Bakırı altına çevirmek ya da sûfîlerin modern bilim ile örtüşen görüşleri

Mehmet Bayrakdar, 'Tasavvuf ve Modern Bilim' adlı eserinde tasavvufun insanı bilim adamlığına sevk etmesinden değil; tasavvufun insana bir düşünüş ve zihin derinliği kazandırılışından bahsediyor. Kitapta bir elementi diğerine dönüştürmek ya da zaman-mekanın göreceliliği konularına da temas ediliyor. Ömer Yüceller yazdı.

Bakırı altına çevirmek ya da sûfîlerin modern bilim ile örtüşen görüşleri

“Din ile bilim çelişir mi?”, “Kuran ve Bilim”, “İslam ve Bilim İlişkisi” gibi başlıklar bir müddettir yüksek reyting getiren konular haline geldi. Ekranlarda bu konuları futbol maçı tartışırmışçasına konuşanların yanında şükür ki akademik ve entelektüel camiada bunları ciddi biçimde ele alan yazarlar ve eserleri de mevcut. Tam da bu noktada Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar çıtayı bir üst seviyeye taşımış, Tasavvuf ve Modern Bilim adlı eserinde bilim ve tasavvuf ilişkisini incelemiş.

İlk olarak 1988’de başka bir yayınevi tarafından basılan kitap, İnsan Yayınları tarafından tekrar basılmış. Eser “Tasavvuf ve Bilimsel Metot”, “Bilimci Olarak Mutasavvıflar”, “Tasavvufta Modern Bilimsel Görüşler” isimli üç bölümden müteşekkil. Önsöz’de belirtildiği üzere kitapta tasavvufun insanı bilim adamlığına sevk etmesinden değil; tasavvufun insana bir düşünüş ve zihin derinliği kazandırışından bahsedilmektedir. Ele alınan konuların bir hayli çetin ve uzun uzadıya tartışılabilir olmasına rağmen muhtasar bir eserle muhatap oluyoruz. Buna rağmen Bayrakdar anlatmak istediğini çok net şekilde dile getiriyor ve bizlere pek çok kapı aralıyor. Örneğin ilk bölümde August Comte’u, onun şakirdlerini ve dellallarını kıvamında bir tahfif ve alayla çürütüyor. Böylesine bir üslubu belki Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin Vahye Göre Akıl kitabındaki ilgili yazılarda görebiliriz. Bunun haricinde bugüne kadar böyle bir bilimselcilik eleştirisi okuduğumu hatırlamıyorum.

Simya ve mutasavvıflar

Kitabı okuyanların ilgisini en çok çekecek bölüm kuvvetle muhtemel üçüncü bölüm olacaktır. Bu bölümde Bayrakdar “mutasavvıfların bir zamanlar hayâl gibi bakılan, hattâ saçmalık olarak görülen, fakat zamanımızın müsbet bilimleri ile isbat edilir bir şekilde, bilimsel bir nitelik kazanan bazı görüşlerinden” bahsetmektedir. Bunlardan biri, “Bir Elementi Diğerine Dönüştürme veya Bakırı Altına Çevirmek”tir.

Bakırı altına çevirmek deyince aklıma Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin yaşadığı rivayet edilen bir hikâye gelir. Simya ilmiyle uğraşan Bedreddin Tırmızî isimli bir zât Konya’ya Hazret ile tanışmaya gelir. Hazret paslı demirleri, bakır kapları tutup adamın eline verdikçe adam aldığı nesnelerin altına dönüştüğünü görür. Hazret simyacıya altın elde etmenin gayet kolay olduğunu, zor olanın ise kalbi ‘altına’ tebdil etmek olduğunu anlatır. Buradan yola çıkarsak, simya ve kimya bir yönüyle dünyaperestliğin bir göstergesidir. Bu öylesine tehlikeli boyutlara ulaşabilir ki; maddi zaferler için Hiroşima’ya bir nükleer bomba atılır ve yüz binlerce insan feci şekilde ölür, on binlerce insan sakat kalır.

Madenlerin bir diğerine dönüşebilir olması

Simya konusunda İslam âlimleri iki farklı ekole ayrılmış. Bunlardan birincisi 18. yüzyıla kadar hem Doğu’da hem Batı’da kabul gören Câbir ibn Hâyyan ekolü. Sûfi olan Hâyyan’a ve onun takipçilerine göre tüm maden ve metaller, sülfürün ve civanın değişik fiziksel ve kimyasal karışımlarından müteşekkildir. Bu sülfür ve civa bildiğimiz elementler değil, onların kendilerine has tanımlamalarıyla isimlendirilmiş maddenin esasını oluşturan doğal kuvvelerdir.

