“Madem biliyorsun, neden anlatmıyorsun?”
Ludıngırra
Bazı meslekler insanın kaderiyle bir biçimleniyor. Onun tüm zamanını alıyor ve yaşama bakışını baştan aşağı değiştiriyor. Doktorluk böyle bir meslek. Sıradan bir insan yaşamı boyunca hiç can çekişen biriyle karşılaşmayabilir, vurulmuş biriyle ya da muayeneye gelmiş azılı bir suçluyla… Doktorlar diğerlerinin filmlerden izleyip kitaplardan okudukları durumlara gerçek yaşamda tanık olan ender bir mesleğe sahipler. Genç yaşta ayrılıklara, ölümlere, sevinçlere tanık oluyorlar. Bu yüzden yaşam hakkındaki deneyimleri çok önemli.
Ben mesela Covid salgınında bizler evlerimizden çıkmaya korkarken hastalarla en yakın teması kuran bu insanların neler hissettiğini doktor bir yazarın gözünden okumayı çok isterdim. Çünkü yazar, hep olanla olması gereken arasındaki tutarsızlığı ortaya koyan; çelişkileriyle, kararsızlıklarıyla insanı ele alan, anlattıkları kurgusal bile olsa her zaman en gerçek yaşantıyı en vicdanlı biçimde sunan, yaşananları en iyi anlatan tek insan.
İşte bu noktada karşımıza Meral Saklıyan çıkıyor. Onu yalnızca doktor bir yazar olarak sınıflamak pek doğru değil. İlerleyen kısımlarda örnekleyeceğim üzere yazma işini ciddiye alan biri. Doktor olması ise Covid döneminde yaşananları onun gözünden deneyimleyebilmemiz için bizim şansımız.
Bana Yaklaşma, yoğunbakım uzmanı Meral Saklıyan’ın tanıklığında Covid salgınında yaşananları ortaya koyuyor. Kendi de bu hastalığın pençesinde bilincini kaybetmiş bir doktorun hastalarıyla kurduğu empatiyi anlatıyor. Gelen hasta mektuplarına değiniyor ve kimi zaman yalnız kaldığını düşünse de tanımadığı insanlar için çalışan hiçbir yalnızın asla yalnız kalmayacağını sezdiriyor. Yazma esinini ise mesleğinin en çarpıcı yanlarının birinden, ölümden ve yaşamdan alıyor.
“Teorik olarak her iki duruma da yeterince alışkın olmam gerekirken her defasında kalana da gidene de şaşırıyordum. Kalmanın ya da gitmenin kesin bir formülü yoktu çünkü. Yazma tutkumun kökeninde de bu şaşkınlıkla bağlantılı tek bir mesele var: Hastalık ve bu netametli meselenin yanı başında ölüm, ölümün yarattığı duygular.”
Ölüm karşısında insan!
Yazmak için ne büyük bir çatışma. Ancak yazmak için unutmamak gerekiyor. Bu yüzden kitabına
“Bir olay, hatıra olmadan önce onu yazmak gerekir. Hatıralar, kırılgan ve kısa ömürlü olabiliyor çünkü.” diye başlıyor Meral Saklıyan. Yazar olmak biraz da böyle bir alışkanlık değil mi? Takıntıymışçasına yaşananları ve aklından geçenleri not etmek. Merak Saklıyan çok iyi bir yazar. Kitabın önsöz ve açılış bölümünün ardından ilk bölüm: “İnsan ölümden büyüktür.” diye başlıyor. Bu çok büyük ve sarsıcı bir giriş. Ya da yalnızlığı nesneler üzerinden anlattığı aşağıdaki bölüm:
“Canıtın’ı (bir kedi) aradı gözlerim. Uzun süredir ortalıkta görünmüyordu. Çöl sessizliğine gömülü kenti, o da terk etti diye düşündüm. Her nöbet sonrası gözüm penceredeydi. Pencere pervazına çeşit çeşit peynir bırakmaya başladım. Hastaneden eve her döndüğümde ilk baktığım yer orası oluyordu. Peynirler sararmış, kokusu değişmiş ve sertleşmiş olarak bıraktığım yerde birikmeye başlayınca, esaslı bir yalnızlık duygusuna kapıldım.”
Yazınsal metin, duyguyu böyle somutlar sevgili okur. İnsan yaşamının en can alıcı noktasını kurumuş bir peynir parçasından çıkarır. Cengiz Aytmatov mesela Toprak Ana’da soğuk bir kış günündeki ölümü tarif ederken “Yüzüne düşen kar taneleri erimiyordu.” diyordu. Ölümü kar tanelerinin durumuyla anlatıyordu. Bu yüzden yaşama yazar tanıklığıyla bakmak önemlidir. Herkesin yaşadığı kitlesel bir olayı iyi bir yazarın gözüyle deneyimlemenin insan belleğine katacakları hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Yakınlarda Gürsel Korat’ın gördüğü ve yaşadığı yerleri anlattığı Deniz Göründü’yü okudum. O da öyleydi. Ben Kayseri’yi hiç onun gözüyle anlatan birini görmedim. Ezbere yaşamamak için iyi yazarların tanıklığına gereksinimimiz var.
Bana Yaklaşma’yı okurken en çok hoşuma giden şeylerden biri entelektüel gönderimlere yer verilmesiydi. Kitap bittiğinde Meral Saklıyan’ın gönderimde bulunduğu metinlerden ve filmlerden hareketle okunacak ve izlenecek yeni birçok yapıt not aldım. Sadece önsöz ve doktor olduğu için yapmak zorunda hissettiği hasta mahremiyetine ilişkin etik açıklamaların kitabın başında olmaması belki daha iyi olurdu. Okur, doğrudan metinle karşılaşsaydı… Düşünsenize, “İnsan ölümden büyüktür!” diye kutsal bir metin gibi başlıyor olurdu kitap. Belki sonraki basımda kitabın başındaki önsöz ve açıklamalar, kitabın sonuna alınabilir.
Sözün özü, Covid’le ilgili birçok kitap çıktı. Bu işin felsefi, ekonomik ya da ruhsal yönüyle ilgilenen birçok şey söylendi ancak hiçbiri bu süreci tüm boyutlarıyla bu kadar yakından yaşayan birinin Covid sürecinin ötesine geçerek, tüm gelişmelere rağmen yaptığı şu 21. yüzyıl çıkarımını içermiyordu: “Toplum yaşamının her alanında gösterge ışıkları kırmızıya dönmüş durumda. Akrabalık bağlarımız henüz erozyona uğramamış, birbirimize beslediğimiz sevgi ve şefkat duygusu tazeliğini korumakta olsa da sevgililerimizi, akrabalarımızı görmek eskiden olduğu gibi kolay değil artık. Yerimizde patinaj yapıp duruyoruz. İstediğimiz yerde oturamıyor, istediğimiz şekilde davranamıyoruz.”
Kitabı bitirdikten sonra anlatılanlar insana bir bilimkurgu gibi geliyor. Ancak anlatılanların hepsi yaşandı ve gelecekte daha ölümcül salgınlarla karşılaşmayacağımız da kesin değil. Hissettiklerimizi unutmamalıyız.