Zaman insanı, mekânı, eşyayı ve birçok şeyi yerinden edebilir. Yapılagelen bir iş, bir zaman sonra geçim kaynağı olmaktan çıkabilir. Bir zamanlar kullanılan bir dil, bir zaman sonra kullanılmayabilir. Bu durumlarda toplum, isteklerine ve beklentilerine cevap verebilecek yeni bir şey tasarlar ve üretir. Miadı dolan her şeyin yerine kendiliğinden bir başkası gelir. Boşluk kabul etmeyen hayat, bunu gerektirir. Diğer şeyler için böyle olduğu gibi anlatılar için de durum böyledir. Toplumun anlatma ve dinleme ihtiyacına cevap veren herhangi bir anlatı türünün günü geldiğinde çağı kapanır. Hayat kesintisiz akışına devam ettiğinden zamanını tamamlayan anlatı yerine onu karşılayacak bir başka anlatı şekli/biçimi eklenir. Böylelikle insanların dinleme ve anlatmaya duyduğu istek ve merakın yeri, bir başka anlatı ile doldurulmuş olur.
Hayatın dile getirilişi ve anlatılışı, ilk dönemler destanlar biçiminde karşılık bulur. Destandan sonra isehikâye denilen yeni bir türün dönemi başlar. Her iki tür arasında keskin ayrımlar söz konusu değildir. Her iki tür de zaman zaman birbirinin yerine kullanılır. Türlerin iç içeliği günümüzün sıkça konuşulan konularından biridir. Bu yazıya konu olacak olan Dede Korkut Destanları/Hikâyeleri’nden de anladığımız kadarıyla türlerin iç içeliği, aslında oldukça eski bir meseledir. Bu nedenle Fuad Köprülü, Dede Korkut Hikâyeleri yerine bazen de Dede Korkut Destanları ifadesini kullanır. Gerçekten de halk hikâyeciliğine geçişin ilk eserlerine baktığımızda, destan türünün özelliklerini koruduğunu görürüz. Hikâye, destana göre olağanüstülüklerden tamamen olmasa da biraz daha arınır, yapısında günlük hayattan daha çok kesitler barındırır. Hikâyelerde kahramanlık ve yiğitlik yerine aşk teması ön plana çıkar. Kişiler ve olaylar daha doğal kurgulanır. Destana ait bir özellik olan nazım-nesir birlikteliğinin özellikle ilk hikâye örneklerinde korunduğu görülür. Ancak daha sonraları giderek hikâye türündeki eserlerde nesir ağırlık kazanır. Kısaca değindiğimiz bu küçük farklılıklardan olmalı, Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki metinler, hem hikâye hem de destan olarak anılır.
Pratikte de destan ve hikâyeyi hemen hemen aynı anlamlara gelecek şekilde kullanırız. Kişisel hayatımızı derinden etkileyen olaylar ve durumlar için “destansı” sözcüğünü tercih ederiz. Zorlu yolları cesaret, sabır ve başarı ile aşan insanların hayat hikâyeleri karşısında “Destan yazmış” deriz. Yani hikâye bir nehirse, destan o nehrin kabarıp köpürmesidir, coşmasıdır. Bu iki tür böylesine iç içedir ve böylesine birbirine akrabadır. Dolayısıyla bazı araştırmacılar, halk hikâyelerini destanın bir devamı niteliğinde görür. Halk hikâyesi üzerine yapılan tanımlamalarla destana dair yapılan tanımlamaların neredeyse birebir benzeşmesi, her iki tür arasındaki yakınlıktan ve birinin diğerinin devamı olma niteliğinden kaynaklıdır.
Bir yeniden yorumlama örneği olarak “Korkut Ata Ne Söyledi”
Dede Korkut Hikâyeleri, destandan halk hikâyesine geçişin ilk ve en güzel örneğidir. Bu nedenle Dede Korkut Hikâyeleri üzerine söylenmiş birçok güzelleme türünden sözler, yorumlar ve değerlendirmeler mevcuttur. Bunlar arasında en çok bilineni, Prof. Dr. Muharrem Ergin’in Fuad Köprülü’den aktardığı şu cümledir: “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut'u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar.” Ergin de Dede Korkut Hikâyeleri’nin Türk çocuklarının ruh ve kafa yapısını tek başına sağlam tutacak karakterde bir eser olduğunu söyler. Böyle bir eserin sindirilmesinin Türk milletinin geleceği için önemli olduğunu düşünür. Dede Korkut’u her evde olmazsa olmaz kitaplardan biri olarak görür.
