Hikâyeye göre Hallâc-ı Mansûr 400 kişilik bir kafileyle çölde seyahat halindeyken, yiyecekleri biter ve insanlar açlıktan bîtâb düşerler. Hallâc’a gelip hallerini arz edince o, elini arkasına atar; her birine pişmiş aş ve sıcak ekmek uzatır. Bu sefer yaş hurma isteyenler de olur. Hallâc “Beni ağaç gibi sallayın” buyurur. Etrafındakiler buna itimat ederek kendisini bir ağaç gibi silkelerler. Bunun üzerine yere yaş hurmalar dökülür ve karınlarını doyururlar.
Dinleyicilerin geneli, maddi âlemin kanunlarına aykırı olan bu hikâyeye karşı iki farklı yaklaşım sergiler. Bir kısmı muhtemelen dinledikten sonra gülüp geçer, üzerinde durmaya gerek görmez. Başkalarına göre ise Allah dostlarından sadır olan böylesi haller hangi boyutta olursa olsun hayret vericidir ve onlara karşı derin bir saygı uyandırır. Pekâlâ, keramet diye bir şey hakikatte var mıdır?
Bu, tasavvuf söz konusu olduğunda mühim bir meseledir; zira velâyet ve nübüvvet gibi başka ihtilaflı konularla da ilişkili olarak girift bir yapıya sahiptir. Keramete inanan biri, doğal olarak Allah’ın özel ve ayrıcalıklı kulları bulunduğunu kabul etmiştir ve iş, bu insanların peygamberler karşısındaki konumlarını tartışmaya kadar uzayacaktır.
Teorik meseleler bir yana, harikulade halleri bulunan kişiler kamuoyunda daima ilgi odağı olmuşlardır. Gösterdikleri kerametler bazen abartılarak dilden dile nakledilmiş; bazen de hayal ürünü olaylar bu kişilere hamledilmiştir. Her halükarda, gâip olanı haber verme, maddî âlemde tasarrufta bulunma, yırtıcı hayvanlara karşı hâkimiyet kurma gibi durumlar şeyhlerin nüfûz ve şöhretini arttırmaya yetmiştir.
Konu suiistimale açık
Buna karşın mutasavvıflar, konunun ne kadar hassas ve sû-i istimâle açık olduğunu fark ederek bazı kıstaslar koymuşlardır. Burada ölçü, tabii ki Kur’an ve sünnettir. Mesela meşhur sûfîlerden Bâyezîd-i Bistâmî, bir adam suyun üstünde secde etse, gökyüzünde bağdaş kurup otursa bile emir ve nehiy çizgisindeki tavrını görmedikçe ona aldanmamak gerektiğini vurgulamıştır. Yine ona: “Falan kişi bir gecede Mekke’ye gidiyor diyorlar” diye görüşü sorulduğunda “Şeytan da, Allah’ın lanetine uğradığı halde bir anda doğudan batıya ulaşabiliyor. Bunda şaşılacak ne var?” diyerek keramete teveccüh gösterilmemesi gerektiğini söylemiştir.
Hikmet ehlinin keramet bahsindeki yaklaşımlarından biri de, bunun aşılması gereken bir makam olduğudur. Yani etrafına toplanan insanları hayretlere düşürerek cazibe kazanan bir şeyh, maksada giden yolda oyalanmaktadır. Nitekim rivâyete göre bir adam Sehl et-Tüsterî’ye gelerek, endişeli ve aynı zamanda mutlu bir hal içinde şöyle demiştir: “Yâ Ebâ Muhammed! Bazen abdest alırken kolumdan dökülen suyun altın ve gümüş parçalarına dönüştüğünü görüyorum!” Sehl’in verdiği cevap oldukça manidardır: “Dostum, bilmez misin ki, çocuklar ağlayınca onların eline oyalansınlar diye oyuncak verirler. Senin başına gelen hangi türdendir, dikkat et!”
Başka bir açıdan sûfîlere göre asıl keramet, kişinin istikamet üzere yaşamasıdır. Bir sûfîye, falan kişinin elini cebine her attığında altın çıkardığından bahsedilmiş; o da “Bu keramet midir? Aslında keramet, cebinde bulduğu altınların onun halini değiştirmemesidir” şeklinde karşılık vermiştir. Dolayısıyla keramet tasavvufta her zaman makbul bir durum olmamış; imkânı sorgulanmasa da muhtemel tehlikeleri sebebiyle ihtiyatlı yaklaşılmıştır.
İmam Suyutî’nin risalesi
Burada dikkat çekilecek esas nokta, kerametin çok tartışılmakla birlikte ilginç bir şekilde tasavvuf ve “diğerleri” arasında ortak kabullerden biri olmasıdır. Yani tasavvufa mesafeli duran ulemâ bile kerametin vâkî olduğunu, bunun evliyâullah eliyle gerçekleştiğini itiraf etmiştir. Nitekim ehl-i sünnet inancında keramet haktır ve vâkîdir. Konuyla ilgili en güzel örneklerden biri 15. yüzyılda yaşayan ve tefsir, hadis, kıraat ve Arap dili gibi muhtelif ilim dallarında söz sahibi olan Ebü’l-Fazl Celâleddin es-Suyûtî’dir. O, eş-Şerefü’l-Muhattem (El Öpme Şerefi) ismiyle kaleme aldığı risâlesini, Rifâiyye tarikatı pîri Ahmed Rifâî’ye atfedilen bir kerameti aklen ve naklen delillendirmeye hasretmiştir.
