Giriş
Ömer Tilmisani, 1904 Kahire doğumlu bir yazar. 1930’ların başında üniversiteyi bitirdikten hemen sonra İngiliz emperyalizmine karşı çıktığı için tutuklanmıştır. 1933 yılında İhvan hareketinin kurucusu Hasan el-Benna’nın yanında mücadelesine devam etmiştir. Risale Yayınları’ndan çıkan bu kitabın müsveddeleri de çeşitli zamanlarda yattığı çeşitli hapishanelerde hazırlanmıştır.
Hayatı hep mücadele ile geçen Ömer Tilmisani, İran-Irak savaşının sona erdirilmesi için arabuluculuk faaliyetlerinde bulunmuş, Filistin davasına daima destek vermiştir. 1986’da Kahire’de vefat etmiştir.
Hz. Ömer, içinden geçenin hak olduğuna inanır ve bu yüzden hiçbir şeyi gizlemez. O da bazen sözlerinde ve amellerinde hataya düşebilir ama işgal ettiği makam kendisini büyüklüğünün peşinden sürüklemez. O, hakkın peşinde koşmaya devam eder. Hata yapsa da bundan açıkça geri dönmesini bilir. Burada Hz. Ömer’in kişiliğinin bir tahlili yoktur. Hz. Ömer, imanı ile tam manasıyla açık bir kişiliktir çünkü. Onun imanının serinliği kalpleri serinleten bir serinliktir. O, herkes gibi yaşamış makamının avantajlarından faydalanmayı hiçbir zaman düşünmemiştir. Onu adaletli yapan da budur.
Müslüman olmadan evvelki dönemden vefatına kadar geçen bir İslâm mücahidinin yaşamını okuyacaksınız.
Kureyş’in Dazlağı
Hz. Ömer İslâm’dan önce de başkasının kırıntıları ile geçinen veya ihmal edilen adı sanı belirsiz biri değildi. Mekânı belli, heybetli ve zorlukların üstesinden gelebilecek güçte ve dirayette biri idi. Uzun boylu, iriyarı ve alnının üzerindeki saçları döküktü. Ona “Kureyş’in Dazlağı” derlerdi. Yüzü kırmızıydı. Saçında ve sakalında da kırmızılıklar vardı. Yanakları ise fazla tombul değildi.
Onu hayal etmeye çalışanın gözünün önüne güzellik, heybet ve azamet gelir. Lakabından da anlaşılacağı gibi Hz. Ömer Kureyş eşrafından idi. Gençlik günlerinde boş işlerle meşgul olmamış, yüce meselelerle uğraşmış ve bayağılıklara prim vermemiştir.
Cahiliye döneminde Kureyş’in elçilik görevini o üstlenmiştir. Kureyş, kendi arasında ya da başkalarıyla bir savaş durumu söz konusu olacak olursa Hz. Ömer elçi olarak gider ve müzakere ederdi. Bu makama daha yirmi yaşını yeni geçmişken getirilmiş olması onun yetenekleri hakkında bilgi veriyor. Anlatımı açık, delilleri netti. Kendi kavminin üstünlüklerini sıralayacak, karşı tarafın hatalarını tek tek sayacak biri lazım olduğunda ona başvururlardı. Övünmek için panayırlar kurulduğunda yine Kureyş’i savunmak görevini o üstlenirdi.
Hz. Ömer de çoğu Kureyşli gibi ticaretle uğraşır, kumaş ve ipekli ticareti yapardı. Onun ipek ticareti ile uğraşması hayatının sonraki dönemini anlamlandırmasının bir başlangıcıdır. İpek ticareti incelik, dikkat, titizlik, hassasiyet ve uyanıklık ister. O, İslâm’ı da incelik, dikkat, titizlik ve hassasiyetle aldı. İslâm’ı oldukça yüksek ve değerli bir şey olarak eline aldı ve ona eşdeğer hiçbir şey görmedi.
Hz. Ömer’in en önemli özelliklerinden bir tanesi de yiğitliktir. O, Müslüman olduktan sonra bunu en azından bir süre gizlemeyi dahi kendisine yakıştıramamış, her işinde olduğu gibi bu işinde de açıklığı ve netliği tercih etmiştir. Hz. Ömer’in imanındaki sadakati onu herkesin gözleri önünde açıkça ortaya koymayı gerektirir. Belki birileri o böyle yaptığı için bundan faydalanır ve bu hayırdan payını alır. Korku nedir bilmez, korkaklıkla meydandan çekilmez, tüm insanları karşısına alsa da doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Ondan önce birçok güçlü-kuvvetli kimse Müslüman olmuş ama onun takındığı tavrı takınamamıştı.