Dede Korkut’a dair bu görüşler, kimilerine abartılı gelebilir. Fakat bu esere özellikle içerik bağlamında yaklaştığımızda gelenek, inanç, din, yaşantı, merhamet, yiğitlik, düşman ve dost ile kurulan ilişkiler, aile bireylerine olan bağlılık gibi pek çok konunun on iki hikâyede işlendiğini görürüz. Dede Korkut’u hâlâ konuşuyor olmamız, değişik varyantlarına rastlıyor olmamız, yabancı ilim adamlarınca çözümlenmiş olması ve başka dillere çevrilmiş olması gibi sebepler, Dede Korkut’un önemini ortaya koyar.
Bir de içinde bulunduğumuz çağı gözeterek yeniden yorumlama dediğimiz bir şey vardır. Korkut Ata Ne Söyledi, Dede Korkut Hikâyeleri’ni yeniden yorumlama girişimidir. “Peki, bu zamanın hikâye anlatıcıları kendisine ve muhataplarına hangi hikâyeleri, nasıl anlatmalı?” sorusunun ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Korkut Ata Ne Söyledi’nin hikâyeleri, bugünün gencine, hikâye anlatıcısına ve dinleyicisine yönelik bir savla okur karşısına çıkar. Bu nedenle kitaptan beklentilerim, ilk anda oldukça farklıydı. Sözünü ettiğim duruma açıklık getirmek gerekirse “Kopuz sesi duyuldu”, “Selcen Hatun çadırdaydı” gibi cümlelerle karşılaşmayı ummuyordum. Zihnimde, Dede Korkut Hikâyeleri’nin özüne sadık kalarak mekânlar, kişiler ve nesneler yönünden günümüze uyarlanmış bir formatını canlandırıyordum. Ancak bu beklentilerimi tamı tamına karşılayamadığını söyleyebilirim. Bu düşüncelerimle Korkut Ata Ne Söyledi’nin yeni bir yorum getir(e)mediğini söylemeye çalışmıyorum. Burada yalnızca kitabın bende uyandırdığı duyguyu ve beklentiyi ifade etmeye çalışıyorum.
Dede Korkut Hikâyeleri’nin yeniden yorumu, yalnızca edebiyat kanalıyla değil sinema kanalıyla da yapılmaktadır. Sinemaya aktarılan Dede Korkut Hikâyeleri, bağlamından koparılmadan yorumlanmakta ancak hikâyelerin içerisinde olmayan birçok farklılık da mizah yoluyla eklenerek yeniden kurgulanmaktadır. Korkut Ata Ne Söyledi’nin hikâyelerinde de yepyeni bir kurgu, anlatım ve yorum söz konusudur. Beklentimden kastıma gelecek olursam, kitapta görmek istediğim, okunduğunda insanın aklında kalabilecek yalınlıkta bir kurgu ve anlatımdı. Hafızamdan silinemeyecek bir sahne, bir olay, bir deyiş ya da bir karakter… Bir okur olarak kişisel beklentim buydu. Korkut Ata Ne Söyledi “anlatılan” hikâyelerden değil, “yazılan” hikâyelerden oluşur. Bu açıdan bakınca beyhude bir beklentiye girmiş olduğum da düşünülebilir.
Sinemanın diliyle yepyeni bir görünüme bürünen Dede Korkut Hikâyeleri’nin günümüz hikâye anlatıcılarının diliyle neden daha kısa değil de uzun metinlere dönüştüğü sorusu da kendime sorduğum bir başka sorudur. Günümüz genci, modern okur ve günümüz hikâye anlatıcısı ifadelerinin geçtiği yerde, uzun metinleri görmek şaşırtıcı geldi. Çünkü bu üçlü, edebiyat metinleriyle birlikte anılıyorsa sözün en kısası ve kurgunun en konsantre hâli vurgulanır. Kolektif bir kitap olan Korkut Ata Ne Söyledi’de Naime Erkovan, İsmail Özen, Güzide Ertürk ve Mustafa Çiftçi’nin hikâyeleri, metnin kısalığı açısından kitaptaki diğer hikâyelere göre modern okura daha yakındır.
Korkut Ata Ne Söyledi, Dede Korkut Hikâyeleri’nin aslına sadık kalır. Hikâyeler ana konudan ve bağlamdan koparılmadan anlatılır. Dede Korkut Hikâyeleri’nin birçok özelliğini, Korkut Ata Ne Söyledi’nin hikâyelerinde görmemiz mümkündür. Örneğin; toplumsal mesajlar verilmesi, olağanüstülüklerle gerçekliğin iç içe olması, nazım-nesir birlikteliği, çocuksuzluk konusu, aşk teması, yiğitlik gösterisi, kötülükten sakındırma, iyiliği emretme/yayma ve uygulama, hayırlı işlerde aceleci olma, düşmanlarla savaşma, aileyi sevme-sayma gibi birçok hususu sayabiliriz.
