Bu hep böyle midir?

"Mustafa Kutlu da Nasreddin Hoca misali, ne kadar mal, makam, mansıp, servet, şöhret veya güzellik sahibi olsa da en nihayetinde insanın bir hiçten ibaret olduğunu çok güzel anlatmış hikâyesinde. Hiçliğin makamların en âlisi olduğunu, bu makamın kıymetini anlayanın dünyanın en mesut insanı olacağını ifade etmiş." Süleyman Çınar yazdı.

Bu hep böyle midir?

Mustafa Kutlu’nun birkaç hikâyesini okuyan herkes, yazarın akıcı, samimi, bazen güldüren, çoğunlukla düşündüren, kavraması zor konuları bile herkesin ve her kesimin anlayabileceği şekilde kolaylıkla izah eden, açık bir üslubunun olduğunu fark eder. Toplumun teveccühüne mazhar olması da bu açıklıktan olsa gerek. Dolambaçlı yollara, kavranması zor imgelere, uzun ve anlaşılmaz betimlemelere başvurmaz. Mahir bir ressamın tek fırça darbesiyle zihnimizde birçok şeyi canlandırması gibi ustaca seçtiği birkaç sözcükle hayal dünyamızda umut çiçekleri açtırır. Bilmediğimiz ama güzelliğinden emin olduğumuz diyarları gezdirir.

Bu Böyledir” kitabını okumaya başladığımda da böyle bir üslubun karşıma çıkacağını ummuştum. Fakat yazar, bu kitapta farklı bir yöntem benimsemiş. Alegorik bir dil kullanarak, imgelerle dolu bir dünya sunmuş bizlere. O yüzden yazarın üslubuna aşina bir kimseyi ilkin şaşırtabilir bu kitap. Fakat Kutlu, bu üslubuyla da kendini sevdirmeyi, benimsetmeyi ve de her kitabında yaşattığı heyecanla sona ulaşma arzusunu yaşatmayı başarmış.

“Bu Böyledir” cümlesi, kitabın ismi olmaktan öte kitabın muhtevasını açıklayan bir cümle. Yazar yeri geldikçe sanki bir şeye işaret etmek istercesine sıkça tekrar ediyor bu cümleyi. Ne mânâya geldiğine dair ipucuysa hikâyenin içerisine -toprağın altına gömülmüş bir hazine gibi- gizlenmiş. Cümle, bir yazıda okuduğuma göre ayet-i kerime mealinde geçen şekliyle hikâyenin ismi ve konusu olmuş. Âl-i İmran Suresi’nde geçen ayette, “Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece “ol” der ve o da hemen oluverir” [1] buyruluyor. Bu ayet-i kerime ekseninde dönen hikâye, başımıza gelen hadiselerdeki irademizin sınırlı olduğuna işaret ediyor.

Kitabın içeriğine geçmeden önce değinilmesi gereken bir nokta daha var. O da kitabın kapağına yerleştirilmiş, güzel bir hüsn-i hatla yazılmış “Hiç” kelimesi. Bu hat zannımca hem yazarın anlatmak istediği meseleyle hem de kitabın muhtevasıyla çok yakından alakalı. Hatta hüsn-i hat sanki kitabın ismini de içeriğini de özetleyen bir sehl-i mümteni gibi. Hikâyenin arka planına gizlenmiş olan hiçliğin, okurken iki mânâsı geldi aklıma. İlki, insan neye sahip olursa olsun –isme, cisme, mala veya şöhrete- en nihayetinde koca bir hiçten ibarettir. Bir zaman dünyanın evrendeki durumunu açıklayan bir video seyretmiştim. O videoya göre dünyamız koskoca evrende bir nokta mesabesinde bile değildi. Dünyamız şu evrende nokta kadar bile bir konuma sahip değilse insan olarak bizlerin evrende bir toz zerreciği kadar yeri var mıdır acaba? Cismani bir varlığı olmayanın da kibir abidesi olarak yeryüzünde gezmesi ve caka satması, tımarhanedeki bir delinin kendini dünyanın en akıllı insanı zannetmesi kadar abes değil midir?