Hz. Ömer’in Müslüman olması İslâm tarihi için çok önemli bir olaydır. Müslümanlar Kureyş kabilesinden gelen eziyetler yüzünden Beyt-i Haram’da namaz kılamıyorlardı. Hz. Ömer İslâm ile şereflenince Kureyşlilerle çatıştı ve sonunda onların Müslümanları engellemelerine mani oldu. Yirmi altı yaşında Müslüman olan Hz. Ömer İslâm bayrağını tutup kaldıran, fetihler yapan ve yine İslâm uğruna can veren yiğit bir şahsiyettir. Müslüman olmadan önce Peygamber Efendimizi takip ettiğini anlatıyor. Hz. Muhammed Mescid-i Haram’da Hakka suresini okurken onun şair olduğunu düşünmüş. O sırada Peygamberimiz “Muhakkak o şerefli bir Resulün sözüdür. O bir şair sözü değildir. Ne kadar az iman ediyorsunuz.” buyruğunu okumuş. Bu sefer de yine Kureyşten kalma alışkanlıkla kâhindir demiş. Peygamberimiz de “O bir kâhinin sözü de değildir.” buyruğunu okuyup sureyi tamamlamış. Hz. Ömer bunun üzerine, “İslâm kalbimin dört bir yanını kapladı ve oraya yerleşti.” demektedir.
Hz. Ebubekir’e Biat Ediyor
Hz. Ömer’in çağdaşı olan kimseler sahabelerdir. Onlar, Hz. Ömer’i İslâm hukuku ile ölçüp tartarlar, Hz. Ömer de aynı ölçüyle onları tartardı. Elbette ki onun hakkında en doğru sözü söyleyebilecek olan Hz. Muhammed’dir. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’i Hz. Ebubekir ile kendisine yakın makama oturtmuş ve Müslümanlardan başka hiç kimse bu makamı elde edememiştir. Hatta Tirmizî’den nakil ile Hz. Muhammed’in şöyle dediği rivayet edilir: “Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı, elbette ki Ömer olurdu. ”Allah Resulü kendisinin Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ile desteklenmiş olmasını Allah’ın bir nimeti olarak görmektedir.
Hz. Ömer de Peygamber Efendimize çok büyük bir sevgi besliyordu. Onun yaşantısında karşı karşıya kaldığı zorluklardan, giydiği elbisenin kabalığından, yattığı yerin katılığından, evindeki eşyasızlıktan dolayı ağladığı olurdu. Allah Resulü onun bu hislerini elbette fark ediyordu. Bir defasında şöyle dediği rivayet edilir: “Dünyanın Kayser’e ve Kisra’ya verilmesi karşılığında ahiretin de senin olmasına razı değil misin?” Onun Hz. Muhammed’i sevmesi, hislerinin temel direğidir. Bu sevgi zamanla öyle bir seviyeye ulaşır ki Hz. Ömer Allah Resulü’nün akrabalarını kendi akrabalarından üstün tutar. Bununla ilgili Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas’a “Sen Müslüman olduğun zaman o kadar sevindim ki babam Hattab Müslüman olsaydı o kadar sevinmezdim.” demiştir. Adı Muhammed olan herhangi bir kişiye kötülük edilmesinden asla hoşlanmazdı.
Peygamber Efendimiz vefat edince Müslümanlar şüphe ve dehşete kapıldılar. Bir ensardan bir de muhacirden emir olması teklifi karşısında Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in elini tutarak ona biat etmiştir. Onun şu sözü çok önemlidir: “Aynı kına iki kılıç sığmaz.” Gerçekten de bir kına iki kılıç sığmaz. Halifelik makamını iki kişi işgal edemezdi. Hz. Ömer’in Hz. Ebubekir hakkındaki bu görüşü ve tutumu Müslümanları öyle bir fitneden kurtarmıştır ki halifelik uğruna ensar ve muhacirler mücadeleye tutuşacaklardı belki de. Bu mücadelenin sonucunu yalnızca Allah bilir.
Hz. Ömer her şeyi Allah’tan isterdi. Onun Allah korkusu sağlıklı ve yararlı bir eğimin sonucudur. Korku ve hürmetten kasıt çok ibadet değildir. Bunlar İslâm’ın üzerinde yükseldiği değerlerdir ama burada kastedilen korku her zaman kalpte bulunan ve onu sürekli olarak Allah’ın huzurundaymış gibi yaşatan duygudur. Allah da onun imanındaki netliğinin, korku ve hürmetinin onun yiğitliğinde parıldamasını, nesiller boyunca anlatılan, kendisinden söz edilen bir vakıa olmasını dilemiştir.
Hz. Ömer açık sözlü biriydi. Yanlış yapan herkesi uyarırdı. Karşısında bulunanların mevkilerinin büyüklüğü Allah için gazaplanmaktan onu alıkoymazdı. Açık sözlülüğünü kendini eleştirmek için de kullanılırdı. Hatayı söylemekten, hakkı itiraf etmekten hiçbir zaman geri durmazdı. Kendisini eleştirmek amacıyla hatayı kabul eden kimse hakkı reddetmemiş olur. Allah da bu faziletli davranış sayesinde ona kendini sıkan ve rahatsız eden her işten bir çıkış, bir kurtuluş yolu gösterir.
