28 Şubat, son dönem tarihimiz içinde en çok dillendirdiğimiz, dillendirmek zorunda kaldığımız/bırakıldığımız zaman dilimi belki de. Peki o dönemi en iyi kim anlatabilir? Tabi ki yaşayanlar. İşte Vicdanların Şubat Tatili kitabı, tarihe not düşmek isteyen ve elde etmek için binbir türlü çile ve izdıraplara katlanmak zorunda kaldığı mesleğiyle dini inançları arasında tercih yapmak zorunda bırakılan bir öğretmen olan Hatice Kestioğlu tarafından kaleme alındı.
Çoğumuz için, sadece televizyonda bir program ya da haber değeri dışında bir şey ifade etmeyen bu tarih, kimini işsiz aşsız, kimini eşsiz (boşanmak zorunda kaldıkları için) bıraktı; kimilerinin gönlünde onulmaz yaralar açtı, hafızalarından silinmeyecek izler... Kimilerini de “kutlu sevda”ları olan başörtüsüne veda etmek zorunda bıraktı. Ki yazar bunu daha kitabının başında şöyle özetliyor: “Avucumuzda büyüttüğümüz dikenli bir güle dönüşür bazen sevdamız; tutsak elimiz kanar, bıraksak yüreğimiz.”
Kimse sormamıştı bu yükü taşıyabilir miyim diye?
Bu tarihi sıra dışı yapan etkenler, kitabın sayfaları arasında gezinirken acı ve burukluğun birbirine karıştığı satırlarda çıkıyor karşımıza. Yazar 28 Şubat’ı şu sözlerle tanımlıyor: “Günler su gibi akıp giderken, hayatımı ve ruhumu derinden sarsacak olan, belki de çoğu insanın çok sıradan olarak gördüğü bir olay gerçekleşmişti Türkiye’de: Seçimler. Seçimler yapılmış ve iktidar değişmişti. Sadece iktidar değişmemişti aslında, bir zihniyet değişimi yaşanmıştı aynı zamanda. Ve çoğunun içeriğini sonradan öğrendiği ‘28 Şubat’ gerçekleşmişti ülkemde. Bu bir muhtıraydı görünürde ama ‘etkisinin 1000 yıl süreceği’ düşünülen bir devrim yapılmıştı aslında sessizce…
Türkiye’nin yaşadığı değişim, benim gibileri 'Değiştirme' ve dahi 'Dönüştürme' çabasına dönüşecekti kısa bir süre sonra. (…) Kimse sormamıştı, sorma gereği duymamıştı bu yükü taşıyabilir miyim diye? Kimsenin umurunda değildi bu zira. Benim gibiler değil miydi ülkeyi karanlığa boğan? 'Fedakârlıkmış, her şartta görev yapmakmış, görev bilinciymiş, eğitim sevdasıymış…' kaale alınmaz olmuştu zerrece gelinen aşamada. Sadece ideolojilerdi artık konuşan.”
Sadece 28 Şubat’ta yaşadıklarını değil, zaman zaman “okuma sevdası” uğruna katlandıklarını da yazan Kestioğlu, çocukluğundan başlayan bütün bir eğitim serüveninden bahsediyor ki aslında bunlar, sonradan çektirilenleri daha bir anlamlı hale getiriyor. Gerçi “daha anlamlı hale getirmek” tabiri doğru olur mu, onu da bilemedik ya…
Dersten sonra müdür odasına gelseniz iyi olur
“Geleceklerdi biliyorduk/ biliyordum. Haberleri gelmişti kendilerinden önce. 'Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' demişti Müdür Bey, 'Her şeye hazırlıklı olmalısınız, elimde bir şey yok, arkanızda duramam, çoluk çocuğum var' diye de eklemeyi ihmal etmemişti bir de. Gün gelecek ve zoraki uykularımı bölen kâbuslarım gerçeğe dönüşecekti, geleceklerdi biliyordum.” Müfettişi, infazını bekleyen idam mahkumu gibi beklemek… Ve nihayet onlar geldiğinde, ne geçmişte yaşadıklarının ne de ideallerinin hiçbir öneminin olmaması, sadece süzülmek baştan aşağı ve bütün gözlerin başındaki örtüye takılması: “İşte oydu. Geçen yıllarda gelen ama dersime hiç girmeyen müfettişlerden biri. Bütün sınıf benimle beraber ayağa kalkmıştı onu görünce. Ama o, kapıyı açar açmaz suratını ekşitmiş, beni baştan aşağı süzmüş ve, 'Öğretmen hanım! Dersten sonra müdür odasına gelseniz iyi olur! Sizinle konuşacaklarımız var!' deyip, kapıyı normalinden hızlıca çarptıktan sonra geri dönmüştü. Sadece kapıyı aralayıp içeri bakmış ve sınıfa girme gereği bile duymamıştı. Öğrencilerin tebessümleri, dudaklarında donakalmıştı o an. Oysa nasıl bir heyecanla beklemişlerdi müfettişi. Ben komut verene kadar da kimse yerine oturmamıştı. Herkesin gözü kapıda öylece kilitli kalmıştı…”
Ve üniversitelerdeki “ikna odaları”nı andıran, yazarın tabiriyle, “sorgu odası”nda yaşananlar: “…Dersin bitiminde, duyacağım şeyleri tahmin ederek gitmiştim müdür odasına. O oda ki, daha önce resmi yazı yazılacağı zaman açılırdı sadece kapısı. Sanki bu gün 'sorgu odası' hüviyetine büründürülmüştü. Sobası yakılmadığı için oldukça soğuk olan bu odada çekilecektim sigaya…Üşüyordum.”