Hiçliğin hatırıma gelen diğer mânâsını bir fıkra çok güzel özetliyor aslında. Bir arkadaşı, “Kimsin?” diye sormuş Nasrettin Hoca’ya. O da, “Hiç kimseyim.” demiş. Arkadaşının dudak büküp önemsemediğini görünce bu sefer Hoca sormuş. Arkadaşı gerine gerine, “Mutasarrıfım” demiş. “Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Hoca. “Herhalde vali olurum” demiş arkadaşı. “Daha sonra?” diye üsteleyince, “Vezir” demiş. “Daha daha sonra ne olacaksın?” diye sorunca, adam, “Bir ihtimal sadrazam olabilirim.” demiş. “Peki, ondan sonra?” sorusuna mukabil artık makam kalmadığını gören ve de sultan olamayacağını bilen arkadaşı boynunu büküp son makamını söylemiş, “Hiiiç.” Hoca o vakit lafı gediğine oturtmuş, “Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım, hiçlik makamında!”

Mustafa Kutlu da Nasreddin Hoca misali, ne kadar mal, makam, mansıp, servet, şöhret veya güzellik sahibi olsa da en nihayetinde insanın bir hiçten ibaret olduğunu çok güzel anlatmış hikâyesinde. Hiçliğin makamların en âlisi olduğunu, bu makamın kıymetini anlayanın dünyanın en mesut insanı olacağını ifade etmiş.

Hikâyemize gelirsek hikâyemizin başkahramanı Süleyman Koç, modern dünyada gelgitler yaşayan bir insan. Onun hayatını okurken kendi anı kitabımı okur gibi oldum desem yeridir. Çünkü onun pişmanlıkları, kaygıları, dilemmaları arasında ilerlerken kendi hayatımda yaşadığım serüvenler gözümde canlandı. Süleyman, hafızlığını tamamlayıp ustası gibi mutlu bir yorgancı olmakla, benimsediği değerleri reddedip modern hayatın cazibesi, ailesinin ve çevresinin baskısıyla daha iyi bir gelir ve makam sahibi olmak arasında bocalıyor. O, görünüşte bir mağlup. Ama ayağa kalkmaya çalışan, geçmişini bilen, bunun böyle devam etmeyeceğini düşünen bir mağlup. “Benim kronolojimi biliyor musun sen? Hep yenildiğimi yazdın. Oysa zaferlerle dolu tarihimiz” [2] sözünde dediği gibi. Bunu bilen fakat lunapark gibi, “kendinden gayrı her şeyi karartan, çağı ve çağın insanlarını kendi rengine boyayarak adeta köleleştiren, her nereye bakarsak ve nereden bakarsak kendine çeken” modern dünyada kısılıp kalmış birisi o. Her birimizin modern dünyanın alacasına, aldatmacasına, yalanına, cazibesine, rengine kapıldığı gibi.

Süleyman, aldandığını bildiği fakat dönüp durduğu lunaparkta karşısına çıkan tavşanları kurşunlamaya çalışıyor fakat kurşunlayamıyor. Tam da bu noktada şöyle bir soru geliyor aklıma: Kurşunlaması gereken yalnız o mu? Hepimizin önünde kurşunlamak isteyip de kurşunlayamadığı tavşanlar yok mu? Bir dolu kurşunlanması gereken tavşanla dolu dünyamız. Para, makam, mevki, şan, şöhret, mal, mansıp, şehvet, gurur, kibir, hasislik… Hangi birini saysam bilemedim ki? Her biri kendi cazibesine çeken sahte putlar, kurşunlanası tavşanlar…

Süleyman bir mağlup. Onun gibi hepimiz birer mağlubuz aslında. Kapitalizmin ortaya koyduğu imkânlar, liberalizmin ortaya koyduğu özgürlükler çölünde kaybolmuş bir bedevi gibiyiz. Belki biraz karmaşık duygu ve düşüncelere bulanmış, bilinci iğfal olmuş, garip isteklere, hayallere kapılan kuklalar gibiyiz. Modern hayatın dilimize pelesenk yaptığı, düşüncemizi de duygumuzu da işgal eden mottosunu söylüyoruz gece gündüz: “Atalım, vuralım, devirelim, kâm alalım dünyadan.”[3]