Kur’an-ı Kerim’i Bir Araya Toplamayı Öneriyor
Kur’an, Allah’ın kelamıdır. Allah, Kur’an-ı Kerim’in harfleri, manaları, hükümleri, farzları ile konuşmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’e Kur’an’ı bir araya toplama fikrini vermiştir. Bu şekilde de Müslümanların kitabı korunmuş oluyordu.
Hz. Ömer Kur’an’ı büyük bir incelikle anladığı ve kadrini bildiği için bu kutsal kitabın gereği gibi anlaşılmasını, harflerinin ezberlenmesine tercih ederdi. Kur’an-ı Kerim üzerinde gereği gibi düşünmek, manalarını kavramak harflerinin ezberlenmesinden daha hayırlıdır. Hz. Ömer Kur’an’a hürmet etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de Allah tarafından kendisinden hayırla söz edilmiştir. O, Kur’an’ı bizzat kendisi uygulamıştır.
Allah onun kalbini nur ile doldurmuş ve onu doğruyu bulmada muvaffak kılmıştır. O, Allah’tan korkar, Allah da kendisinden korkanın yolunu aydınlatır ve o kişiye doğru yolu gösterir. Allah korkusuyla ve O’nun hürmetiyle yaşayan bir kimse hiçbir zaman mutsuz olmaz. Allah o kişiyi muhakkak hayra sevk eder ve kötülüklerden uzaklaştırır. İşte bu büyük insanın hayatı da böyleydi. Kalbindeki imandan gelen Allah korkusundan ötürü ilhamlar almıştır. Allah onun bu özelliği nedeniyle vahyin sözlerinin onun temiz dili üzerine ve söylediği şekilde, birtakım ayetlerin onun görüşünü doğrular mahiyette diğer bir kısmının da arzuladıklarını gerçekleştirici özellikte gelmesini nasip etmiştir. Hz. Ömer’in görüşlerinin çoğu vahiyle desteklenmiştir. Bunun üzerine onda ne bir büyüklenme ne de başka bir değişim olmuştur. Hatta bu nimetler karşısında haşyeti yani Allah korkusu daha da artar. Kur’an-ı Kerim, Peygamber Efendimizin en büyük mucizesi. Bu büyük mucizenin bazı ayetlerinin hem söz hem diziliş ve hem de anlam olarak onun söylediğine uygun düşmesi ne büyük mevki kazandıracaktır. Kazanılan bu mevki karşılığında bile tevazuu korumak, Allah’tan daha fazla korkmak ne güzel bir davranış. Hz. Ömer’in yaşadığı budur.
Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş olanların Hz. Ömer’in kalbinde çok yüksek değeri vardı. Kur’an-ı Kerim okumalarını, İslâm’daki mevkilerini ve cihatlarını göz önünde bulundurarak onlara devletten maaş tayin ederdi. Buradan anlıyoruz ki yüce kitabımız ona bambaşka türlü bir etkide bulunuyordu.
Kâbe’ye karşı da çok saygılıydı. Kâbe’nin taşıdığı değeri, işgal ettiği yeri gerçekten takdir etmiştir. Onu inşa edenin hatırası daima hayalinde canlanıyordu. Bu kıymetli miras, her zaman için insanlara peygamberlerin atasını hatırlatacak kalıcı ameli bir olayla ebedileşmeliydi. Hacılar her geldiklerinde bunu hatırlamalılardı. Özellikle de Allah’ın Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’e Kâbe’yi ortaksız olarak yalnızca kendi adına emretmiş olduğunu hatırlamalarını istiyordu. Bu düşüncelerle Allah’ın Resulü’ne İbrahim’in makamı arkasında namaz kılınmasının nasıl olacağını sormuştu. Cebrail aracılığıyla şu müjde inmişti: “İbrahim’in makamından namazgâh ediniz.”
Hz. Ömer münafıklığı küçümser ve onlardan nefret ederdi. Çünkü münafığı insanın bütün niteliklerinden uzaklaşmış kimse olarak görürdü. Münafığa değer verildiğini hissettiren herhangi bir olaya muhatap olmayı da istemezdi. Onun müşriklere bakışı da benzerdir. Bedir savaşında durum müşriklerin aleyhine dönünce pek çok esir alınır. Bunlara ne olacağı hususunda Hz. Ebubekir ve bir grup sahabe fidye formülünü ortaya atmışlardı. Fakat o farklı düşünüyordu. Hz. Ömer hepsinin kellesini uçurup müşriklere olan bakışın ortaya konulmasını istiyordu. Onlara karşı bir kalp yumuşaklığını hissettirmeyi doğru bulmuyordu. Fakat alınan karara uymasını da bilecekti.