Günleri kabusa çeviren olaylar devam edip gitmişti yazarın hayatında, Ardahan'daki son yılda. Ve bu, “rahat edersin” diye tayin istemekle zorlandığı kendi köyünde zirve noktasına çıkacak ve iş jandarmanın devreye girmesine kadar vardırılacaktı.
Bu kitap acı bir tat bırakacak dudaklarınızda
Günü gününe tuttuğu notların etkisiyle de olacak ki, yazarın yaşadıklarını okurken siz de ister istemez olayların içine giriyor ve birebir yaşamaya başlıyorsunuz; bazen içiniz ürperiyor, bazen “bu kadar da oldu mu gerçekten?” diye kendi kendinize soruyor, bazen de gözyaşlarınızın farkına bile varmadan yanaklarınızdan süzülmeye başladığını hissediyordunuz.
Ve bu sadece 28 Şubat merkezli yaşadıklarıyla sınırlı kalmıyor, çocukluğunu okumaya başladıkça da bu sefer hani bazen televizyonda reklamları yayımlanan “kardelen”lerden birinin hikâyesini okumaya başladığınızı hissediyorsunuz. Hele hele, ortaokul ve liseyi bitirmek için ilçeye yaptığı yolculukları anlattığı bölüm… Günümüzün, hiçbir şeyden memnun olmayan ve aslında çok büyük bir rahatlık içinde yüzen çocuklarına sadece bu satırları okutmak bile kafi gelir belki de gerisini hiç okumadan: “Bu günkü çocuklar ne kadar şanslı. 500 m mesafede bile arabayla gidiyor okullara, 10 cm kar yağınca tatil oluyor… Yarım metreden fazla kar yağardı da öyle tatil olurdu okullar; onu da TV ve radyolar o kadar yaygın olmadığı için okula gidince öğrenirdik çoğu zaman ve tabi sabah altı buçukta başlayan yolculuk, sekiz buçukta hayal kırıklığıyla geri dönüş olarak tekrar başlardı. Yokuşlu yolları aşağı inerken kolaydı da ya yukarı çıkması? Hele de vakit kışsa! Akşamları ancak yatsıda evde olabilirdik o zaman. Yollarımızın hep dağdır çevresi, yerleşim yeri yoktur; çakallar ulurdu etrafımızda, yabani hayvanlardan çatırtı sesleri duyardık. Topu topu üç beş kişiydik, belki altı. Gençtik, dinçtik, azimliydik ama o yollar, hele hele sekiz saat dersimizin olduğu günlerde hiç çekilmezdi. Ayaklarımızda derman kalmazdı, eve gidince tek düşündüğümüz şey iyi bir uyku çekmek olurdu. Ama heyhat, çalışmamız gerekirdi; hem bizim ideallerimiz vardı hem de öğretmenlerimizin bizden beklentileri.”
Hatice Kestioğlu'nun zaman zaman okul hayatında çok önem verdiği iki öğretmene atıfta bulunması hem bir vefa örneği, hem de öğretmenlerin öğrencilerin hayatında nasıl yer edindiklerinin en güzel örneği aslında.
Yazarla birlikte siz de “yitik sevda”nın peşine takılıyorsunuz ister istemez. Ve ona kavuşma gününü siz de iple çekiyorsunuz, işkence dolu, uykusuz geçen günlerin bir an evvel bitmesini.
Hangi birini aktaralım ki içindekilerden, hepsi birbirinden değerli ve önemli. Bir kitabı anlatmak bir sayfalık yazıya sığar mı ki? Yaşanmamış ve kurgulanmış ilginç hayat hikâyelerin anlatıldığı kitapları ellerinden düşürmeyenlerin çok hoşlanacağı bir kitap, çoluk çocuğuna içinden bölümler aktarıp örnek vereceği bir eser. Bizden, içimizden birinin hikâyesini okuyup bitirdiğinizde, önsözün hemen sonundaki şu cümlenin doğruluğunu tüm kalbinizle tasdik ediyorsunuz: “Biliyorum bu kitap acı bir tat bırakacak dudaklarınızda; tıpkı akide şekerinin ağızda bıraktığı tat gibi…”
Hoşgörü Yayınları arasında çıkan kitabı kapattıktan sonra şu cümleler ister istemez dökülüveriyor dudaklarınızdan: Allah bu günleri bir daha yaşatmasın…
Filiz Kaya yazdı
Nice tanıdığım desteksiz bıraktığı bir zamanda, kitabımın tanıtımına sitenizde yer vererek, beni ziyadesiyle mutlu ettiniz. Rabbim, her iki cihanda kalbinizi mesrur eylesin.Selâm ve dua ile..