Doğu’nun hikâye ananesi, Necip Tosun’un zikrettiği gibi bir “hikmeti arama” felsefesi üzerinde temellenir. Hikmet, asırlardan beri Doğu’dan dünyaya doğru genişlemiş, nice memleketler Doğu’nun bu hikmet anlayışındaki hikâyeleriyle mest olmuşlardır. Hikâyeler yalnızca bize bir lezzet, bir tat vermekle kalmazlar; aynı zamanda bir hikmeti de içlerinde barındırdıkları için vazgeçilmez anlatılardır bu topraklarda. Hak, hep söz ile anlatılagelmiştir. Zira söz “kün” mührünün menbaıdır. Kün olmasaydı söz de olmayacaktı, söz olmasaydı insan da olmayacaktı. İncil “önce söz vardı” diye başlar. Musa aleyhisselam kelîm sıfatıyla nice sırlara mazhar olmuştur.
Bu toprakların söze bu kadar kıymet vermesi “göz” yerine “kulak”ın daha çok aktif olduğunu aşikâr bir şekilde göstermektedir. Biz, ne yapmışsak söz ile yapmaya çalışmışız. Mevcudiyetimiz, söz üzerinden inşa olmuş. Kimliğimiz söz ile kaim olmuş asırlardan beri. Sözün bu kadar ehemmiyete matuf olması hâkinin de hikmeti tekellüm etmesini elzem hâle getirmektedir. Aksi hâlde söylenen sözler söze eziyet ve cefa etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Söz gevezeliği mi kuşanacak yoksa bir ıtnâb-ı makbûl ile mi hayat bulacak? İşte bunun cevabını, Doğu’nun hikmetli hikâyelerini Attar’dan dinlerken rahatlıkla verebiliyorsunuz. Asırlardan beri söze bu kadar kıymet verilmesi ve sözün baş üstünde tutulması bir kültürü de doğurdu: Sohbet kültürü, anlatma kültürü.
İsa ile sırdaş olmak varken neden eşeğe ortak olmaktasın?
Feridüddin Attar, “İlahiname”de padişah bir babanın oğullarına nasihatleri üzerinden inşa ettiği hikâyeleri anlatırken hikmet merkezli bir anlayışa dikkatimizi çeker. Çocukların babalarından istedikleri şeyler ve babalarının onlara verdiği cevaplar şeklinde devam eden kitap, hikâye içinde hikâyelerle insanı hikâyeler diyarına götürmektedir. Oğullarının istedikleri şeylerin bir müminin gönül terbiyesi için münasip ve muvafık olmadığını ifade eden padişah, çocuklarını ikna etmek için hikâyeler içinde hikâyeler ile onları hikmete doğru sevk etmek ister. Birinci çocuk, babasına ay yüzlü bir kızı sevdiğini ve güzellikte eşsiz bir peri olduğunu söyler. Babası ondaki bu hissin aşk değil şehvet olduğunu ifade ettikten sonra başlar aşk ve şehvetin ince ayrıntılarını tefrik eden hikâyeleri anlatmaya. İkinci çocuk büyü öğrenmek istediğini söyler; padişah yine başlar hikâye içinde hikâye anlatmaya. Üçüncü çocuk ise babasından Cem’in her şeyi gösteren sihirli aynasını ister. Fakat padişah hepsinin gönlünde bir hastalık bulunduğunu ve bu hastalığın ise ancak iyi bir kul olmakla giderilebileceğini ifade eder.
Padişah, Doğu’nun bilge insanını temsil ederken, çocuklar nefsin çeşitli taraflarını temsil ederler. Bu yüzden padişah daima onlara nasihat eder ve onları bulundukları yoldan alıkoymaya çalışır. Ve onlara daima şunu telkin eder: İsa ile sırdaş olmak varken neden eşeklerle düşüp kalkasınız? Doğu hikâyelerinin bizi götürdüğü nihai nokta budur: Yücenin istenmesi ve süflinin terk edilmesi.
Elbisesi rengârenk olan dünyaya aldanmayın
Dünyanın dûn, denî kelimeleriyle alakası olduğunu dile getirenler olmuştur. Şöyle ya da böyle bu dünyanın alçak bir yer olduğu inkâr edilemez bir hakikattir. Âdem aleyhisselam cennetten çıkarak buraya gelmiştir. Bu dünya mümin ile Allah arasında daima bir perdedir. Bu perdeyi yıkmak ise ancak ve ancak Allah’a hakkıyla ibadet etmekle mümkündür. Attar, anlattığı hikâyelerinde dünyanın süfli hâlinden bahsederken kulun mütemadiyen Allah’a firar etmesi gerektiği üzerinde etraflıca durur.
Mesel, uzaktaki hakikati yakına getirir, onu tenvir eder. Doğu’nun mesel ve hikâye anlatma ananesi hakikati yakına getirme çabasından başka bir çaba değildir. Asırlarca hikmet, marifet, ilim hikâye elbisesini giyerek bu topraklarda dolaşmıştır. İşte Attar’ın böyle bir dünyadan bize seslendiğini aklımızdan çıkarmamamız lazım. Aksi hâlde anlatılanların neye yaslandığını fark edemeyiz. Dünya, kâfirin cenneti müminin zindanıdır der Resul-i ekrem. Böyle bir ahlakla ahlaklanmak istiyorsak yüzümüzü dünyadan öte bir tarafa çevirmemiz elzemdir. Mümin, dünyaya teveccüh göstermemeli, fakat onu büsbütün de hâriçte tutmamalıdır.
Attar’ın anlattığı Hz. İsa ile Dünya arasında geçen hikâye bize kulluk şuurunu ne güzel veriyor. Dünya bir gün çirkin bir kocakarı suretinde Hz. İsa’ya görününce Hz. İsa onu tanır ve neden böyle olduğunu sorar. Dünya şöyle der: Kimse beni tanımasın diye yüzüme nikap vurdum. Yüzümün çirkinliğini görenler benden kaçarlar diye yüzümü kapattım ve elbiselerimi rengârenk boyadım. Böyle olunca insanların hepsi hâlimden haberleri olmayarak bana teveccüh gösteriyorlar.
Attar’ın buna benzer anlattığı onlarca hikâye bizlere bu mübarek günlerde dünyanın ve içindekilerin bir simülasyondan ibaret olduğunu haykırmaktadır.
Yunus Sürücü