Korkut Ata Ne Söyledi’nin öne çıkan hikâyeleri
Arda Arel’in “Dedem Korkut’u Çelik Çulluk’tan Kurtardığım Boyu” hikâyesi kitabın en başarılı hikâyelerinden birisidir. Hikâyenin giriş bölümündeki şu pasaj günümüzü yansıtır: “Kazan’da yaz mevsiminin geldiğini takvime bakmaksızın iki şekilde anlarsınız. Birincisi okulların tatil olmasıyla dar sokaklarda saklambaç oynayan, sahilde ateş yakan, yakın tarlalardan mısır yağmalayan, cep harçlığıyla bakkaldan ucuz torpil ya da kız kaçıran alıp vakitli vakitsiz patlatan boy boy çocukların koşuşturmasından. İkincisi, üç dört günde bir düşen, sıcak ve bunaltıcı havayı bıçak gibi kesip atan, çamur tüküren, araba kirleten, deniz bozan tipilerden.” (KANS, s.21) Halk hikâyelerinde hayal gücü geniş yer tutar. Destansı halk hikâyelerini hikâye yapan da hayal gücüdür. Arel’in vefat eden dedesini “tahkiye kutusu”nda görmesi, bu kutuyu yanında taşıması ve dedesiyle konuşmaları hayal gücünün hikâyeye aktarımının güzel bir örneğidir.
İsmail Özen’in “Deli Dumrul” başlığını verdiği hikâyesi, tam anlamıyla modern bir öyküdür. Bu öykü İsmail Özen’in herhangi bir öykü kitabında yer almış olsa, “Klâsik ve modern anlatım çok iyi bir şekilde harmanlanmış” şeklinde bir yorum alırdı.
Güray Süngü’nün “Şehit Oğlu” isimli hikâyesi, bir çocuk anlatıcı gözüyle kurgulanır. Babasının öldüğüne inanmayan çocuk, zekâsıyla, babasına olan sevgisi ve düşkünlüğüyle, babasının ölmediğine olan inancıyla, yiğitliğiyle hikâyenin en canlı öğesidir. Bu hikâyenin orijinalinde, Kazılık Koca’nın yani babanın tutsaklığı, oğlundan on altı yıl gizlenir. Yegenek’e babasının tutsak olduğu değil, öldüğü söylenir. Bir gün Kara Göne oğlu Budak ile anlaşmazlığa düşen Yegenek, babasının tutsak olduğunu Budak’ın “Bunda laf urup nidersin, çünki er dilersin varup babanı kurtarsana, on altı yıldır tutsakdur” sözleriyle öğrenir. Süngü’nün hikâyesinde ise bu sahne şöyledir: “Budak gelip de babasının yanına ilişince onun kokusunu aldım. Yüzümü buruşturdum. Ne ekşittin len yüzünü dedi Budak bana. Gittim ona bir tekme attım. Budak öldü. Cansız bedeni yere serildi. Benim kendisini öldürmeme çok sinirlenmiş olacak ki, ölü kalamadı, dirildi ve benim kulağıma ve dimağıma bir ağu çaldı. Dedi; bana ne artistik yapıyon len, maçan sıkıyosa git de babanı kurtar.” (KANS, s.75)
Süngü, postmodern anlatımın imkânlarından yararlanır. Yegenek ismine atfen bir kelime oyunu yaparak şöyle der: “Bana yeğenim derler köyde. Babam ben bir yaşımdayken ölünce ben köyde herkesin yeğeni olmuşum.” (KANS; .73) Postmodern anlatımlarda, başka metinlere doğrudan ya da dolaylı gönderme yapılır. Süngü, Cemal Süreya’nın “Sizin hiç babanız öldü mü?” mısrasını alıntılayarak aynı isimli şiire doğrudan gönderme yapar. Şiirde babanın kaybedilmesi körlükle sonuçlanır. Hikâyenin karakteri Yegenek de babasını kaybettiği için kör olur. “Ben işte o gün, o an kör oldum. Sizin hiç babanız öldü mü?” (KANS; s.74) “…savurdu çomağını kafire. Kafiri buldu ama sarsmadı bile.” (KANS; s.82) cümlesinde de Zarifoğlu’nun şu mısralarına dolaylı gönderme yapılır: “Farz et körsün, olabilir/ El ele tut/ Taş al ve at/ Kafiri bulur.”
