Ahmet Murat’ın son kitabının çıktığını görünce heyecanlandım. Daha önce iki deneme kitabını keyifle okumuştum. Son kitabı ise öncelikle ismiyle etkiledi beni. Avarelik Görgüsü olan kitabın adını ilk bakışta “Avarelik Övgüsü” olarak okudum. Herkesin birçok önemli işle meşgul olduğu, kimselerin durmaya, dinlenmeye vakit bulamadığı zamanı sözüm ona dopdolu geçirdiğimiz şu haz ve hız çağında ‘’birileri avareliği övmeli ‘’ dedim, kitabın kapağını ilk gördüğümde. Sonra tekrar okudum ve yazara hak verdim, muhakkak avareliğin de bir görgüsü olmalı idi.
Bir de bizim buralarda ahşap evlerde avare tahtası denen bir bölüm vardı eskilerde. Evin şimdilerde balkon olarak adlandırdığımız eyvanında, eyvan ile duvarın arasına yerden yüksek şekilde yerleştirilmiş en fazla iki kişinin oturacağı mahfile avare tahtası denirdi. Avare tahtası yerden yüksek olduğu için eyvanın zemini ile tahta arasındaki boşlukta da el değirmeni olurdu babaannemin evinde.
On yıl önce babaannemin ahşap evini yıkıp beton ev yaptığımızda mahalledeki son avare tahtası da tarihe karışmış oldu. Muhtemelen iş gücü olmayanın oturup evin önünden geçenleri izlediği, gelene geçene laf yetiştirdiği bir yer olarak kullanıldığı için böyle zekâ dolu ve muzip bir isim tercih edilmişti evin bu bölümü için. Şimdi Fransız balkonlarımız var ve Türk evine oldukça Fransız bir haldeyiz.
Kitabın ikinci denemesi ‘Evin Sesi Kısıldı’’ başlığını taşıyor. Yazar metinde çocukluğunda her evin kendine has bir kokusu olduğundan bahsediyor önce. Bu kokuları evlerde pişen yemeklere ve kullanılan baharatlara bağlıyor ve giderek bu kokuları kaybettiğimizi söylüyor. Bunu yerel damak tatlarından vazgeçmemizle beraber yemeğe lezzet katan baharatların da kendi kokularını kaybetmesine bağlıyor. Bununla birlikte evlerin birbirinde farklı olan ve sokağa yayılan seslerinin de giderek kaybolduğunu ve aynileştiğini anlatıyor. Her evden sabahları şu bildik; aldatma, ihanet, kayıp, cinayet dolu sabah programlarının seslerinin, akşamları ise tartışma programlarının veya dizilerin seslerinin yayıldığından yakınıyor. Kendi evime dönüp baktığımda yazarın haksız olduğunu söylemem mümkün değil. Ama ahenkli sesleri bülbülden bekleriz, karganın sesi ise nahoş gelir. İçinde bulunduğumuz eyvansız, avare tahtasız beton evlere de ancak bu sesler yakışıyor diye geçiriyorum içimden. Ev bahsi geçti derken bir sonraki sayfada iş makineleri izlemek üzerine bir metin karşılıyor beni. Milletimizin iş makinelerini hayranlık ve tedirginlikle temaşa edişinin arka planındaki psikolojiyi irdeliyor yazar. Ev ve iş makinesi peş peşe gelince ister istemez koca bir şantiyeye dönen memleketin hali düşüyor aklıma. İki yıl evvel kitabımı alarak evden uzaklaşmış ve sessiz bir çayır bulup Mustafa Kutlu’nun Nur’unu okumuştum orada. Yakın zamanda tekrar gittiğimde çayırın zeminin betonla kaplanıp etrafının dikenli tellerle çevrildiğini gördüm. İçeride inşaat malzemeleri ve küçük iş makineleri vardı. Çayır, bölgenin inşaat firmalarının birinin deposu olmuş geçen iki yıl içerisinde. “Her şey ben yaşarken oldu bunu bilsin insanlar.”
Bir proje sevdasıdır tutturduk gidiyoruz
Bir devlet kurumunda çalışıyorum. Son dört beş yıldır bir proje sevdasıdır tutturduk gidiyoruz. Aklına değişik, reklamı yapılmaya, sosyal medyada paylaşılmaya müsait, renkli bir fikir gelen herkes bu fikri, temeli olmayan bazı varsayımlar ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceği çok de önemli olmayan bazı öngörülerle süsleyip ‘’bir projem var deyu’’ ortaya çıkıyor. Öyle bir hal aldı ki bu durum, mesailer projeler için harcanır oldu. Projeler üretiyoruz, temaslarda bulunuyoruz ve projelerimizle ile ilgili istişareler ediyoruz. Son zamanlarda kafa dengi arkadaşlarımızla bu konudan şikayet eder dururduk hep. Sanırım edebiyatın, kelam erbabı olmanın farkı ve gücü burada ortaya çıkıyor. Ahmet Murat ‘’proje yasaklansın’’ başlıklı denemeyle selamlıyor ben ve arkadaşlarımı. Bizim şikayetlerimizi edebi bir metinle sunuyor. Proje sevdamızın ne idüğü ile ilgili çok isabetli tespitleri var.
