Selahattin Yusuf, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Meşhur ismiyle Mülkiye… Memleketi yönetecek kadroları yetiştiren okul. Selahattin Yusuf 1984 yılında mülkiye mezunu bir er olarak askerlik görevini yerine getiriyor hem de Eruh’ta. Şimdilerde bırakın ülke yönetmeye aday mülkiye mezunlarını herhangi bir iki yıllık mezunu dahi askere gitmiyor, gitmemenin bir yolunu buluyor ve de gitmemenin bir yolunu arayan herkes için akçeli bir yol açılıveriyor her seçim arifesinde. “Zenginimiz bedel öder, askerimiz fakirdendir” diyen asırlık türkü bir daha kulaklarımızın pasını siliyor ama gönlümüze bir ateş de düşürüyor.
Mülkiye mezunu bir entelektüelin askerliği PKK’nın ilk saldırısının olduğu tarih ve şehre denk düşüyor. Özal’ın “üç beş kendini bilmezin işi” dediği saldırıyı bizzat yaşıyor Selahattin Yusuf. Bir arkadaşı şehit düşüyor orada. Şimdilerde adını kimler hatırlıyor bilinmez ama Jandarma Onbaşı Süleyman Aydın minarenin şerefesinden yapılan saldırı neticesinde şehit düşüyor. Herkesin askere gitmeyerek memleket kurtardığı o süreçten bir kitap çıkarıyor Selahattin Yusuf. Bir günlük: “Şafaktan Çok Önce”.
Kitaba “niçin bir günlük yazdın?” sorusuna cevap veren bir metin ile başlıyor. Dostoyevski’den, Cesare Pavese’den, Goethe’den dünya edebiyatındaki günlük örneklerinden bahsediyor burada. Günlükte üniversiteyi Ankara’da okumuş, İstanbul görmüş ve neticede Eruh’a yolu düşmüş mülkiyeli bir aydının Eruh’ta karşılaştığı entelektüel kuraklık göze çarpıyor. Edebiyata, düşüncenin alt yapısına; dolaylılık, dolayımlılık, ilişkilendirme ve zengin çağrışım güç verir diyor Yusuf. Bu değişkenlerin gücünün ise Eruh gibi taşra şehirlerde en alt seviyeye indiğini buralarda zihnin doğrudan sonuca varma eğiliminin güçlendiğini söylüyor. Bu da bir düşünme, üretme imkanı vermiyor orada yaşayanlara.
Yusuf’un günlükleri askerlik anılarından ibaret değil. O vakte kadar okuyup biriktirdiklerini, tüm entelektüel müktesebatını da yerleştiriyor sayfalara. Belki de askerde kimseyle paylaşma imkanı bulamadığı duyuş ve düşüncelerini günlüğü ile paylaşıyor. Kitap ardından okunacak yeni kitaplar, izlenecek filmler bırakarak akıp gidiyor.
Her güne bir başlık atmış yazar. Bazı başlıkların yanına parantez içinde (nöbet yine gelir) yazmış ve buralarda nöbet anılarını paylaşmış. Her nöbet bir ölüm kalım mücadelesi Eruh’ta askerlik yapan yazar ve arkadaşları için. Nöbet tuttukları kuleler daha önce saldırılara uğramış ve oralarda şehit verilmiş. Böyle bir ruh halinde yazılmış metinler. Ben de okurken onu hissediyorum. Her an nereden geldiği belli olmayan bir kurşunun hedefi olma tehlikesi. İlk kurşunun sesi duyulduysa ve hayatta kalındıysa eğer siper hali ve ardı arkası kesilmeyen bir yaylım ateşi. Gecenin karanlığını yaran izli mermiler. Bir kıyamet hali…
Karakolun yanındaki kütüphane
“20 Eylül Cuma” başlıklı günlükte yazar Eruh İlçe Halk Kütüphanesini ziyaretini anlatıyor. Kütüphanenin karakolun hemen yanında olması büyük bir şans yazar için. Kütüphanede Goethe, Flaubert, Yunus ve daha niceleri ile karşılaşıyor şaşkınlıkla. Bu isimlerin Eruh’ta ne işi olduğunu soruyor kendine. Bir bedevinin çölde bir vaha ile karşılaşması gibi Selahattin Yusuf’un Eruh’ta kütüphane ile karşılaşması. Öyle hayati, öyle vazgeçilmez. Kendi askerlik anılarımı hatırlıyorum bu bölümü okurken. Mülkiye mezunu değildim belki ama askere gittiğimde benim denklerimin çoğu askerlik vazifesini para vererek yerine getirme yolunu tercih etmişti. Benimki romantik bir tercihti kimilerine göre. Beni ise okuduğum bir şiir ve bu yaşıma kadar peşine düştüğüm “vatan-millet-Sakarya”cı olma iddiası asker ocağı yollarına düşürmüştü. Ömrümü “vatan-millet-Sakarya” diyerek, bazılarının müstehzi tebessümleri arasında geçirdim. Hâlâ aynı yerdeyim.