Rivâyete göre, Seyyid Ahmed er-Rifâî hicrî 555 senesinde kalabalık bir mürid topluluğuyla birlikte hac vazifesini ifa etmek üzere Mekke’ye gider. Kafile Medine’ye ulaşıp Mescid-i Nebevî’ye geldiğinde olağanüstü bir durum gerçekleşir. Ahmed Rifâî, Hz. Peygamber’in (sas) mübarek ravzasının önüne geçip büyük bir hürmetle “esselamü aleyküm ya ceddî” (selam olsun sana dedeciğim!) der. O sırada herkesin işittiği bir ses “ve aleyküm selam ya veledî” (sana da selam olsun oğlum!) diye karşılık verir. Ahmed Rifâî bunun üzerine vecde gelir, benzi sararır ve yüz üstü yere kapaklanır. Bir süre sonra kendine gelip ağlamaya başlar, dilinden şu veciz sözler dökülür:
Uzaktayken, ruhumu gönderiyordum
Vekilim olarak öpüyordu toprağını
İşte şimdi, hayallerimin devleti burada
Uzat elini ki (öpmekle) şereflensin dudaklarım!
O eli öpmek herkese nasip olmaz
Bu sözlerin akabinde Rasûlullah’ın (sas) ışıltılı kabrinden nurlu, düzgün, parmakları uzunca ve hoş kokulu bir el uzanır. Ahmed Rifâî de yaklaşık doksan bin kişinin önünde o mübarek eli öper. Bu harikulade olayı gören insanlar dehşetten yalpalayıp yere yığılırlar. Bu vecd hali içerisinde ne yaptıklarını bilemez hale gelirler. Rifâiyye tarikatında “burhan” denilen uygulamanın Mescid-i Nebevî de yaşanan olaya râci olduğu söylenir. Burhan, Rifâî dervişlerin zikir esnasında kendilerine galip gelen vecd haliyle vücutlarının çeşitli yerlerine kılıç, şiş, topuz gibi aletler saplamaları ve bundan müteessir olmaksızın zikre devam etmek suretiyle gösterdikleri kerametin adıdır. Seyyid Rifâî’nin Hz. Peygamber’in elini öpmesini ve aralarındaki muhavereyi hayretle izleyen müritler manevi bir coşkunluk hissiyle yerlere düşüp bayılmış; bazısı ellerinde bulunan kesici aletleri gayr-ı ihtiyârî vücudlarına saplamışlardır. Rifâî tarikatındaki burhan kerameti de bu olaya dayandırılmıştır. Böylece el öpme kerameti, Ahmed Rifâî’nin ne kadar büyük bir veli olduğunu göstermekle kalmamış, Rifâî tarikatının ana ritüellerinden birine kaynak teşkil etmiştir.
İmam Suyûtî bu mucizevî olaya Abdülkâdir Geylânî, Hayât b. Kays el-Harânî, Şeyh Humeys, Şeyh Adiy b. Müsâfir gibi meşhur mutasavvıfların da tanık olduğunu belirtir. Öyle ki yine kendisi de aktâb-ı erba’adan olan Abdülkâdir Geylânî’ye, orada bulunan topluluk arasında Ahmed Rifâî’yi kıskananalar olup olmadığı sorulmuş; o da “Mele-i a’lâ’da bulunan herkesin ona gıpta ettiğini” söylemiştir.
Risale artık Türkçesi de var
Celaleddin es-Suyûtî, eş-Şerefü’l-Muhattem namlı risalesinde, yaşanılan hadisenin imkânını aklî ve naklî delillerle ispatlamaya çalışır. Ona göre peygamberlerin diri oldukları naklen sabittir. Ebû Ya’la’nın rivâyet ettiği hadiste Hz. Rasûlullah “Peygamberler kabirlerinde diridirler ve namaz kılarlar” buyurmuştur. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de Allah yolunda öldürülenlerin diri olduğu bildirilmiştir. Peygamberler diri olmaya şühedâdan daha layıktır; dolayısıyla Hz. Peygamber’in Ahmed Rifâî’ye mukabelede bulunmuş olması mümkündür. Ayrıca bu keramet mütevatir haberlerle, yani yalan üzerine birleşmesi mümkün olmayan sayıda râvînin, birbirlerinden naklettikleri rivâyetlerle de sabittir. Dolayısıyla akıl sahibi olan hiç kimsenin, bu hadisenin varlığından şüphe duymaması gerekir.
eş-Şerefü’l-Muhattem, Bursa’nın ulu yayınevlerinden biri olan Uludağ Yayınları tarafından El Öpme Şerefi başlığıyla neşredilmiş. Risâle, ehl-i sünnet inancında keramet hakkındaki ana temayülü tespit ediyor ve daha önemlisi, Allah’ın Habîbi’yle ilgili muhteşem bir anıyı yaşatıyor. Tercümeyi yapan Mustafa Utku Bey Mescid-i Nebevî’de yaşanan büyük kerâmeti, yoğun bir mâneviyat içerisinde, latîf ve nezâketli bir Türkçe ile okuyuculara aktarıyor. Bizzat kendisi de ilim, irfan ve hâl sahibi bir zat olunca risâle gönle akıyor; bir solukta, huşû içerisinde okunuyor.
Hicret Karaduman