Omuzlarında Halifeliğin Ağırlığı
Hz. Ömer yüklenmiş olduğu görevin idrakine varacak bir kişiliğe sahiptir. Şüphesiz ki bu Allah’ın ona bir lütfudur. Zaten kişilik özelliği olan incelik, dikkat ve rikkatle İslâm halifesi vazifesini de başarıyla yapacağından kimsenin şüphesi yoktur. Onda bencilliğin yeri yoktur. Peygamber Efendimizin şöyle dediği rivayet edilir: “Zulmetmediği sürece Allah yönetici ile birliktedir. Zulmettiği takdirde Allah onu kendi başına bırakır.” Hz. Ömer bunu çok iyi bilmekteydi.
İtaat olmadığı takdirde ne bir ümmet, ne bir grup, ne bir heyet, ne bir cemaat ayakta durur ve birbirine bağlı olur. İşte Hz. Ömer itaat edilecek kişi olmayı başarmıştır. Verdiği emirlerin uygulanmasına son derece titizlik gösterir, uygulamada gevşekliğe yer vermezdi. İsyan, emirlere, düzene itaatsizlik, topluma muhalefet İslâm’ın kabul etmediği şeylerdir. Peygamber Efendimiz, “Sizi Allah’ın kitabı ile yöneten bir köle başınıza tayin edilecek olursa dinleyiniz ve itaat ediniz” demişlerdir. Kişisel menfaatlere aykırı olsa da gerekli şartlara sahip olan yöneticiye itaat esastır. İtaat, İslâm cemaatinin ortaya çıkışının baş unsuru, sürekliliğin esası ve huzurun direğidir. Ayrıca itaat imanın delilidir. Bununla ilgili kesin hüküm de vardır.
Hz. Ömer görevlendirdiği kimselerden herhangi birinin tebaadan bir kişiye zulmettiği bildirilecek olursa ona kısas uygulanır ve ondaki hakkı alınırdı. Tayin ettiği valiler için de geçerlidir bu. Kendisini şöyle ifade ediyor: “Benim görevlendirdiğim kişi, birine haksızlık edip de bu haksızlığı bana ulaştığı hâlde ben bunu değiştirmeyecek olursam, ben de zulmediyorum demektir.” Devletin hazinesi elinde idi ama o, bunun nimetlerinden faydalanmayı hiç düşünmedi. Şahsi harcamalarını buradan yapmadı. Harcamalarını şeffaf bir şekilde yaptı. Vefat ettiğinde borçlu idi.
Tebaasına vermiş olduğu bütün emirlerde önce kendisinden başlardı. Harcamaları iktisatlı idi. Halkı da buna teşvik ederdi. Hz. Ömer öncelikle kendisi örnek oluyordu. Böylelikle sözlerinin ve uygulamalarının halk üzerinde etkili olmasını sağlardı. Müslüman olarak yoksulluk içinde bulunanlara acımakla yetinmiyordu. Çünkü sadece acımak o insanların sorunlarını çözmüyordu. Sadece acımak yönetimde acizlik demekti. Bu, Hz. Ömer’in kabul edebileceği bir şey değildi elbette.
Hz. Ömer’e göre kamu işlerinin nasıl ve ne zaman yürütüleceğine dair izlenmesi gereken bir yöntem vardır. Bu, problemlerin iç içe girmesini ve çalışmaların zorlaşmasını engelliyordu. Her işin belirli bir vakti vardır. Her işi yapacak da bir görevli vardır. Onun koymuş olduğu bu düzen şu anda tüm dünya devletlerinin uyguladığı yöntemdir. Her işin bir görevlisi veya bakanı ve her birinin de belirli bir zamanı vardır.
Yönetici olarak halkın işleriyle çok uzun zaman ilgileniyor, gece gündüz demeden gayret sarf ediyordu. Fakat bu da ona yetmiyordu. Sevinçlerinde de kederlerinde de onlarla birlik oluyor, yorgunlarını, acılarını paylaşıyordu. Başlarına bir musibet geldiği zaman evlerine ziyaretler yapıyor ve gönüllerini hoş tutmaya çaba gösteriyordu. Said b. Yarbû gözlerini kaybetmişti. Hz. Ömer onun yanına gitmiş gönlünü hoş etmeye çalışmış ve ona öğüt vermiştir. Said b. Yarbû’ya Allah Resul’ünün mescidinde cumayı ve cemaati aksatmamasını öğütlemiş ve ona esirler arasından camiye götürüp getirecek birini tayin etmiştir.
Boynunda Adaletin Terazisi
Hz. Ömer’in ölçüsü dindir. Onun için insanların en hayırlı olanı dini için en hayırlı olandır. Hür ile köle arasında da ayrım yapmazdı. Her olayda takvada üstünlük örneğini en fazla kendisi ortaya koyuyordu. Bir yönetici olarak da yönetim sayfasının tertemiz ve pırıl pırıl kalmasını istiyordu. Günlerden bir gün, bir miktar ganimetle ashabı giydirmiş, geriye bir elbiselik kalmış. Onu da sahabenin göstereceği kişiye vermek istemiştir. Sahabe oğlunu önerince bunu kabul etmemiş bir başkasına vermiştir. Hz. Ömer diğer Müslümanları kendisine, Müslüman çocuklarını ise kendi çocuklarına üstün tutuyordu.