İlk hafta boş zamanlarımı herkesle beraber kantinde geçirdim. Demir kafesin içine hapsolmuş televizyonda daha önce hiç görmediğim kanalların izlendiğini ve hiç duymadığım şarkıya benzer seslerin dinlendiğimi fark ettim kısa bir süre sonra. Karakolumuzun yanında bir kütüphane yoktu ama kışlanın bir mescidi vardı. Orası askerlik boyunca hem bir ibadet yeri hem de kıraathane vazifesi gördü benim için. Her istirahat vaktinde oraya kaçtım. Zihnimi anlamsız kanal ve seslerden korudum böylece. İsmet Özel’in Kırk Hadis’ini ve daha başka birkaç kitabı o mescide bitirdim. Ve orada bıraktım. İsmet Özel de askerlik yapan ve askerlikten bir edebi metinle ayrılan edebiyatçılardan biri. Askerliğini Muş’ta yapmış şair. “Muşta Bir Güz İçin Prdedlüler” şiiri bu dönemin bir hatırası.
10 Ekim başlıklı günlük ise dikkatimi çeken diğer bir bölüm: “7 aydır onlarca, yüzlerce insanla aynı sofrayı, aynı çay masasını, aynı yatakhaneyi paylaşıyorum. Çok sıcak, sıkı fıkı ilişkiler kurduğum insanlar Türkiye’nin hangi özel rengi, çeşnisi varsa hepsini mezcedebilecek bir topluluğu teşkil etmekteler.”
Toplumsal sınıflar arasındaki uçurum
Asker ocağının bu tarafı hep dikkate değer olmuştur benim için. Bir insan asker ocağında, muhtemelen hayatı boyunca askerlik öncesi ve sonrasında aynı masayı değil aynı muhiti dahi paylaşmayacağı insanlar ile aynı sofrayı ve yatağı paylaşma imkanı bulur ya da paylaşmaya mecbur kalır. Orada herkes yaşadığı ve gördüğü Türkiye dışında bambaşka bir Türkiye ile tanışır. Bu tanışma kimisi için hayret kimisi için de ülkenin geleceği için karamsarlığa sebep olur. Selahattin Yusuf askerde toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu görüyor. Ülkemizde resmiyette toplumsal sınıflar olmasa bile hayatın içerisinde ekonomik, toplumsal, siyasi sınıflar mevcut ve bu sınıflar arasında geçiş yapabilmek kolay değil. Askerlik bu toplumsal sınıf farkına temas edilebilecek en iyi imkanlarından biri. Yazar askerdeki tecrübelerinden hareketle toplum kesimleri arasındaki bu uçurumun kaynağının eğitim olduğu kanaatini paylaşıyor okuyucu ile: “Eğitilmiş olmakla eğitilmemiş olmak arasındaki farkın yalnızca bir kelimeyle ifadelendirilebileceğini gördüm; uçurum…”
İlk bakışta eğitime bu kadar önem atfetmek ve eğitilmişlerle eğitilmemişler arasında bu kadar büyük bir uçurum olduğunu kabul etmek zor. Ancak yazar da ancak askerlik tecrübesi sonunda varıyor bu kanaate. Kendisi için de zor oluyor muhtemelen. Şöyle diyor çünkü “Dosto’nun, Gogol’ün basit insan romantizmine artık inancım kalmadı.” Ben de çoğu zaman basit insan romatizmine inanırım, inanmak isterim. Ama bazı tecrübeler bunu ortadan kaldırıyor. Yazar bu bölümde eğitimin niçin önemli olduğunu, insana neler katabileceğini, vatanperverliğin bile ancak eğitimle mümkün olabileceğine dair kıymetli görüşler paylaşıyor. Eğitim derken ülkemizdeki Amerikancı pragmatist ve “technic” eğitimden bahsetmediğini de kaydediyor tabi.
14 Ekim
“Bir ölüm olayında, levhalardan biri evinize gönderilecek, öbürü de tanınmanız için dişlerinizin arasında takılacak.”
