Gazap, Arapça ‘ga-di-be’ fiilinden türeyen bir kelime olup Türkçe’de ökke, öyke ve ök kelimelerinden türeyen öfke’nin karşılığıdır. Öfke, olması doğal karşılanabilen bir hâl olarak bilinmesine rağmen, ‘haddi aşan öfke’ olarak ifade edilen gazap, kibirden de kaynaklanması sebebiyle ‘kaçınılması gereken bir hâl’dir. Gazap, Kur’ân-ı Kerim’de, türevlerinin de kullanılmasıyla 21 yerde geçmekte ve ağırlık, Allah’ın gazabından bahsedildiği ayetlerdir. Ayrıca Hz. Musa (a.s) ile Hz. Yunus’un (a.s.) kızgınlık hâllerine değinilen ayetler de mevcuttur. Hepsinin yanında güzel bir ahlâkî nitelik olarak mü’minlerin öfkelenseler bile affetme büyüklüğünü göstermeleri gerektiği söylenmektedir.
Efendimizin kuşatıcı hayatını her yönüyle bilmeliyiz
Kitâbî Yayınevi’nin 2009 yılında bastığı, Mustafa Genç’in kaleme aldığı Hz. Peygamber’in Kızdığı Anlar isimli kitap, “öfke” ve “gazap” kelimelerini yukarıda aktardığımız gibi anlatıyor. İlerleyen satırlarda biraz daha detayına gireceğimiz kitabın önsözünde yazar, Hz. Peygamber’in sünnetinin hayatının tamamını kuşattığını hatırlatarak Efendimizi en güzel şekilde örnek edinebilmek için de onu her yönüyle ve daha yakından tanımaya ihtiyaç olduğunu söylüyor. Bu çerçevede Hz. Peygamber’i, kızgın olduğu hâller açısından tanımayı amaçladıklarını belirten yazar, kitabın ismiyle hazırlanan yüksek lisans tezinin kitaplaştırıldığı bu eseri giriş dışında iki bölüme ayırmış: Öfke duygusunun mahiyeti, kısımları, tedavisi gibi konular ile Hz. Peygamber’in kızdığı anlar, kızgınlığının genel karakteri ve bunların tahlili.
Yazar güzel bir noktada uyarıyor okuyucuyu ikinci bölüm öncesinde ve art arda Hz. Peygamber’in kızgın olduğu anlarla alâkalı hadisler yer alacağı için bunun, Efendimizin hep kızan birisi olduğu gibi bir izlenime yol açmaması gerektiğini de ekliyor. Aktaran olarak biz de belirtelim ki, amacımız okuyucuyu kitaba yöneltmektir; dolayısıyla kitabın hepsinden bahsetme şansımız yok. Kitabı bizce biraz daha dikkat çekici kılan kısımları aktarıp, devamını okumayı sizlere bırakıyoruz. Yukarıda aktardığımız kısımdan devam edelim şimdi.
‘Öfke’ kelimesini ifade eden, ‘gazap’ dışında başka kelimeler de mevcut. ‘Gazap’la hemen hemen aynı manaya gelen “sahat”, ‘cezayı gerektiren şiddetli öfke’ anlamında kullanılır ve ‘râzı olmamak’ ifadesini taşır. Kur’an’da dört yerde hem Allah’a hem de beşer olana ait bir vasıf olarak geçen sahat, hadislerde de hem ilahî hem de beşerî bir nitelik olarak yer almaktadır. Yine ‘gazap’ kelimesine çok yakın bir anlama sahip olan “gayz” kelimesi, ‘çok şiddetli öfke’ manasına gelir, ‘gazap’ kelimesinin taşıdığı anlam olan ‘kalp kanının kaynaması sebebiyle oluşan hararet’ olarak tanımlanır.