Öte yandan bölgesinde herhangi bir Müslümanda bulunmayan bir yeterliliği bir Hristiyanda fark edecek olursa onu hakkıyla yapabileceği bir göreve getirirdi. Buna örnek olarak bir Hristiyan olan Ebû Yezîd et-Tâî’yi kendi kavminin zekâtlarını toplamak için görevlendirmesi gösterilebilir. Başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar Hz. Ömer’in herkese eşit uygulamaya gayret ettiği adaletin kaçta kaçıyla muhataptırlar bilinmez. Onun örnek muamelelerinden nasibini alamayan pek çok Müslüman başka diyarlarda azınlık konumunda acılar çekmekteydi. Çünkü oralarda hakaretlere uğruyorlar, mallarından ve canlarından ediliyorlardı.
Adaleti sağlamak için cezalandırma mekanizmasının önemi tartışılmaz. Hz. Ömer seri hükümlerin ve cezaların uygulanmasına gereken önemi vermiştir ama onun gözünden kaçmayan bir yön daha vardır: Cezaları uygulayan kimselere istedikleri gibi uygulama yapmak özgürlüğü vermemek. İnsanların karakterleri değişiktir. Aralarında katı yürekli olan da yufka yürekli olan da vardır. Ceza, dikkatlice uygulanmalıdır. Çünkü suç da birdir ceza da birdir. Herkese eşit bir biçimde uygulanmalıdır. Hz. Ömer zulmü sevmez, ondan nefret eder. Farklı uygulamaların önüne geçmek için de cezanın uygulanışıyla ilgili açıklamalarda bulunurdu. Çünkü ceza bir intikam aracı değildir.
Hz. Ömer çok vefalı bir insandı. Yönetimindeki en önemli özelliklerinden bir tanesi meclisine gidip gelenleri unutmaması, görünmedikleri zaman onları araştırmasıdır. Meclisinde bulunana gereken saygıyı gösterir, hazır bulunmayanı da ihmal etmezdi. Bir gün Şam halkından güçlü-kuvvetli birinin olmadığını görür ve onu soruşturmaya karar verir. Ona o kişinin artık içkiye müptela olduğu söylenir. Hz. Ömer de kâtibine bir mektup yazdırır ve mektubun o kişi aklı başındayken verilmesini söyler. O kişi bu mektubu okuyarak tövbe eder ve bir daha içkiye bir daha dönmez. Hz. Ömer bunun için şöyle der: “İşte böyle yapacaksınız. Birinizin ayağının kaydığını görürseniz onu doğrultunuz, dua ediniz. Ona karşı şeytanların yardımcısı olmayınız.”
Malumdur ki onun en önemli özelliği adalet duygusunun gelişmiş olmasıdır. O, yargının, yargı görevlilerinin saygınlığını, heybetli ve çekinilmesi gereken yapısını açıklamakla yetinmez, aynı şekilde faydalı gelenekleri ve faydalı kaideleri kabul etmekten de geri durmamıştır. Ayrıca yargıya gereken şekilde değer verilip saygı duyulması, hâkimin güvenilirliğinin, saygınlığının ve özgürlüğünün sağlanması için gerekenleri yapmış, kadının görevini yaparken Allah’tan başka hiç kimseden korkmamasının teminine çalışmıştır. Bu, evrensel hukuk kaidelerine uyumuyla günümüz hukuk kaidelerine de örnek teşkil eder.
Hz. Halid’in Görevden Alınması
Kimi çevrelerce Hz. Ömer ile Hz. Halid arasında bir mukayese yapılır. Fakat onlar çağımızın Müslümanlarından çok çok üstündürler ve bu çağın Müslümanları onları eleştirebilecek bir durumda değildir.
Hz. Ömer, Hz. Halid’in üslubunu değiştirmesini isteyecek olursa İslâm devletinin ilk sorumlusu olarak onun bu konudaki üslubunu beğenmediğinden dolayı ister. Hz. Halid üslubunu değiştirmeyince de Hz. Ömer onu görevden alır. Zaten Hz. Halid de komutan olarak doğru bulmadığı bir işi yapmayı tercih etmeyecektir. Burada bir kinden, bir kızgınlıktan bahsedemeyiz. Müslüman kimselerin hak olduklarına inandıkları konuda hayattaki her şeylerini feda edecek şekilde tavırlarını belli etmeleri son derece normaldir. Bu konuda Hz. Ömer bir görüş sahibi olarak davranmıştır, Hz. Halid de aynı şekilde bir görüş ortaya koymuştur.