Çocukların, genç kızların, askere gitmemiş delikanlıların gurur ve büyük bir hevesle taşıdıkları asker künyesinin askerdeki anlamı çok başka. Komutanlar yukarıdaki cümlelerle dağıtırlar künyeleri. Ölüm ne kadar soğuksa künyede o kadar soğuk gelir o an. Buz gibi metal. Askerlik öldükten sonra nelerin nasıl yapılacağının, yaralanma halinde ilk kime haber verileceğinin , şehit olma durumunda tazminatın kime ödeneceğinin sizinle istişare yapılarak karara bağlandığı bir yer. Yirmi yaşında bir delikanlının vasiyetnamesini yazma hali…
1 Kasım Cuma. Selahattin Yusuf komutanı ve arkadaşları ile beraber Land tipi üstü açık bir jip ile Eruh’un derin vadilerinden geçerek terör sebebiyle boşaltılmış ve bir köye doğru ilerliyorlar. Köy boşaltılmış ama çevre köyler boş araziyi hayvan otlatmak için kullanmaya devam ediyor. Terör örgütü ise hayvan otlatmayı da engellemek için araziyi mayınlamış. Askerler muhtar nezaretinde mayın taraması yapıyorlar. Çevre güvenliği, mayın tarama... Atılan her adımın ölüme atılma ihtimali. Yerli taşlara basarak yürüme gayreti. Selahattin Yusuf köyün, bir tarafı büyük sarp bir yarın üzerine kurulmasından hareketle buranın vaktiyle bir Ermeni köyü olabileceğini söylüyor muhtara. “Çünkü ancak bir azınlık duygusu insanları böyle dehşetli bir uçurumla korunma duygusuna itebilir.” diyor.
Silahların gölgesinde fikri mülahazalar
Memleketin tarihini düşünme, insanların hangi psikolojilerle nasıl hareket ettikleri konusunda kafa yorma hali ölümle burun buruna olunan bir halde bile ortadan kalkmıyor. Silahların gölgesinde fikri mülahazalar. Belki de sorunun çözümü böyle mümkün. Terörle ve teröristle silahlı mücadele sürerken, terörü ortaya çıkaran nedenler üzerine düşünme. Düşünüyor Selahattin Yusuf ve düşündüklerini muhtara şöyle aktarıyor. “ABD’nin, Fransa’nın, Almanya’nın, Ermenistan’ın sizin köyün bu halde olmasında emeği var, katkısı var Muhtar.” Yıllardır söylene söylene etkisini, anlamını ve hatta inandırıcılığı azalan ama her şeye rağmen yadsınamayacak bir gerçekliğe “dış güçlere” 1984 yılında dikkat çekiyor yazar. Sadece buna mı? Kışla yemekhanelerinde Anadolu çocuklarına yabancı gelen yemek duasından, nöbet kulübesinin önünden silahlara korkarak bakıp giden çocuklar ile silah dışında bir ilişki kurmanın gerekliliğinden bahsediyor. Tüm bunları ayakları Anadolu topraklarına basan, bu topraklardan beslenen bir yerli aydın olma hassasiyeti ile sorguluyor yazar. Hakikati felsefi endişelere kurban etmiyor. Bir köy ziyareti sırasında elini öptükleri ihtiyarın, hangi partiye oy vereceksin sorusuna “elbet Hadep’tir” cevabı karşısında “altmış yaşında, topraktan başka bir kire dokunmamış saf insanlığıyla bu yaşlı adamı ne kadar da çabuk koparmışlar bizden” diye düşünüyor.
“Milletten uzak bir yere mevzilenmek, onların entelektüel birikiminin tabi neticesiydi. Bu entelektüel takıntı sayesinde Türkiyemiz yepyeni bir “aydın” tipiyle tanıştı. Müslümanlık karşısındaki tavrı, Atatürkçü, laik ve jakoben, Kürt gailesi söz konusu olunca neredeyse Kürtçü yani ırkçı ve insan hakları gözlemcisi’’ şeklinde veciz bir ifadesi var bir başka mülkiyeli Cengiz Aydoğdu’nun. İşte Selahattin Yusuf kitabında bu aydın tipinin uzağında bir yerde konumlandığını göstermiş okuyucuya bir fasıl. Askerlik anıları böylece biterken sivil hayattan da birkaç gün dahil etmiş kitaba yazar. Orada da Türkiye’nin meseleleri üzerine kafa yormaya devam ediyor. Bugün de bu kafa yorma hali devam ediyor Selahattin Yusuf’un…
Enes Akçay