Kitaba ismini veren “Avarelik Görgüsü başlıklı denemede ise okuma, öğrenme meşguliyeti dışında kalan zamanları doğru yerleri gezmek, doğru insanlarla sohbet etmek şeklinde değerlendirirsek avareliğin de bir kıymeti olacağını veciz ifadelerle anlatmış. Bu denemeden hareketle apartman dairesinde okumaya başladığım kitabı burada değil de daha doğru bir yerde okumaya karar veriyor ve decahtlon marka seyyar sandalyemi, el dezenfektanımı da alarak yaylaya doğru yola koyuluyorum sabahın erken saatlerinde. Araba ile on beş dakikalık yolculuğun ardından 1200 rakımlı yaylada buluyorum kendimi. Arabayı yaylanın en bakir yerlerinden biri olan Killik ormanına yakın bir yere bırakıyor ve ormanın içine doğru yürüyüp sandalyeyi kuruyorum uygun bir yere. Özellikle Decathlon diyorum çünkü Ahmet Murat’ın da mobilya markası İkea ile ilgili bir şiiri var. İkea değil belki ama Decahtlon hakkında da bir şeyler söylenebilir.
Tanrı Dağlarından Orta Asya steplerine oradan da Anadolu bozkırına at süren, bozkırın sıcak günlerini de gece ayazlarını da otağında geçiren, börkleri ile rüzgara meydan okuyan bir millet önce betona mahkum oldu, şimdi bir Fransız markasının plastik çadırları ve sandalyeleri ile doğayı yeniden keşfetmeye çalışıyor. Otağlardan, Yörük çadırlarına ve oradan da plastik çadırlara uzanan yenilgimiz kutlu olsun. Her şey delikli demirin icad olunması ile başladı. Neyse.
Otağımı özür dilerim plastik sandalyemi kurduğum yer yemyeşil çam ormanlarının içinde. Yeşilçam ormanlarının içinde çok uzaklardan kendini gösteren altın sarısı rengi ve daha yaklaşmadan sizi mest eden kokusu ile ağu çiçekleri gösteriyor kendini. Rengi ve kokusu ile bir günah kadar davetkar. Günah diyorum öyle ki ağu çiçekleri çok güzel görünür ve kokarlar. Lakin fazla teneffüs edilmesi zehirlenmelere sebep olur. Ağu çiçeklerini her gördüğümde Yunus Emre Hazretlerinin ‘’söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz’’ mısrası geliyor aklıma. Hazret burada ‘’ağu’’ kelimesini zehir anlamında kullanmış, bizim yaylalarda ise zehirli çiçeğe ağu çiçeği diyoruz. Türkçe bin yıldır Yunus Emre’nin sesini, sözünü koruyor. Ağu çiçekleri rengi ve kokusunu, yaşam alanını daha ne kadar koruyabilecek acaba? Bu güzellik içerisinde okuyorum kitabı.
Yetersiz olan Hababam Sınıfı değil sistemdir
Otuz beşinci sayfada ‘’Kayıt Altına Alınmamış Güzellik ‘’ başlıklı deneme ile tam da burada karşılaşıyorum. Yazar doğayı, şelaleyi, gülü, çiçeği fotoğraflama ve paylaşma merakımıza eğiliyor. Yayla seyahatim ve okuma sürecim boyunca telefonumu kullanmamaya gayret ediyorum. Fotoğraf çekiyorum ama paylaşmamaya gayret edeceğim. Sonra kitaplar, okuma ve okur türleri ile ilgili iki deneme var kitapta.