Bu iki isim de sahabelerin büyüklerindendir. Bunlardan biri yeryüzünü adalet ve emniyet ile doldurmuş bir lider, diğeri de çıktığı tüm savaşlardan galibiyetle ayrılmış muzaffer bir komutandır. Hz. Halid’e Peygamber Efendimiz tarafından “Allah’ın çekilmiş kılıcı” adı verilmiştir. Bunlardan birine dil uzatmak, açık ya da üstü kapalı olarak uygulamalarının doğruluğu konusunda şüpheye düşürmek doğru bir tavır değildir. Kesin olarak yapılması gereken şey onlara karşı düşüncelerimizi tertemiz kılıp, takındıkları tavırlardan dolayı onların herhangi birinin yüceliğinden en ufak bir şüpheye yer vermemektir. Bu iki kahramana bu meseleden dolayı laf eden kimse iki tür şahsiyetten biridir: Ya sahabe zikredildiğinde Müslümana düşen ihtiyatı elden bırakmama kuralını bilmeyen kimsedir ya da İslâm’ın da Müslümanların da iyiliğini istemeyen kimselerdir.
Hz. Ömer, Hz. Halid’i onun dini ya da ihlâsı konusunda kötü bir zan veya şüphe içinde olduğundan almadı. Hz. Halid de başkanlığı sevdiği yahut komutanlığı arzuladığı ya da herhangi bir kimseye meydan okumak istediği için görüşünden vazgeçmezlik yapmadı. Hz. Ömer’in Hz. Halid’i görevden alma olayıyla ilgili şu görüşler sıralanabilir:
-Hz. Halid, görevden alınmasına itiraz etmemiştir. Burada itaat devreye girer ve devletin başının aldığı karara saygı duyulur. Hz. Halid kazandığı zaferin ardından bu emri aldığını açıklamıştır.
-Hz. Ömer, Hz. Halid’i görevden gizlice almamıştır. Bunu yaparak Müslümanları bir oldubittiye de getirmemiştir. Ayrıca görevden alma sırasında Hz. Halid’e herhangi bir suç isnadında bulunmamıştır.
-Hz. Halid de Hz. Ebubekir’e karşı bir dereceye kadar pervasızlık vardı. O, Hz. Ebubekir’in hoşuna gitmeyecek bazı şeyler yapmıştı.
-Hz. Halid görevden alınmıştır ama hakkında herhangi bir kovuşturma, tutuklama, ceza söz konusu olmamıştır.
- Hz. Halid görevden alındığı hâlde İslâmî fetihler devam etmiştir. Bu zaferlerle deha çapında komutanlar ve büyük savaş kabiliyetleri ortaya çıktı. Müslümanlar Hz. Halid’in görevden alınması ile savaşlar açısından herhangi bir eksiklik ya da kusurun farkına bile varmadılar. Müslümanlar şunu bir kez daha anladılar ki zafer ancak Allah katındandır, kumandanlar ya da askerlerden değil. Zira Hz. Halid görevden alındığı sırada gücünün zirvesindeydi.
Müslümanlar olarak bizim görevimiz, sahabelere herhangi bir şekilde zarar dokundurmayı içinden geçiren herkesin karşısında aşılmaz bir set gibi durmaktır. Onların sözünü reddetmek bu saldırılarını kabul etmemektir. Dilediğini söylemek kişinin hakkıdır ancak başkalarının korunması gereken haklarına saldırıda bulunulamaz.
Yeni Bir Ganimet Düzenlemesi Yapıyor
Irak, Hz. Ömer tarafından fethedilince Irak’ın ve Mısır’ın kasaba, köy gibi bölgeleri ve bu bölgelerdeki ganimetleri savaşan askerlere maaş, çoluk çocuğa da geçimlik olarak bırakıldı ve bunlar yalnızca mücahitlere tahsis edilmedi. Hz. Ömer’in bu uygulaması Müslümanlar için yeni bir uygulamaydı. Çünkü daha önceden böyle bir şeyle karşılaşmamışlardı ve ganimetlerin paylaşılması düzeninde böyle bir şey görülmüş değildi. Bu nedenle bu uygulamayı savunanlar da karşısında duranlar da olmuştur.
Savaşmaya izin verilen ilk yıllarda ele geçirilen ganimetler savaşanların oluyordu. İslâm fetihleri genişleyince ganimetler de genişledi. Artık alınan ganimetler sadece koyun, deve, kılıç, kalkan, mızrak ve özel eşyalardan ibaret değildi. Taşınmaz mallar da ganimetler arasına girdi. Yalnız bu durumun faydadan çok zarar getirdiği kesindi. Çünkü bu durum bir mücahidi mal ve mülk bakımından diğer mücahitler yanında ön plana çıkarıyordu. Ayrıca cihadın ve askerliğin sağladığı dünyevi ve uhrevi menfaatler dolayısıyla herkesin asker olmaya kalkışması da doğru olmayacaktı. Ziraat, sanayi, ticaret ve başka iş kolları ihmal edilmemeliydi. Böyle bir durumda üretim dengesinin sarsılması söz konusu olabilirdi.