Daha birçok benzerliğimiz var Süleyman’la. Mesela kitabın bir yerinde, “Ne zaman o bankanın adına sırtımı verdim?”[4] diyor. Belki bilmeden, farkında olmadan kara bulutların kaplamaya yüz tuttuğu gönlümüzde, kar beyazı bir şimşek çakmasına vesile oluyor. O, bir bankanın adının yazılı olduğu banka yalnızca oturmak için sırtını dayıyor. Peki bizler? Çağımızda bilerek veya bilmeyerek hepimiz bir yerlere sırtımızı dayamıyor muyuz? Özellikle de modern dünya kancası bankalara.

Süleyman, Yorgancı Hafız Yaşar’ın dükkânını terk ettiği için kaderine üzülüyor bazen. “Ah Süleyman ah, sen o duvarın üzerinden hiç inmeyecektin” [5]diyerek hayıflanıyor. Hepimizin zaman zaman yaptığı gibi. Fakat hayat trenine bir kere binmişsek, kader raylarının üzerinde ilerlemekten öte çaremizin olmadığını anlıyoruz. Süleyman’ın deyimiyle, “Bu böyledir. Çünkü geldik. Yani Atatürk Parkı’ndaki sıralara oturduk. Yani semaverler kaynadı. Yani muhasebe öğrendim ve banka memuru oldum”[6] deyip zamanla razı olmaktan başka gönle esenlik bahşeden bir yolun olmadığını fark ediyoruz.

Kâr ve zararı çağın öğrettiği şekilde anlayan bir insan, Süleyman. Bu yüzden bu çağın insanı gibi Hafız Yaşar’ın dükkânını müteahhitlere satmamaktaki ısrarını anlayamıyor. O ısrarın arkasındaki direnişi, değerleri, maziyi, müktesebatı sahiplenişi, kollayışı, savunuşu kavrayamıyor. Fakat diğer insanlardan bir farkı var. Dur diyemese de, engelleyemese de en azından gönlünden kin duyabilmek, buğzedebilmek için bunun nedenini anlamak istiyor. Hafız Yaşar da tam onun ve hepimizin anlayacağı dilden bir cevap veriyor: “Ağaca ağaç gibi bakmayan, toprağa toprak diyerek basmayan, adama da adam gibi muameleyi bırakacak.”[7]

Hikâyenin sonunda Süleyman ve ailesi lunaparkta kayboluyor. Tıpkı insanlığın modern dünya çölünde kaybolduğu gibi. Lunapark, sanki şu modern dünyanın bir prototipi. Oyuncaklar, bu çölün ortasındaki seraplardan ibaret. Kalabalıklar ise çölde yol bulma ümidiyle arkasından gittiğimiz fakat insanın iradesini ve bilincini elinden alan sahte rehberler gibi. İnsanı maddi manevi istila eden oyuncaklar, müzik, dev bir okyanus dalgası gibi önüne kattığı her şeyi sürükleyen kalabalık… İnsan, bu hengâmede ne kaybolduğunun farkına varıyor ne de ne yaptığının… İşte, tam da o esnada soruyor insan kendi kendine: Bu hep böyle midir? Kendi cazibesine hapsetmek isteyen, lunapark kisvesine bürünmüş bu modern dünyadan çıkış yok mudur?

Süleyman Çınar

Dipnot:


[1] Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Suresi, 3/47

[2] Kutlu, M., Bu Böyledir, Dergâh Yayınları, 2017, İstanbul

[3] Kutlu, M., Bu Böyledir, Dergâh Yayınları, 2017, İstanbul

[4] Kutlu, M., Bu Böyledir, Dergâh Yayınları, 2017, İstanbul

[5] Kutlu, M., Bu Böyledir, Dergâh Yayınları, 2017, İstanbul

[6] Kutlu, M., Bu Böyledir, Dergâh Yayınları, 2017, İstanbul

[7] Kutlu, M., Bu Böyledir, Dergâh Yayınları, 2017, İstanbul

YORUM EKLE

banner36