İkinci ekol ise 13. yüzyılda yaşayan el-Irâkî diye meşhur Ebu’l-Kâsım Muhammed bin Ahmed es-Simâvî’dir. Bu ekole göre madenler ve elementler “el-İksîr”in değişimi ile oluşurdu. El-İksîr ise tabiatta doğal olarak bulunan madenleşici bir kuvveydi. Bu iki ekolün birleştiği nokta, madenlerin bir diğerine dönüşebilir olmasıdır. Bu yüzden birçok kimyacı ve simyacı, bilhassa sûfî olanlar “altına en yakın olan maden türlerinden, mesela hassaten bakırdan, sun’î yolla altın elde etmenin mümkün olduğunu savunmuşlardır.” Bazı kaynaklar bu kimyacıların ve simyacıların maden tebdili konusunda deneyler yaptığını ve başarılı olduğunu da yazmaktadır. Bayrakdar’dan basitçe çekirdek değişikliğini ve bir örnek olarak proton bombardımanı ile Lityum’dan Helyum yapımını okuduktan sonra, sûfî kimyacıların bu konudaki teorik söyleminin (pratikleri yok sayıyoruz) ve “hayallerinin” bugünün bilimsel gerçekliği olduğunu görüyoruz. Bayrakdar bundan sonra sûfîlerin atoma dair görüşlerini zikrediyor. Atomun parçalanabileceği fikri ve atom altı parçacıkların varlığı, sûfîlerin kabul ettiği bir hakikatti. Mevlâna Celâleddin Rûmî de bu sûfîlerden biriydi. “Eğer bir atomu kesersen / Ortasında bir güneş / Ve güneş etrafında da / Durmadan dönen gezegenler bulursun.” dörtlüğü ile bilimsel bir hakikate kapı aralıyordu.

Zaman ve mekânın göreceliliği

Bayrakdar’ın, sûfîlerin modern bilim ile örtüşen ana görüşlerini sıralarken zaman ve mekânın göreceliliğine değinmemesi mümkün değildi. Bu konuda tasavvuf literatüründeki “Tayy-i zaman” ve “tayy-i mekân”ı zikretmek gerek. Bu iki kavram kabaca aynı zamanda birden fazla yerde bulunmak, çok uzak mesafeleri göz açıp kapayıncaya kadar kat etmek; yani zamandan ve mekândan bağımsız hareket etmek demektir. Bayrakdar, sûfîlerin bu tür “kerametlerinin” gerçekliğini bir kenara bırakıyor ve anlatıları teorik açıdan değerlendiriyor. Albert Einstein’a kadar pek çok Doğulu ve Batılı âlim/filozof, zamanın sınırlandırıcılığını ve bağlayıcılığını kabul ediyordu. Einstein ise genel ve özel izâfiyet teorisiyle birlikte bu görüşü kökünden sarstı, zaman ve mekânın mutlak değil izâfi olduğunu ortaya koydu.

Mehmet Bayrakdar, Dâvûd el-Kayserî konusunda yetkin ve eser sahibi isimlerden biri olması hasebiyle, ondan sûfîlerin zaman ve mekânı aşmasına dair bir alıntı yapıyor: “İnsan hakikî ve gerçek (ledünnî) ilme sahib olunca, Hızır (a.s.) gibi kâinaâtta ‘tasarruf’ sahibi olur; böylece zaman ve mekânın önüne, ötesine ve üstüne çıkar; onları aşabilir.” Bunun yanında konuya ışık tutan bazı ayetleri de zikrediyor Bayrakdar: “Gerçekten Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir.” (Tâ-Hâ Sûresi, 104); “Melekler ve rûh, mikdârı elli bin yıl süren bir gün içinde O’na yükselir.” (Me’âric Sûresi, 4) Neml Sûresi’nde anlatılan, Hazreti Süleyman’a Saba Melikesi Belkıs’ın tahtının göz açıp kapayıncaya kadar getirilmesi hadisesi de konuya en kuvvetli ve büyük delildir. Yaya olarak iki ay uzaklıktaki Belkıs’ın tahtını getirenin Hz. Süleyman’ın veziri, “Kitab”ın ilmine vakıf “Âsaf” olduğu söylenir.

İslam’a da bilime de vukufiyet

Ben modern bilim ve İslam-tasavvuf konularına çok temkinli yaklaşırım, hatta yaklaşmamaya çalışırım. Bu konularda, aldığı fonlarla kitaplarını bedava dağıtan uzayperest müslüman tarzı veya son dönem ekranlarda sıkça görülen bilimselci modernist Kurancı tavır her iki alanı da (bilim ve İslam) sulandırdığı için bu tür benzeştirmeleri ya da karşılaştırmaları duymak istemem. Ayrıca İslam ve Bilim konusunda konuşanların bu iki alanda da uzman olmasının gerekli olduğunu düşünürüm. Değil mi ki lafzen bile, İslam ve bilim derken bir ikiliden bahsediyoruz. O halde bahiste de, mevzuda da ikisine birden vukûfiyet gerek.

Gelin görün ki konu hakkında kim meşhur ise konuların birinde bile eğitim almamış oluyor. Bu yüzden doğal olarak pek meşhur olmayan Mehmet Bayrakdar Hoca’yı dikkatle okumak, dinlemek gerek. Hocanın bu kitabını da neredeyse 30 yıl önce yazılmış bile olsa çok önemsedim. Umulur ki bu konuyu irdeleyen, hatta Bayrakdar’a zıt görüşler beyan eden nice (b)ilim adamı çıkar meydana. Böylece boş tartışmalar yerine mesela bugün Batı’da bilgisayar çalışma prensibinde “Boole Mantığı” karşısına büyük yenilik getiren “Bulanık Mantık”ın nasıl Muhyiddin İbn Arabî’nin düşüncelerinden istihraç edildiğini, Japonya’da Sendai Metrosu’nun nasıl bu mantığa göre yapıldığını öğrenmiş oluruz.

Mehmet Bayrakdar, Tasavvuf ve Modern Bilim, İnsan Yayınları

Ömer Yüceller

YORUM EKLE