Düşlerle ilgili ilk büyük keşifler ve incelemeler
1932 yılı Nobel Ödülü sahibi nörofizyolog Charles Sherrinton, 1937 yılında Gifford Konferansı’ndaki konuşmasında “Beyinde ışık noktacıkları olduğunu ve uyanıldığında beyin kitlesinin hızla, içinde çakan milyonlarca mekiğin değişken örüntüler dokuduğu muhteşem bir dokuma tezgahına dönüştüğünü, uykudaki beyindeyse karanlığın hüküm sürdüğünü” anlattı.
1953 yılında, Science, Sherrington’ın metaforunun gece bölümünü bir anda geçersiz kılan bir keşfi yayımladı. Eugene Aserinsky, EEG kayıtlarıyla, uykudaki beynin gecede dört-beş kez aniden aktifleştiğini keşfetmişti. İnsanlar uykunun bu evresinde uyandırıldıklarında, düş gördüğünü söyleme olasılıkları çok fazlaydı. Uyku ve düş görmenin nörofizyolojisinde bir devrimin gerçekleştiğinin farkına daha sonra varıldı. İşte bu keşiften sonra, uyku artık iki evreye yayılıyordu: REM uykusu ve REM dışı uyku.
Hans Berger, ömrünü, beyinden yayıldığını düşündüğü bir enerjinin fiziksel temelini kaydedecek bir aygıt geliştirmeye adadı. Finalinde Berger, dinlenmede kaydedilen ve saniyede on dalgayla karakterize edilen “alfa dalgaları”nı, ayrıca kişi aniden gözlerini açınca veya dikkatini yoğunlaştırınca “beta dalgaları”na saniyede yirmi-otuz dalga arası geçişi bulan ilk kişidir. Tümör, epilepsi, narkoz ve uykunun EEG’de değişikliklere yol açtığını ilk bulan da odur.
Dement ise araştırmalarında, hemen herkesin düş gördüğünü saptadı: Dört uyku evresi artı REM uykusu, toplamda bir buçuk saat süren bir uyku döngüsü oluşturur. REM uykusu, düşlerin en detaylı görüldüğü evredir. Sağlıklı biri sekiz saatlik uykusunda bu döngülerden beş tane tamamlar. Ayrıca uyuyan kişinin hareketlenme olasılığının en yüksek olduğu evre, derin uyku evresidir.
1970’lere gelindiğinde, artık düşlere kolay bir giriş yolunun olduğu keşfedilmişti: REM Uykusu.
Ve düşlerin dökümünü yapabilen bir araç vardı: İçerik analizi.
Düşte uçmak ve süzülmek ne anlama gelir?
İngiliz yazar Mary Arnold-Forster, bir düş günlüğü tutmuş ve bunu 1921’de yayımlanan Düş Araştırmaları başlıklı monografisi için kaynak olarak kullanmıştır. Bu eserdeki bilgilere göre uçma düşleri çoğunlukla iyi hatırlanır. Diğer düşlere kıyasla düzgün bir gidişatı vardır. Uçma hariç, gerçekliğe diğer düşlerden daha yakındır. Tuhaf ayrıntılar, anlaşılmaz sahne değişmeleri daha az görülür. Kronolojiye riayet edilir. Sıradan düşler sıklıkla aniden bitiverirken, uçma düşlerinin çoğunun doğal bir sonucu olur. Tüm berrak düşlerde uçulmaz, ama uçma düşlerinin çoğu berrak düşlerdir. Ve uçma düşlerinde neredeyse hiç kanat olmaz.
Uçma düşleri istisnasız her toplumda olumlu yorumlanmıştır.
Düş araştırmacıları Schredl ve Piel’in sonuçlarını bir araya getirdiği dört büyük araştırmaya göre erkeklerle kadınlar, eşit oranda uçma düşü görüyorlardı. Yaşla birlikte, görülen uçma düşü de azalıyordu.
Freud, kendi deneyimi dışındaki düşlere pek ilgi göstermezdi. Ve kendisi hiç uçma düşü görmemişti. Ona göre bu düşler çocukken bir erişkin tarafından havada uçurulma oyunlarından hatırlananlardı.
Jung, yer çekiminin alt edilmesini hayattaki dertlerin alt edilmesi olarak görüyordu.
Adler bunun, düşü görenin kendisini başkaları karşısında yükseltme gayesinden geldiğine inanıyordu.
Çoğu insan hayatında en az bir kez sınav düşü görmüştür.
Freud, 1900 yılında yayımladığı kitabında, “Herkes bir sınava yeniden girilmek zorunda kalınan o anksiyete düşünü ara sıra görür” diyordu. Böylesi düşler, ona göre “kötü davranışlarımız nedeniyle uğradığımız cezaların silinmez anılarından” ortaya çıkmaktaydı.