Kelimenin anlamı ile alâkalı kısımdan sonra öfkenin mahiyeti, kısımları ve tedavisi ile ilgili birinci bölüm başlıyor. Eflâtun’un etkisiyle Fârâbî, İbn Miskeveyh, İbn Sînâ, İbn Hazm, Râğıp el- İsfahânî ve İmâm Gazâlî gibi İslâm ve düşünürlerinin insan ruhunun ‘güçlerini’ üç bölümde incelediklerini belirtiyor: Akıl güç, şehvet gücü ve gazap gücü. Devamında Aristo’nun ‘tam orta’ merkezli düşüncesinden yola çıkarak gazap gücünün ifrâtına ‘saldırganlık’, tefrîtine de ‘korkaklık’ dediklerini söylüyor. Bu bağlamda Peygamber Efendimizin herkesin farklı yaratıldığı, kimisinin nadiren öfkelenip çabuk yatıştığı, kiminin çabuk öfkelenip çabuk yatıştığı, bazısının çabuk öfkelenip zor teskin edildiği ile alâkalı hadisini unutmamamız gerekiyor. Ama bu hadisin sonunda çabuk öfkelenip zor teskin edilenlerin ‘en şerliler’ olduğunu belirten Efendimiz, nadiren öfkelenip çabuk yatıştırılanların ise ‘en hayırlılar’ olduğunu söylüyor. Yani öfke, fıtratımızda olan bir duygu ve bunu sahip olduğumuz her duygu gibi ıslâh ederek sıkıntılı noktalara yükselmesine ya da düşmesine engel olacak şekilde davranmamız gerekiyor. Zira İslâm düşünürlerinin bu hususta üzerinde durdukları husus bu duygunun ifrât ve tefrît uçları arasındaki itidâl noktasıdır. Bu nokta kaçırılırsa ortaya ya ‘saldırgan’ ya da ‘korkak’ bireyler çıkabilir.
Öfkenin yerileni de var övüleni de
Aşırı öfke ile hiçbir şeye kızmama arasında, yazarın hatırlattığı güzel hususu yakalayabilmek lazım: Hilm. Hilmin denge noktasını oluşturduğuna vurgu yapan İslâm âlimleri, övülen ve yerilen olmak üzere öfkeyi iki başlıkta incelemişler.
Övülen öfkeyi, öfkenin ‘din ve hak uğruna olanı’ şeklinde; yerilen öfkeyi ise haksız yere ortaya çıkan öfke olarak aktarabiliriz. Hz. Peygamber’den az ve öz bir amel öğrenmek isteyen bir sahabîye, Peygamber Efendimizin “Öfkelenme!” demesi, haksız yere kızmakla alâkalı fikirlerimize hoş bir şekilde ışık tutabilmektedir. Övülen öfkede ise öfke aslında 'tatlı’ bir şeydir. Kişinin ‘gayrete gelmesi gerektiği yerde’ yapması gerekeni yapması, fakat yumuşak huyluluğun fayda vereceği yerde de hakim olması... Tutturulan dengeyi en güzel şekilde anlatmaktadır. Bahsettiğimiz dengeyi sağlamaktan yoksun insanlar genelde yerilirken, aciz ve öfkelendirildiği hâlde bunun karşılığını vermeyen/ veremeyen kişiler bir fazilet sayılan cesaret duygusundan yoksun sayılırlar.
Ölçüsüz öfkenin nedenlerini ağırlıklı olarak hadislerde yer alan usule göre sıralamaya çalışan Mustafa Genç, belli başlı birtakım maddeyi şu şekilde sıralandırıyor: Aşırı lüksün içinde bulunma sebebiyle en ufak şeylerden bile etkilenebilecek kadar zayıf bir karaktere sahip olunması, fiziksel hastalıklar, çok çalışarak uykusuz kalmak, zihnin dünyevî hırslarla meşgul olması, aşağılık duygusuna kapılarak olayları derinlemesine düşünmeden sadece yüzeysel olarak değerlendirmeye kalkışmak.
Öfkeyi yenmek için bazı tavsiyeleri var Efendimizin
Hz. Peygamber, kişinin öfkeyi yenmesi için bazı tavsiyelerde bulunuyor. Meselâ yanında çekişen iki adamdan birisinin yüzünün kızarıp damarlarının şiştiğini görünce “Ben öyle bir söz biliyorum ki eğer şu adam onu söylese, gazabı diner; ‘eûzu billâhi mine’ş- şeytan’ dese öfkesi yatışacaktır.” diyor ve bunu duyan öfkeli adam ise “Ben cinnet mi geçiriyorum ki?!” diyerek öfkesine devam ediyor. Halbuki evet, her türlü fitnenin kaynağı olan şeytan orada da öfkenin baş sorumlusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira Araf Suresi’nin 200 ve 201. ayetlerine ve Fussilet Suresi’nin 36. ayetine baktığımız zaman Allah’ın, şeytanın insanı tahrik ettiği konusunda uyarıda bulunduğunu, bu durumda derhal Allah’a sığınmamızı bize tavsiye ettiğini görüyoruz.