Bunların ardından ise eğitim öğretim meselelerimiz, maarif davamız hakkında dört ayrı deneme yazmış Ahmet Murat. Bir öğretmen olarak dikkatle okuyorum denemeleri. Hababam Sınıfı’nın akademik olarak başarısız olmasına karşın neşeli, sosyal yönden gelişmiş, pratik çözümler bulan bir sınıf olabilmesini sorguluyor. İyi bir eğitim sistemi bu sınıfın sosyal becerilerini akademik alana da aktarabilirdi muhakkak. “Akademik anlamda yetersiz olan Hababam Sınıfı değil sistem” diyor yazar. Ve eğitim sistemimizi irdeliyor buradan hareketle. Hükümetlerin sistemi değiştirmek yerine müfredatta ufak değişiklikler yaparak günü kurtarmaya çalıştıklarını “Nazım’la Necip Fazıl’ı değiştirince oluyor mu?” başlıklı denemesinde anlatıyor. Eğitim felsefesi üzerine kafa yormayışımızdan şikayet ediyor. Üniversite yıllarım geliyor aklıma. Eğitim bilimleri başlığı altında toplayabileceğim birçok ders aldım dört yıl boyunca. Piaget, Erikson, Freud, Gardner gibi birçok eğitim bilimcinin ismi aklımda hâlâ. Ama Türkiye’de öğretmenlik yapacak bir öğretmen dört yıllık eğitim boyunca neden bu alanda çalışmış bir ilim adamının makaleleri ile karşılaşmıyor? Avrupa’da yetişmiş, oranın ihtiyaçlarına göre bir eğitim planlaması yapmış insanların kuramlarını kendi eğitim sistemimizin temeline yerleştirmek ne kadar doğru? “Türkiye’nin Maarif Davası” eğitim fakülteleri öğrencileri için temel bir kaynak değil hâlâ. Aynı bölümün bir başka başlığı ise “Yatılı Öğrenciyi Nasıl Tanırız”. Ne eve ne okula benzeyen o devlet yurtlarından, yatılı köy çocuklarından bahsetmiş burada yazar. Süleyman Çobanoğlu’nun “Ben o Ahmet Rasim’e özendim de geldimdi” dediği yurtlar…
“Köy Bitti” başlıklı denemeyi okuyorum sonra. Kulağımda davudi sesi ile Ozan Arif “köye vardım varmasaydım, köyüm eski köyüm değil” diyerek ünlüyor. Ozan Arif, o şiirinde köylerin boş kalışından dertleniyordu. Ahmet Murat’ın derdi biraz daha farklı. Önce köyler boş kaldı. Hepimizi büyükşehirli olduk. Kimimiz köye hiç dönemedi kimimiz ise köye iş makineleri ile döndü. Ben köy diyeyim siz yayla anlayın. Yazıyı “Yayla Bitti” diye okuyorum ben. Yukarıda “ağu çiçekleri yaşam alanlarını ne kadar koruyabilecekler” cümlesini kurarken de ‘’yayla bitti’’ endişesi vardı içimde. Yayla yolları tozlu değil artık. Yollar asfalt… Beton kamyonları şehirden yaylaya, yayladan şehre gider gelir, gider gelir artık yayla yollarında. İyi bir tarafı yok mu bu yayla turizminin? Olmaz mı, elbette var. Anlamsız, gereksiz ve tarihi temeli olmayan şu Arap düşmanlığımız da yok oluyor yayla turizmi sayesinde.
Ahmet Murat, ilahiyat eğitimi aldıktan sonra yüksek lisans ve doktorasını İslam felsefesi ve tasavvuf alanında tamamlamış bir edebiyatçı. Şiirlerinden, yazılarından ve izlediğim sohbetlerinden hareketle onun tasavvufu sadece akademik bir disiplin olarak ele almakla kalmadığı, tasavvufi öğretiyi içselleştirme gayretinde olduğunu da söyleyebilirim. Tasavvuf edebi ile şairane üslup bir araya gelince edebiyat çok değerli bir hal alıyor ki bunu Ahmet Murat’ın metinlerinde de görmek mümkün. Ahmet Murat, kitabının otuz sayfalık bölümünü ise dinin güncel meselelerine ayırmış. Bir şairin dilinden dini meseleleri okumak çok kıymetli.
Kitabın son denemesinin içine bir güzel şiir yerleştirmiş Ahmet Murat. Şiirin başlığı ‘’Bazen Bir İkindi’’. Tevafuk o ki, ben de bir ikindi vakti kitabın sonunu getiriyorum. Yazar bir parkın şiirini yazmış son denemenin içerisinde. Ben de kitapla beraber başladığım yayla yolculuğunu sürdürdüm ve ormanda biraz kaldıktan sonra yaylanın sonunda bulunan şelalenin yanında tamamlıyorum kitabı.
Çiseli’de bir ikindi… Çiseli’nin ortadan ikiye ayırarak aktığı vadinin bir yanı gölge bir yanı güneştir şimdi. Haziran ayı olsa da rüzgar üşütmeye başladı. Ciğerlere ve boğazlara zarar verse de ruha iyi gelen bir rüzgardır şimdi esen. Taşlara çarpa çarpa arınan ve nihayetinde denize ulaşacak olan ırmağın sesi adını bilmediğim onlarca kuşun ve ağustos böceklerinin sesine karışır. Kitabı bitirip de şehre dönerken yaylanın çimeninde koyun otlatan –otlatmak kelimesi daha kibar ve şehirli olduğunu düşünürüm hep, ben ortaokulda öğrendim – ya da güden bir çoban gördüm. Durup yanına vardım. Bir çeşmenin yanında elinde kaval önünde koyunlar vardı. Bir şiirden farksızdı manzara. Yanına varıp selam verince kavala üflemeye başladı, arada maniler okudu. Bir ara asker künyesini söylemeye başladı. “Bana derler Gürgentepeli Garip Hamdi. Asil Türk milletinin namus ve şerefini korumakla görevli 125.seyyar jandarma alayı birinci tabur birinci bölük.” Muhtemelen hayatı boyunca askerlik dışında bu yaylalardan çıkmamış çobanın hayatındaki en önemli zamanlardan biri askerlik. Aradan geçen belki 50 yıla rağmen unutmamış künyesini. Orada olmanızı kavalın, çobanın, koyunların ve çeşmenin suyunu duymanızı isterdim.
Kitap bitti, yayla bitti, şimdi eve gidip gün boyu her yere temas eden telefonu, kitabı kolonya ile temizleme vakti.