Hz. Ömer toplumların gelişmesinin yalnızca mücahitlerin verecekleri mücadeleye bağlı olmadığını biliyordu. İslâm devletlerinin topraklarının gelişmesi şartları olgunlaştırmıştı. Artık Müslüman toplumlar değişmiş, Müslümanlar sayıca da artmıştı. Onun zekâsı bunları anlamada ve bunlara ilişkin yeni düzenlemeler yapabilecek pratiklikteydi. Fethedilen arazide yapmak istediği uygulamanın yeni ve alışılmadık olduğunu bilerek hareket etti. Ama ümmete bu düşüncenin gerekçelerini ve neden böyle bir şeyi düşündüğünü de açıkladı.
Eğer taşınmazlara sahip olmak belirli bir kesimin tekelinde kalacak olursa rızık yollarının alabildiğine daralacağını fark etmişti. Yönetici kimse bunlara müsaade edemezdi. Hz. Ömer, Müslümanlar için menfaatli gördüğü bir şeyi itirazlardan dolayı yapmayacak değildi. O kesin olarak biliyordu ki bu din insanları mutlu etmek için gelmiştir. Bu dinde esneklikler kapsamlılığı itibarıyla alabildiğine geniştir. Mücahit, cihada çıktığı zaman kendi özel malından harcayarak hazırlığını yapardı. Eğer eli darsa ve kendi malından ihtiyacını karşılayamayacak durumdaysa gücü yetenler bu açığı kapatırdı. Çünkü Müslümanlıkta kural şudur: Kim bir gaziyi teçhizatlandırırsa adeta kendisi savaşa çıkmış gibidir. Kimse imkânı varsa kimseden yardım bekliyor değildi. Bu durumda ganimetin ganimet alan kimseler arasında paylaştırılması da doğaldı. Mükâfat da çekilen meşakkate göredir. Ganimet, çekilen sıkıntıya ve uğranılan zarara göredir. Düşmanlar büyüdükçe mesela Bizans ve Fars ordularına karşı cihada çıkılacakken düzenli ordu gereği ortaya çıktı. Hazırlıklar için de Müslümanlar bu yolda hayır yapmaya teşvik edilmiş, mal ile cihadı nefis ile cihat gibi değerlendirilmiştir.
Hz. Ömer yaptığı yeniliklerle İslâm ümmetinde çeşitli yönlerden bir gelişmenin başlangıcını da teşkil etmiştir. Mesela hicri takvimi ilk olarak geliştiren kişidir. Günümüzde bu takvim hâlâ kullanılmaktadır. İslâm’da devlet divanlarını ilk olarak düzenleyen de odur. Askerlerin maaşlarının sicillerini rütbelerine göre düzenleyen de yine odur. Bunlar yapılması gereken şeylerdi. Çünkü Hz. Ömer döneminde Müslümanların konumu Hz. Muhammed döneminden farklı idi. İslâm kolay ve esnektir. İnsanların hayrını ve menfaatini gözetir.
Hz. Ömer Şehit Düştü, Abdestliydi
Hz. Ömer, şerefli bir hayatın ardından şehit oldu. Onun şehit düştüğü anlar dünya üzerindeki varlığının en çarpıcı anlarıdır. Yaralanması ve şehadetine kadar geçen zaman tümüyle ders alınacak ibretlerle, eğitici ve parlak manzaralarla, sahnelerle doludur. Hz. Ömer’in kim olduğu bellidir. Takvasıyla, adaletiyle Müslüman olsun olmasın herkes tarafından kim olduğu bilinir.
Hz. Ömer şehit düştü. Abdestliydi. Abdest müminin silahıdır. Ancak bu silah şehadete ererken onu günahkârların saldırganlığına karşı korumadı. Saldırgan ve öldürücü bir silah bu kez ona işledi.
Hz. Ömer şehit düştü. Yaşadığı dönemin her anında Müslümanların Müslümanlara en merhametlisi idi. İster Müslüman olsun ister gayrimüslim olsun yine en merhametlisi o idi. Kendisini öldüren katili için efendisine iyi davranmasını tavsiyeyi tasarlıyordu.
Hz. Ömer şehit düştü. Heybetliydi. Heybeti bütün kalpleri doldururdu. Meclisinde bulunanlar heybetinden ve ona duydukları saygıdan konuşmaya çekinirlerdi.