Bu ayetlerde geçen “nezğ” ve “tâif” kelimeleri bazı müfessirlerce ‘şeytanın tahrik ettiği öfke’ olarak yorumlanıyor. Yine A’raf Suresi’nin 199. ayetindeki “Af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme.” ifadesi ile Kehf Suresi’nin 24. ayetindeki “Unuttuğun zaman Rabbini hatırla.” ifadesi şeytanın öfkelenmemizdeki, hadsiz öfkeye sebep olmadaki yerine dikkat çekmekte. Dolayısıyla her insanın başına gelme ihtimâli olan ‘yerilen öfke’ durumunda mümkün olduğunca şeytandan uzaklaşmak için çaba göstermeli kişi. Bu noktada Hz. Peygamber’in, kitapta öfkenin tedavisi olarak sıralanan maddelere öncülük eden hadisini de aktarmalıyız: “Öfke şeytandandır. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile söndürülür. Biriniz öfkelendiği zaman adbest alsın.” Yine bir başka hadisinde kişinin susması yönünde tavsiye veren Peygamberimiz, toprağa dokunmak ve pozisyon değiştirmek yönünde tavsiyelerde de bulunuyor.
‘Adına sünnet dediğimizin anlamı Efendimizdedir’
Kitabın ikinci bölümü ise Hz. Peygamber’in kızgınlığının genel karakteriyle başlıyor. Bütün insanlığa gönderilen ve yaşayan bir örnek olan Peygamberimiz’in örnekliğinin, kendisine has olduğu belirtilen birtakım durumlar dışında hayatın her alanında geçerli olduğunu hatırlatan yazar şu şekilde devam ediyor: “Çünkü adına sünnet dediğimiz ve Resûlullah’ı (s.a.) her yönüyle tanımayı amaçlayan vahyin pratik gerçekliğinin anlamı budur. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in rahmet ve merhametlilik niteliği kadar kızgınlık hallerinde de bizler için örnek olduğunu söylememiz gerekir.” Bu bağlamda Hz. Peygamber’in de zaman zaman kızdığını ve bunun da doğal olduğunu belirten yazar, Efendimizin “Ben nihayetinde bir insanım. Normal bir insanın kızdığı gibi ben de kızabilirim.” hadisini aktarıyor okuyucuya.
Peygamberimizin kızdığı davranış biçimlerinden bir tanesi, kişinin kendisini ilgilendirmeyen konularda ısrarcı olması. Bir gün kaybolan develere ne yapılması gerektiği konusunda bir adam ısrarlı bir şekilde soru soruyor. Peygamber Efendimiz buna kızarak “Sana ne ondan! Hayvanı, sahibi buluncaya kadar rahat bırak. O kendi kendine su içip otunu yiyebilir.” diyerek uyarıyor. Kaldı ki bu ısrarlar insana ek külfetler getirebileceği gibi, hoşa gitmeyecek sonuçlar da doğurabiliyor. Ayrıca Efendimiz soru sorma âdâbını ihlal ederek gereksiz ve çok sorular soranlara da kızıyor.
Meselâ Hz. Peygamber, herhangi bir meseleye yaklaşımında kolaylaştırıcılık prensibine riayet etmiştir. Namaz gibi ibadetlerde dâhi bıktırıcı olunmaması gerektiğini söyleyen Peygamberimiz, cemaate çok uzun namaz kıldıran sahabî Muâz bin Cebel’e üç defa “Sen bıktırıcı mısın ya Muâz?” diyerek kızıyor ve cemaat içerisindeki yaşlı, zayıf hasta ve işi gücü olanların dikkate alınarak namaz kıldırılması gerektiğini öğütlüyor.
Hz. Peygamber, insanların çokça hataya düştüğü bir mevzu olan konuşma ve hitâbet âdâbında da oldukça hassastır. Bilâl-i Habeşî’nin, bir kadının ölüm haberini Hz. Peygamber’e ulaştırırken “Ya Resûlallah! Falanca kadın öldü ve kurtuldu/ rahatladı” demesine kızarcasına “Ancak cennete giren (ve günahları affedilen) rahat eder/ kurtulur” buyurarak kullandığı ifadenin uygun olmadığını vurgulamıştır.
Esad Eseoğlu aktardı
Bizi bilgilendirdiği için ve tavsiyede bulunduklari için Esad Eseoğlu yazar abimize çok teşekkür ederim. ALLAH'ın izniyle yeni tavsiyelerini merak ile bekliyorum. Dünyabizim dergisinde emeği geçen herkeze de çok teşekür ediyorum. ALLAH muvaffak kılsın.Âmîn.