir şeydir bu. Yat kalk saatleri, yemek saatleri, dinlenme saatleri bellidir. Menü bellidir. Yemeği beğenmeyince bir yumurta kıracak, başın ağrıyınca sabaha kadar başında bekleyecek bir anne yoktur. Çocuk kendi ayakları üzerinde durma krizi ile karşılaşır kısacası.
Diğer bir kriz ise çocuğun ilk defa kendi yaşıtında ama kendi gibi olmayan öğrencilerle karşılaşmasıdır; yani gündüzlüler ile… Onlar şehir çocuğudurlar ve akşamları yurtta kalmak zorunda değillerdir. Okul bitince onları, soğuk yurt duvarları değil sımsıcak bir yuva, günün yorgunluğu her hâlinden belli olan ve ancak kendisine ayrılan odada oturan bir belletmen değil kapıda karşılayan bir anne bekler. Belki ve hatta okulun bahçesine kadar almaya gelen jeepleri vardır. Köy çocuğu kumaş pantolonun altına bir iskarpin uydurmuş gelmiştir. Okula da çarşıya da iskarpini ile gider, okul bahçesinde meşin yuvarlağa da bu iskarpin ile asılır. Köy çocuğu ilk defa burada öğrenecektir; her spor dalı için ayrı bir ayakkabı kullanıldığını. Basketbol için bir Tmac-5 vardır ki onu ancak bir gündüzlülerin ayağında bir de beden eğitimi odasındaki posterde görmüştür. Nayklar, Adidaslar parasız yatılıların hayatlarında ilk kez karşılaştıkları acılardır.
Bir parasız yatılı olan Süleyman Çobanoğlu, “Kulplu Beygir” şiirinde değinmiş bu marka bahsine:
"İdman yeri meşelik; yüzüm kül, dizim mayın
Uçkurlu topdu’nda büzülüyor yağız kas
Düşümün ümüğünde ben kalayım, atlayın!
Üryanım; takılırım/atlarsınız; adidas !"
Eksiğine, kusuruna rağmen dönemin şartları içerisinde Anadolu’nun şehre açılan bir yolu olmuştur parasız yatılılık. Her zorluğuna rağmen hem anne babalar hem de çocuklar için istenen,özenilen bir şeydir. Süleyman Çobanoğlu bile ilkokul yıllarında Falaka’yı derste okuduğunu ve ona özendiğini söyler.
"Bu sağrısız beygiri diktiniz bana şimdi
Şimdi kartal pabucum kaz gibi tirşeleşir
Ben o Ahmet Rasim’e özendim de geldimdi.
Gel ki hâlim gittikçe Minhaci’ye benzeşir."
Sadece öğrenciler için değil veliler için de bir umuttur parasız yatılılık. Çocuk sırtını devlete dayayacaktır erken yaşta. Parasız yatılıya ilk başladığım yıllarda evci izni için köye geldiğimi hatırlıyorum. İki günlük izinde kavuşmanın sevinci ile bir gün sonra ayrılacak olmanın kederi birbirine karışırdı. Bu karışıklığın içerisinde köyde gezerken köyün yaşlılarından birinin “Masa, sandalye, kravat’’ diyerek önümü kestiğini hatırlıyorum. Bu üçleme, okulu bir an önce bitirip memur olmamı ve bunun ancak parasız yatılı ile mümkün olacağına işaret eden bir parolaydı. Köy çocuklarıydık, devletin yurtlarında okuduk, devletin memuru olduk nihayetinde.
Yazının sonuna gelince aklıma düştü. Milli Eğitim Bakanlığı, son yıllarda öğretmenlerin seminer dönemlerinde okumaları için tavsiye kitap listeleri paylaşıyor. Listede çok güzel kitaplar var fakat Falaka yok. Halbuki tüm öğretmen ve öğrencilerin okuması gerekir.
Enes Akçay
Az daha bakayım diyeceğimiz bir fotoğrafı inceler gibi okudum. Yazı bırakmadı beni. Kaleminize sağlık sevgili Enes AKÇAY