O, gece ve gündüzün en arı vakitlerinden birinde şehit düştü. Allah’ın en çok sevdiği vakitte, sabah namazı vaktinde Müslümanlara namaz kıldırırken şehit düştü. Allah’ın rızasının sağanak sağanak tecelli ettiği, ilahi ihsanın yakın olduğu, duaların yükseldiği, rahmetlerin ulaştığı bir anda şehit oldu. Yüzlerce kişi arasında, en çok sevdiği kimselerin gözleri önünde şehit oldu. Allah’ın emri gerçekleşmek için engel tanımaz.
Acaba Hz. Ömer’in Allah katında bir değeri yok muydu ya da Allah ona gazap mı etti? Nasıl olur da Allah, kendi dostu olan Ömer’i günahkâr, gaddar ve kâfir bir elin saldırısına karşı korumadı? Allah dostlarını terk eder mi? Bu düşünceler şeytanın nefse yerleştirmek istediği ve insanın içine boşaltmaya gayret ettiği kimi vesvese ve kuruntulardan başkası değildir. Şeytan, bu vesveseleri ve vehimleri dinlerine pamuk ipliğiyle bağlı, Allah’a imanları zayıf, bir uçurumun kenarındaymışçasına Allah’a ibadet eden kimselerin dillerine dolar. Bu kimseler bir musibetle karşılaşacak olurlarsa saparlar, başkalarını da saptırırlar. Bu gibi sapmaların sebebi Allah’a tam bir imanın bulunmamasındandır.
Hz. Ömer kesinlikle Allah katında değersiz bir kişi değildi. O, bir Allah dostu ve cennetle müjdelenmiş bir kişiydi. Müslüman olmasından itibaren bir Müslümanın yapması gerekenden çok daha fazlasını yapmıştır. Peygamber Efendimizin şöyle bir hadisi rivayet edilir: “İnsanlar arasında en şiddetli belalar peygamberleredir. Sonra salih veliler, sonra arkalarından gelenler ve sonra arkalarından gelenler.” Ayrıca yine şöyle buyurmaktadırlar: “Dört şeye iman etmeyince kul iman etmiş olmaz:
- Allah’tan başka ilah olmadığına, benim Allah’ın hak ile gönderdiği Resulü olduğuma şahitlik etmek,
- Ölüme iman etmek,
- Ölümden sonra dirilmeye iman etmek,
- Hayrıyla şerriyle kadere iman etmek.”
Ayrıca Yüce Allah emrinden dışarı çıkanlara, zalimlere mallarında, canlarında, makam ve mevkilerinde çoluk çocuklarında bolluk verebilir. Şu sebeple ki onlara olan gazabı ve buğzu dolayısıyla sapıklıklarını sürdürüp gitsinler. Ȃl-i İmrân suresi 178. ayette Allah şöyle der: “Küfre sapanlar sanmasınlar ki kendilerine mühlet vermemiz, kendileri için hayırlıdır. Biz onlara günahlarını artırsınlar diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap da vardır.” İşte Rabbinden bir musibetle karşılaşan mümin, O’ndan uzak olduğu için bu musibete uğramış değildir. Azgınlığına, zulmüne ve sapmasına rağmen geniş imkân verilen kişiden de Allah’ın razı olduğu anlamı çıkmaz. Bunu ölüm döşeğindeki Hz. Ömer’den aldığımız ibretlik ders olarak kabul edebiliriz.
Sonuç
Adalet Timsali Hz. Ömer (ra) kitabında rivayet edilen hadisler, gösterilen kaynaklardan nakledilmiştir. Sorumluluk o kaynaklara aittir. Bunları gereği gibi araştırmaya ve incelemeye imkân yoktur. Hatalı bir şeyi nakleden bir kimse naklettiği şeyin sorumluluğunu üstlenmediği sürece hata etmiş sayılmaz.
Tüm satırlara egemen olan aklın sınırlarına boyun eğmekten ziyade duygudur. Duygunun eşliğinde yol alınmıştır. Adil olmanın, eşitliğin en güzel örneği Hz. Ömer hakkında yazılanlar bir tarihçi gözüyle yazılmamıştır. Buradaki ana hedef, Hz. Ömer’in Allah dostluğunun, halis kulluğunun gösterilmesidir. Hakkı açıkça söylemek ve ona bağlanmak İslâm’dandır.
Hz. Ömer’in Allah dostluğu onu Müslümanlar üzerinde yetiştirmiş olduğu fedakârlık, takva, yücelik, adalet, yiğitlik, cesaret dünyadan yüz çevirip ahirete tutkunluk gibi temel özelliklerini incelemeye ve ortaya çıkarmaya itmiştir. Onun örnek olduğu müminler Hz. Ömer’in yolunu izlemek ve onun yaptığını yapma imkânı bulmuşlardır.
Doğumu, yaşamı ve vefatı bir tarihlendirmeye tabi tutularak belirtilmemiştir. Bu eser tarihçi bir gözle kaleme alınmış bir eser değildir. Hz. Ömer’in en iyi ve en doğru şekilde tanıtmak, onun takvasını örnek olabilmesi maksadıyla göstermektir.