Freud’a göre bu düşler, “Yarından korkma! Olgunluk sınavından önce de ne kadar endişeli olduğunu ve sana hiçbir şey olmadığını anımsa!” mesajı veriyordu.
Freud’un meslektaşı olan, önceleri karşısında durduğu ancak tanıştıktan sonra yakın dostluk kurduğu Wilhelm Stekel, bu düşlerin geçmişte kalınmış sınavlara değil, vakti zamanında gerçekten de girilmiş ve geçilmiş bir sınava dair oluşuna dikkat çekmiştir. Bu düşleri insan, fiyaskoyla sonlanması muhtemel olan, tasalandıran herhangi bir sınav, bir sınanma yaklaştığında görüyordu.
Sınav düşleri çoğunlukla sahiden girilmiş bir sınav hakkında olur. Bu düşler hiç bir zaman hayırlı bitmez; o sınavdan kaldığınız hissiyle uyanırsınız.
Çalışmaların geldiği son noktaya göre, sınav düşleri geçmişten gelen anılarla bağlantılı olsa da geçmişe değil, geleceğe işaret eder. Geçmişte başa gelmiş olan gerçek bir başarısızlıktan ziyade, gelecekte başa gelmesi muhtemel bir başarısızlık tehdidiyle bağlantılıdır.
Rüyalarda ölüm
Kehanet düşlerinde bir paranormal yan olup olmadığı, uzun süre tartışmaların merkezinde yer alan bir konu oldu. Abraham Lincoln’ün ölümünden dört gün önce, kendi ölümünü bizzat gördüğü iddia edildi; psikanalistlere başvuran birçok hasta da, yakınlarının ölümlerinin rüyalarında kendilerine göründüğünü söylediler.
Bu iddialar, araştırmacıları bu konuyu incelemeye itti.
Beyin, telepati yoluyla, bir kişinin, yakınının başına gelen talihsiz olayı hissetmesini saptayabiliyor muydu? Rüyalarda kişiye geleceğin görünmesi mümkün müydü?
İkinci soruya dair destekleyici hiçbir kanıt bulunamasa da, ilk sorunun yanıtı için uzun süre deneklerle çalışıldı. Kişiye uyurken bir başka deneğin beyin dalgalarının iletilmesi yoluyla, beyin dalgaları iletilen kişinin düşündüklerini rüyasında görmesinin mümkün olup olmadığı araştırıldı.
Bulunan sonuçlara göre, böyle bir şeyin mümkün olduğuna dair iz yok. Paranormal düşlerin, içe doğmalardan daha çok bilgi sağlamadıkları görüldü.
Düşler renkli mi yoksa siyah beyaz mı?
“Düşlerimi siyah beyaz mı yoksa renkli mi görüyorum?” sorusu, insanın kendisine yöneltebileceği en basit sorulardan biri gibidir.
Düşlerini siyah beyaz gördüğünden emin olanlar için bu deneyim öylesine barizdir ki, başkalarının düşlerinde renkler olduğunu duyduklarında şaşkınlıklarını gizleyemezler. Renkli düş görenlere göre siyah beyaz düş görmek de hayret vericidir.
Düşlerin siyah beyaz mı yoksa renkli mi görüldüğüyle ilgili yapılan anketlerin sonuçları birbirinden oldukça farklı çıkmıştır. Yapılan araştırmalar, düşte renkler mevcutsa, bu düşlerin REM evresiyle bağlantılı olduğunu açığa çıkarmıştır.
1915’te psikolog Madison Bentley’in yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre, renksiz düşler çoğunluktaydı. 1942’de yapılan araştırmalar da aynı şekilde sonuçlanmıştı. Warren Middleton, yaptığı araştırmalarda, kızların erkeklerden fazla renkli düş gördüğünü saptamıştı. Bu sonuç, daha sonra yapılan araştırmalarla da teyit edildi.
2001 yılında, filozof Eric Schwitzgebel, Middleton’ın araştırmasını yeniden yaptığında, “Siyah beyaz filmler ve siyah beyaz televizyon ile büyümüş insanların, sinemayı ve televizyonu hep renkli izlemiş olanlardan farklı bir düş deneyimi olması mümkün mü?” sorusuna cevap aradı. Ve varılan sonuç, “renkli iletişim ortamlarıyla tanışıklık ne kadar uzunsa, rapor edilen düşlerdeki renklerin de o kadar sıklaştığını” ortaya koydu.
Rüyalarda en çok görülen renklerin sırasıyla beyaz, siyah, kırmızı, mavi, sarı, yeşil, kahverengi, gri, turuncu ve mor olduğu belirlendi.
“Düşlerdeki renkler, düş görenlerin en sevdiği renkler olabilir mi?” sorusunun cevabı ise “hayır” oldu.
Freud’a göre renkler, düşlerin çözümlenmesi açısından özel bir anlam taşımıyordu.
Düşlerin süresi nedir?