Aykut Ertuğrul, “İnsanların ve Cinlerin Ustası” dediği hikâyesiyle “Basat’ın Tepegözü Öldürmesi” hikâyesini yeniden kurgular. Hikâyesine verdiği başlıkla kendi kaleminden çıkan İki Dünyanın Ustası isimli kitabına gönderme yapar. Ertuğrul’un hikâyesinin orijinal yönü, hangi yüzyılda yaşadığı bilinmeyen, hayatına dair kesin bilgiler bulunmayan, zamanın ve mekânın pençesinden kurtularak bütün zamanların ve mekânların nakkaşı olan Mehmet Siyah Kalem’e kurgusunda yer vermesidir.
Güven Adıgüzel, Akif Hasan Kaya, Mukadder Gemici, Osman Cihangir, Emre Ergin gibi genç öykücüler de Korkut Ata Ne Söyledi’nin diğer hikâyecileridir.
Sözlü ve yazılı kültür farkını görebileceğimiz güzel bir çalışma
Halk hikâyelerinin belki de en belirgin özelliği, belirli bir yazarı olmadığı için her anlatıcının istediği değişiklikle onu yeniden yorumlayabilmesidir. Yazıya değil söze dayanan halk hikâyeleri, gücünü bir anlamda unutma eyleminden alır. Çünkü kendisini icra eden/anlatan anlatıcının elinde başvurabileceği bir metin yoktur. Dolayısıyla unuttuğu kısımları, kendi hayal gücüyle doldurur. Böylece aynı hikâyenin çeşitli anlatımları ortaya çıkar. Jack Goody bu durumu şöyle ifade eder: “Her sözlü anlatıcı kendi çeşitlemesini ortaya koyar; bu çeşitlemelerden bazıları sonraki anlatıcılar tarafından bir model olarak alınacaktır. Böylece iç içe geçmiş bir zincir hâlinde, bireyler tarafından fakat anonim olarak ortaya koyulan ve geride kalan orijinal nüshaya bakılmadan türetilen çeşitlemelerle birlikte, eser üzerinde değişim boy gösterir.” (Mit, Ritüel ve Söz, Küre Yay., s.59) Esasında bu durum, halk dimağının ne kadar taze ve tesirli olduğunun bir göstergesi olduğu gibi zihinsel üretimin de bir göstergesidir. İşte bu yönüyle halk hikâyeleri modern hikâyeden ayrılır. Modern hikâye, halk hikâyesi gibi zenginleştirilemez. Halk hikâyesi, her anlatıcının elinde yeniden yoğrulabilir, başka bir renge bürünebilir. Şaban Sağlık, modern hikâye ile halk hikâyesi arasındaki farkı şöyle açıklar: “Modern hikâyelerin ‘sabit’ hacmine karşılık, halk hikâyeleri anlatıcının uzatıp kısaltmalarıyla sürekli hacim değiştirebilmektedir.” (Hikâye/Anlatı/Yorum, Hece Yayınları, s.333) Korkut Ata Ne Söyledi, sözlü ve yazılı kültür farkını görebileceğimiz güzel ve somut bir çalışmadır.
Sözlü ve yazılı kültürün kendince artıları ve eksileri vardır. Yazılı kültürde, okuru yakalamak daha zor olsa gerek. Sözlü kültürde, anlatıcının mimikleri, hâl ve tavırları, ses tonu dinleyicinin ilgisini kolayca çeker. Hatta sıkıldığı noktada dinleyici, anlatıcıya direktif verir. Anlattığı hikâye heyecansızsa, hikâyeye heyecan katmasını ister. Böylece anlatıcı, üzerinde dinleyici/izleyici kitlesinin baskısını hisseder. Yazılı metinde ise anlatıcı-yazar ne yazmışsa, yazılı metin o şekliyle kamuya ait olur. Sözlü kültür anlatıcısının kendine ait özel bir alanı yokken, yazılı kültür anlatıcısının kendine ait özel bir alanı vardır. Bu alanda istediği gibi düşünür, değiştirir ve kurgular. Anlatacakları, daha doğrusu yazacakları üzerinde, okuyucunun doğrudan bir baskısı olmaksızın yazar. Dolayısıyla bizler, Dede Korkut Hikâyeleri, bugün yazılı bir metin olarak elimizde olmasaydı, muhtemelen daha farklı bir Korkut Ata Ne Söyledi okuyor olacaktık.
Korkut Ata Ne Söyledi, haz. Aykut Ertuğrul-Güray Süngü, İz Yayıncılık
Hatice Ebrar Akbulut