Örneğin uyurken kişinin başucundaki çalan saat ötmeye başlar ve kişi aynı anda rüyasında bir itfaiye arabasının sirenler çalarak evine doğru yaklaşmakta olduğunu duyar ve evinde bir yangın çıktığını fark eder. Sonradan bu ses dönüşerek çalar saatin sesi olur ve kişi kısa zamanda uyanır. Freud, muhtemelen bütün düş türlerinin en kısası olan bu tür düşlere “çalar saat düşleri” adını verdi.
Aynı düş türlerini, 1930 yılında Hollandalı psikiyatr Gerbrandus Jelgersma “uyarılmış düşler” olarak adlandırdı. Çünkü ona göre, bu tür düşlerde dış uyaran sadece çalar saat değildi: Odada devrilen bir şey, açık pencerenin önünde hışırdayan bir perde vs. Jelgersma’ya göre uyaran ne olursa olsun düşte derhal işlenir: Düşün başlangıcıyla uyanma arasında genellikle birkaç saniye ya geçer ya geçmez.
Bellekte çok anılar bırakan bir düş bize, çoğunu unuttuğumuz bir düşten daha uzun sürmüş gibi gelebilir. Oysa düş kısacık, ani ve bölünemeyecek bir hızdadır.
Uyarılmış düşler varla yok arasında bir uzunluktadırlar ve iki soruyu beraberinde getirirler. İlki, “düşün nasıl bu kadar hızlı oluşuverdiği” sorusudur. Jelgersma’nın buna yanıtı; “Zihnin, görülen düşü, görülmeden çok önce oluşturup işlediği ve o düşe uygun bir dış uyaran geldiği anda hemen görülmeye başladığıdır.” İkinci soru, düşün nasıl olup da sebep, yani başlangıç olması gereken şeyle, dış uyaranın sesiyle sonlandığıdır. Buna yanıtsa, düşün kaynağının, yani uyandıran uyaranın, zaman olarak düşün sonuna çok yakın olduğu ve bunların adeta aynı ana denk düşmüş gibi hissedildiğidir. Başka araştırmacıların bu soruya yanıtıysa, olayların rüyada tersten görülebileceği ve uyanırken insanın o olayları düzgün sıraya koyarak hatırladığıdır.
Kâbuslar, uyku felci ve uyku terörleri
Kâbusun resmi tanımı, korkunç içeriğiyle uyuyan kişiyi korkutan ve daha sonra iyi hatırlanan düştür. Bir düşün kâbus olması için, kişiyi muhakkak uykusundan uyandırması gerekir.
Tekrarlayan kâbusların ardında, bir konuda duyulan büyük tedirginlik yatar. Bu kâbusların tedavi tekniklerinden biri, hastanın tekrarlayan kâbusunu olabildiğince detaylı yazmasını, yalnız kâbusun sonunu daha hoş bir bitişle değiştirmesidir. Başka tedavilerdeyse hastadan, kâbuslardaki görüntüleri gündüz de zihnine getirmesi istenir.
Uyku felci, insanın kendini yatağında ama felç olmuş gibi hissettiği deneyimlerdir. Uyku ile uyanıklık arasındaki bölgede, uykuya dalmadan önce ve çoğunlukla uyanmadan hemen önce görülen deneyimlerdir. Erkeklerde kadınlardan iki kat fazla görülür. Vakaların dörtte üçüne, yaklaşan ayak sesleri, karaltı gibi sanrılar eşlik eder. Sanrılar, kişinin büyüdüğü dönemin korkulu öykülerini yansıtır.
Uyurgezerlikse, genelde kişi uykuya daldıktan iki saat kadar sonra başlar. Çoğunlukla çocuklarda görülür. Ebeveynlerin çocukken uyurgezerlik yapmış olmaları, çocuklarının da uyurgezer olma olasılığını yedi kat artırır. Çoğunlukla erkeklerde ve çocukluk döneminde görülür. Başka hiçbir psikiyatrik veya nörolojik hastalıkla bağlantısı yoktur. Uyurgezerlik olasılığını artıran etmenler alkol, uyku eksikliği, ilaçlar, kaygılar, gerilim ve aşırı yorgunluktur.
Uyku terörü, çocuğun ani bir çığlığıyla başlar. Ebeveynler çocuğu aklı başından gitmiş hâlde bulur. Tir tir titrer, çığlık çığlığa ağlar. Gözleri açık olmasına rağmen çocuk hâlâ uyuyordur. Anne baba, çocuğu yatıştırmak için onu kucakladıklarında, bu ters etki yapar ve çocuk etrafına vurmaya başlar. Uyku terörü yaşayan çocuğu uyandırmaya çalışmak, uyku terörünün daha da uzamasına neden olur.
Uyku teröründe kalıtımın payı, risk faktörleri, görüldüğü yaşlar uyurgezerlikle aynı şekildedir. Uyku terörü erkek ve kızlarda eşit oranda görülür.